Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        21 Şubat 1943 Pazar günü hemen hemen aynı saatte iki ayrı ülkede iki ayrı tren ayrıldı iki ayrı istasyondan. Biri Berlin’den İstanbul’a geliyor, öteki Haydarpaşa’dan Aşkale’ye gidiyordu.

        *

        Berlin’den gelen Talat Paşa’nın cenazesini getiriyordu İstanbul’a. Ve herkesin kafasındaki soru şuydu:

        Talat Paşa’nın cenazesi tam tamına 22 yıl boyunca neden Almanya’da kaldı? Neden 22 sene boyunca hiç kimse o cenazeyi memlekete getirmeye yeltenmedi?

        Oysa İranlı bir Ermeni olan Taylaryan tarafından Berlin’de, evinin sokağında öldürüldüğünde Almanlar cesedinin günün birinde Türkiye’ye götürüleceğini düşünerek bozulmasın diye “tahnit” etmiş, yani mumyalamış öyle gömmüşlerdi.

        Ama ceset orada kaldı… Ta ki Hitler orduları Stalingrad önlerinde bozguna uğrayıncaya kadar.

        Bu beklenmedik bozgun, cihan harbinin seyrini değiştirdi.

        Şimdi Hitler’in her zamankinden daha çok destekçiye ihtiyacı vardı. Bir cenaze alıverişi, son yıllarda oldukça destekçisi artan Türkiye’de bir sempati dalgası daha yaratabilirdi.

        İsmet Paşa’nın da istediği iki gözdü zaten... Uzun bir süreden beri “eski şefleri” Talat’ın na’şını memlekete getirmeyi düşünüyordu Milli Şef. Ne de olsa 1930’lu yıllar, hani kendisinin hepten gözden düştüğü, Osmanlı mirasının toptan ret ve inkar edildiği dönem geride kalmış, yavaş yavaş Cumhuriyet’in, 1908 ihtilaline dayanan İttihatçıların başlattığı bir hareketin devamı olduğu kabul ediliyordu belli mahfillerde.

        Memlekete bu radikal dönüşümü İsmet Paşa’nın Atatürk sonrası politikasında aramak gerekirdi.

        *

        Talat Paşa’nın cenazesinin Türkiye’ye getirilmesini Hitler mi İsmet Paşa’ya önerdi, İsmet Paşa mı ondan talep etti, bu sorunun cevabı hala net değil; net olan, 1943 yılının soğuk bir Şubat günü, nemli, kurşuni bir gri havanın İstanbul’un üzerine bir kabus gibi çöktüğü bir seher vakti Sirkeci Garına Berlin’den kalkan bir trenin cenazeyi getirdiğidir. Talat Paşa’nın sandukasını taşıyan vagon trenin en arkasındaydı. Özel bir vagondu. Büyükçe bir gamalı haç ve altından DR harfleri süslüyordu vagonu.

        O Talat Paşa ki her defasında, Sirkeci Garından İstanbul’a ayak basmıştı. Bir teşkilatçı olarak gizlice geldiğinde, Sadrazam olarak Almanya seyahatinden dönüşünde hep bu gardan girmişti Dersaadet’e. Şimdi ise bir tabutun içinde bir kemik yığını olarak giriyordu yedi tepeli şehre!

        *

        Tam tamına 25 sene evvel terk etmişti “Darbe-i hükümet” yaptığı eski pay-ı tahtı... Giderken de kıştı, gelirken de kış. Giderken de hava sisli ve nemliydi, gelirken de öyle… Giderken de İstanbul fakir ve yaralıydı, dönerken de öyle…

        *

        Tam tamına 25 sene evvel, 1 Kasım 1918 günü, Arnavutköy’de teşkilattan bir arkadaşın evinde toplanmışlardı İttihatçılar. Kararı daha önce vermişler, cemiyetin kelle adamları “dışarı çıkacaklar”dı. (Her darbe döneminde mağdurlar darbecilerden kaçacak değil ya, bazen de darbeciler kaçar mağdurlardan!) O gece o evde “son akşam yemeğini” yediler, karar o yemekte bulunanlara resmen bildirildi. Yine her şey gizlilik içinde olacaktı. Yemekte Enver Paşa yoktu, onu bir tekne Moda’dan alacak, belirlenen saatte Arnavutköy’le Bebek arasında bir mıntıkaya getirecek, Talat Paşa ve beraberindekiler burada onlara katılacak, tekne onları Tarabya açıklarında bekleyen bir Alman torpidosuna götürecekti.

        Her şey planladıkları gibi oldu. Tekneyi beklerlerken soğuk bir rüzgar esti. Yağmur bastırdı aniden. Paltolarına sarıldılar. Uzun uzun birbirlerine sarılmadılar ama. Birer komitacı gibi vedalaştılar. Alman torpidosuna çıkar çıkmaz başlarındaki fesleri atıp birer şapka taktılar.

