Türkü!
Evet haklısınız; türkü şimdiki zamanların değil, henüz topluca “delirmediğimiz”, geride kalmış “hani çocuklar gibi zaman nedir bilmediğimiz” zamanların müziğidir. Zamanın, konuk olduğumuz alem denilen hanın tavanına sakız gibi yapışıp kaldığı geniş zamanların yani…
Tiz sesli yılanların ıslık çaldığı bozkırların, geniş kanatlı kartalların kanat çırptığı dağların, çatlamış topraktan başını uzatmış zamansız bir çiçeğin yaşamak için salavat getirdiği kurak ovaların, alev alev yeleli atların kendilerini bir cirit oyununda sandıkları düzlüklerin, eriyen karların aşağıda çivit mavisi bir göl oluşturduğu, o gölde yaban ördeklerinin yüzdüğü platoların, yaylaların müziğidir.
Kesif toprak, keskin hasret kokar; her tarafından, ötesi berisinden aşk tüter.
Türkülerde insan "onurunu" da soyunur, çıplak kalır.
Sadakat söyler, tövbe eder, nedamet getirir, küçük düşer. Yârin ayağının değdiği toprağı öper, türabı olur sevdiceğinin, çarık yoksa yalınayak dolaşır, diken batar, kem göz sakatlar, uçan kuştan medet umar, gurbet illetine düşer; kıblesi gönüldür, her daim ona döner, zulasıdır her şeyini orada saklar; evveli odur, ahiri de o olsun ister, şehrini, köyünü dört dağ içinde arar, aşk kuyusuna düşer, kuyunun ağzında sadece anası ağlar, allı turnanın kanatlarına selam yükler, Mevla’ya sığınır, gözlerini ağlama diye tembihler, bir dikili taştan gayri hiçbir şeyinin kalmamasına yanar, gurbeti yaratana beddua eder, kendini muaf tutar, onu ben mi yarattım diye sorar, deli gönlünü sarı saçlarıyla bağlayan Mihriban’a “seni seviyorum” demez de “lambada titreyen alev üşüyor” diye dert yanar, “yar deyince kalem elden düşüyor,” çünkü aşkın kağıda yazılmadığını biliyor, eller sarıyor onu diye verem oluyor, gizli sevdiğini sanır ama çoktan alem duyar, ellerin vatanı ona yurt olur, şifa istemez balından, sinedeki gizli yaresi kanar, Hüseynik’ten çıkar seher yoluna, şaşar kalır bilmez bu feleğin ona cevri ne; serine sevdayı salan ahçik’i alıp ötürür İslam eline, tutar yar elinden çıkar dağlara, alır bir yareli bülbül iner bağlara, bir ay doğar ilk akşamdan geceden, şavkı vurur pencereden, dışarıda kış, yolcu üşümüş uyan uyan yar sinene sar onu, düştüğü yer sevda değil bir alamet, yar kaşlarını çatar o suçu kendinde arar, ormanların gümbürtüsü başına vurur, seher vakti çimen üstünde birisinin gözyaşlarına rastlar, acep kimler ağlamış burada diye hayretle bakar, hızlı giden yolcuya seslenir, yavaş git, bu mezarda bir garip var, bugün benim efkarım var zarım var, değme felek değme telime benim der; pencereden kar gelir, bir sürmeli yar gelir, sevdan başa zor gelir, bozuk bir bad-ı saba eser, bekleyişi boşunadır, bu yıl bu dağların karı zor erir, bir kız gezer çarşısında pazarında Erzurum’un, sarı gelinin saçlarını rüzgar savurur, yarin göğsündeki kilidi dişiyle açar, Neşet kalpten kalbe bir yol arar, kusur Zahide’de değil ondadır, seni arıyor ey tatlı dilli, ceylan gözlü, neredesin sen, bulunca da esen yelden, uçan kuştan sakınır mühür gözlüsünü, çattığı kaşlarına zülüf dökülür, kendi edip kendi bulmuştur, o yüzden razıdır cezasına, bütün bunlardan dolayı otur uzun bir türkü yakar:
Gayri dayanamam ben bu hasrete
Ya beni de götür ya sen de gitme
Ateşin aşkına canım yakma çıramı
Ya beni de götür ya sen de gitme
*
Bazılarının sandığı gibi türkü devrimci, yıkıcı değildir, yapıcı da değildir; bir arzuhaldir türkü. Derdini anlatmak için ille de dertli bir insan arar türküler. Hayalci değildir. Ütopyası yoktur. Daha çok; görünmez, gizli bir yarayı dillendirir. O yaranın ağzına bakar, ağrısı çoktur yaranın. Çok kişiyle paylaşır o ağrıyı. O ağrının müsebbibi duysun da ona merhamet etsin ister.