        Attila İlhan geride bıraktıkları memleketi şöyle tarif etti:

        “hey gidi hey

        ‘mülk’ sözde Osmanlı’nın ama

        alman’ın elinden

        ingiliz alıyor”

        Denize açıldıklarında İstanbul’un minarelerinin başı birer mızrak gibi sisi delmiş, hüzün göğe vurmuştu.

        Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.

        *

        Sivastopol’da birbirinden ayrıldılar. Enver’in gözü Doğu’daydı, “ihtilal, tıpkı ışık gibi, oradan yükselecekti,” o Rusya’nın yolunu tuttu. Talat Paşa ile Cemal Paşa Batı’ya, “ihtilalci” fikirlerin anayurduna doğru yola revan oldular.

        Gidişlerinin şiirini yine en güzel Attila İlhan söyledi:

        “silah atılmıyor

        güvercin şakırtısıdır

        şafakta yaldızlanan

        şadırvanda su

        ıhlamurlarda ezan

        görkemli bir namaz uğultusu

        heyhat

        hamzabey cami-i şerif’inden kim kaldı

        kim kaldı eski selanik’ten

        laternalar sustu

        sürahiler tenha

        tek kibrit çakılmıyor

        kim kaldı ittihat ve terakki’den

        o jöntürkler ki –‘hariçten

        evrak-ı muzırra celbederlerdi’ -

        o fedailer ki barut öksürürler

        sakal tıraşları mavi

        kırmızı bıyıkları biber”

        *

        İttihatçıların “terk-i vatan” eyledikleri haberi şehre mahşeri bir gürültüyle düştü. Küçük çaplı bir kıyamet koptu düşman çizmesi altında utançtan başını kaldıramayan İstanbul’da.

        Ezeli bir ittihatçı düşmanı olan Refik Halit Karay aldı kalemi eline, sayfanın başına “Efendiler nereye?” cümlesini yazdı, sonrasında elini hiç kaldırmadan o meşhur makalesini bir oturuşta yazdı bitirdi. Gazeteye teslim etti, gitti evine.

        Ertesi gün, yani 5 Kasım günü sabahın erken bir vaktinde Süleyman Nazif, Cadde-i Kebir’e çıktı, bir “Zaman” gazetesini aldı, bir kahvede cam kenarına oturdu. Sabah kahvesini söyledi, kahvesini içerken her sabah yaptığı gibi gazeteyi okumaya Refik Halit’in makalesinden başladı, makale uzundu ama olsun, muzip muharrir yine coşmuştu, ben kısaltarak alıyorum buraya:

        “Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?

        (…) Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?

        (….) Galiba çoban göründü, köpekler hırlıyor; tok kurtlar nereye?

        (…) Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?

        (…) Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyânkar evlatlar nereye?

        Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar…

        Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?

        O zamanlar kalemler kırık, gözler yumuk, boyunlar eğili, ağızlar kilitliydi. ‘Gel!’ diyordunuz, halk karnını yerde sürüyerek ezile-büzüle koşuyor, ayaklarınızın altına sokulup tir tir titriyordu. ‘Git!’ diyordunuz, kapıya kendini zor atıyor, merdivenleri dörder dörder atlayarak canını güç kurtarıyordu. Siz nâzır değildiniz, derebeyliği yaptınız… Siz âmir olmadınız, sergerdelik ettiniz… Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık ettiniz… Efelere taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız; Çakıcı’ya rahmet okuttunuz. Kabakçı’yı gölgede bıraktınız… Biraz daha geçseydi evliya diye ‘Patrona’lara türbe kurup başlarında kandil yakacaktık; ‘Muslî’leri kahraman bilip nâmlarına heykel dikecektik, ‘Sakallı’lara can verip mevkilere geçirecektik.

        ‘As!’ deyince sıra sıra darağaçları kurulur, ‘Yak!’ deyince alev alev meşaleler tutuşur, ‘Bas!’ deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü… Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız; Ali’ye çattınız, Veli’ye bastınız, Ahmed’i kastınız, Mehmed’i kavurdunuz; beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık adam etinden tiksindirdiniz…

        Muhalif mi? Al aşağı… Muharrir mi? Vur başına… Türk mü? Sür ölüme… Rum mu? İste parasını… Ermeni mi? Kes kafasını… Arap mı? Çek ipe… Kadın mı? Gönder eve… Haydut mu? Buyurun köşeye… Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma… Yahudi mi? Sor fikrini… Kalan kimseye at sopayı… Paraları koy cebine, işte sizin programınız bu!

        (….)

        Aşkolsun! At da size yaraşır, meydan da… Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz. Eteklerinizi öptürüp ciğerlerimizi söndürürsünüz. Biz size: ‘Kırk katır mı, kırk satır mı?’ diye soramadık; yarın sizin bize: ‘Ölümlerden ölüm beğen!’ demek artık hakkınızdır.

        Lâyıkımız olan paşalar! Topumuzun kafasını bir kılıçta çıkarmadan nereye?”