Neyi kaybettiyse onun türküsünü yakar insan.
Yurdundan kopmanın, evinden uzaklaşmanın mutsuzluğu, kederi sinmiştir her haline.
Kahramanlık taslamaz türküler. Halkı kurtarmak için, halk adına ortaya çıkmış, halkın her şeyiyle, oyuyla, diniyle, diliyle alay edenlerin uyduruk türküleri hariç, hiçbir halk türküsü bir şeyleri devirmeye kalkışmaz. Tam tersine kadere razıdır türküler, ona boyun eğer, yıkıma teslim olur, o büyük yıkım da o kader de aşktır, sevdadır zaten.
*
Haklısınız, türkü büyük şehirlerin müziği değildir, Cemal Süreya’nın deyimiyle “kentin karmaşasında” var olamazlar. Daha sadelik gerektirir. Fazlalıklardan kurtulmuştur. Daha masum, daha utangaç, daha mahremdir türkü. Türkü söylenmez, havalandırılır. Pürüzsüzdür. Aşk aleni yaşanmaz türküde, sevdalısına kıyamaz, elini tuttuğu anda büyünün bozulacağını bilir. O yüzden mesafeli durur. Her mesafe kederi biraz daha büyütür, kavuştuğu ana kadardır çektiği acı.
Yine o yüzden türkücülük, yine Cemal Süreya’nın deyimiyle “skandal kaldırmıyor”, sürprize de kapalıdır. Türkü söyleyen “efendi” olmak zorundadır. Evlerimizin kıymetli bir eşyası gibidir türkücü… Ona beğenmediğimiz hiçbir şeyi yakıştırmayız.
Evlerinin içi temiz, sokakları kirli göçebe bir milletin yarattığı derme çatma şehirlerde işte bu yüzden türkülerin sesini bugün ne olduğu bilinmeyen bir müzik kıstı.
İbrahim Tatlıses gibi gelmiş geçmiş en büyük türkü icracılarından birisinin türküye “arabesk kıvamı” getirmesinin sebebi de budur. Büyük köylere dönüşmüş şehirlerimizde türkü kayboldu amenna da “kendisi kalmış” yurdun diğer köşelerine türkülerin yerini alan o müzik gitti mi, emin değilim buna.
*
Kutupları yoktur türkülerin. Bir taraf kendi tarafına çekemez, ne kadar çekersen çek kutbun bir ucunda duramaz türküler. Siyaset meydanında türkü söylenmez. En çok yandan akan mahpushane çeşmesinde var olur ki o çeşmeden her fikirden, her meşrepten, her inançtan mahkum su içer.
Türküler bölüştürülemez. Bir türkü birkaç parçaya ayrılamaz. Ahmet Kaya’yı “milliyetçi-muhafazakarların” “ilerici muhafazakarlardan” daha çok sevmesinin nedeni güzel bir türkünün fikir ayrılıklarını aşıp herkesin gönül telini aynı şekilde titretmesindendir.
Seher yeli çıkarsa dağlara, topladığı güneş herkesi aynı şekilde ısıtır.
*
Kimse kendini türkülerin sahibi sanmasın. Türküler hepimizindir.
Çünkü onlar, onu var eden insanlardan daha umutlu, onlardan daha kederli, onlardan daha uzun ömürlüdür.
İnsanlar delirebilir ama türküler hep türkü olarak kalır.