        *

        Süleyman Nazif makaleyi bitirdi. Soluk aldı, kahvesinden son yudumu içerken camdan dışarı baktı. Caddeden geçen İngiliz işgal kuvvetlerinin birbirine bağlı birkaç arabadan oluşan nakliye konvoyunu iki katırın çektiğini gördü. Konvoyu çeken katırları başkaları da görmüştü. Üstadın nüktedan vasfını bilen yandaki masadan birisi sordu ona:

        “Nasıl oluyor da bu kadar yükü iki katır çekebiliyor hocam?”

        Süleyman Nazif yapıştırdı cevabı:

        “O da bir şey mi? Koca imparatorluğu bu duruma üç katır sürüklemedi mi?”

        *

        Talat Paşa Berlin’de Charlotenburg’da Hardenberg Strasse’nin 4 numaralı evine yerleşti. Büyük teşkilatçının oradaki adı Mehmet Sai’dir.

        Berlin’i özel olarak seçmişti. Bütün siyasi kariyerini iletişim üzerine inşa etmiş bir politika cambazı olan Talat Paşa, Berlin’in ulaşım ve iletişim imkanlarının gelişmiş bir şehir olduğunu, buradan her yere kollarını uzatabileceğini önceden düşünmüştü. Bolşevikler biraz da burada büyümüşler, buradan onlara da daha kolay ulaşabilirdi.

        Sık sık seyahatlere çıktı. Amacı dağılmış olan eski İttihatçıları tekrar bir araya toplamak, bir güç haline geldiklerinde de Anadolu hareketi içinde kendi gücüyle yer almaktır… Güçlü bir şekilde Anadolu hareketine katılma yolunun, kendisine yakın gördüğü Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’le Sarı Paşa (Mustafa Kemal) arasında baş gösterecek bir çekişmeden geçtiğini düşünüyordu. Düşündüğü örgütlenmeyi ancak Karabekir’in etkili olduğu Doğu Anadolu Bölgesi’nde, kendi eseri olan “Büyük felakette” etkin rol oynamış Kürtler arasında yapabilirdi.

        Kafasındaki yeni Türkiye, İngilizlerle Bolşevikler arasında tampon görevi gören bir Türkiye’dir. O da Anadolu hareketinin “Avrupa temsilcisi” gibi çalışmak istiyordu.

        An gelecek, Sarı Paşa mutlaka kendisiyle işbirliği yapacaktır! Ne de olsa onlara büyük faydası dokunmuş, önlerine çıkması muhtemel engelleri çok önceden o ortadan kaldırmıştı. Eğer bugün “mıntıka” nispeten temizse, Anadolu hareketi hızla gelişiyorsa, bunu çokça ona borçluydular.

        Bu yüzden Sarı Paşa’nın davetini beklemeye başladı. Ancak Sarı Paşa onu hep oyaladı ve ne yazık ki dört gözle beklediği o davet hiçbir zaman gelmedi.

        *

        15 Mart 1921 günü çok tedirgindi. Durup dururken daha önce sarf ettiği “Ben yatağımda ölmeyeceğim” sözü geliyordu aklına. Her gün erkenden uyanıyor, kahvaltıdan sonra sokağa çıkıyordu. Elinde kitapla değil, silahla büyümüş bir komitacı olduğu için evde duramıyordu, okuyup yazmadığı için de oyalanacak başka bir şeyi yoktu. Eşi Hayriye Hanım’ın Murat Bardakçı’ya anlattıklarına göre, o gün bir türlü evden çıkmak istemiyordu. Birkaç kez kapıdan döndü, uzun uzun karısının yüzüne baktı, Paşa’ya bir haller olmuştu o gün, yanında eşi yoksa kendini yalnız hissediyordu. Saat 11’e doğru nihayet sigara ve çorap almak üzere evden çıktı. Sokakta yürümeye başladı. Bir anda arkadan birisinin, “Talat, Talat!” diye seslendiğini duydu. Adını duyan her insanın yaptığı gibi gayriihtiyari döndü, katil onu yakın mesafeden tam alnından vurdu. Kafatası parçalandı. Oracıkta öldü.

        Katil kaçtı, cinayeti görenler peşine düştü. Yakaladılar. Mahkemeye çıktı, annesinin babasının intikamını aldığını söyledi. Bir süre sonra beraat etti.

        Ermenilere Talat Paşa’nın adresini İngiliz gizli servisinin verdiği yaygın görüştür bugün.

        *

        Dersaadet’te sabah ezanları yeni okunmuştu. Havada bıçak gibi keskin bir soğuk vardı. Sirkeci İstasyonu kalabalıktı, Talat Paşa’nın cenazesini getirecek treni bekliyordu heyet. Bir yolcu karşılamanın sevinci değil, aradan 22 sene geçmiş olsa da bir dostu kaybetmenin ağır hüznü vardı bekleyenlerin yüzünde. İçlerinde kadim dostu Hüseyin Cahit Yalçın da vardı. Yalçın o anı şöyle anlattı:

        “Sabah yeni oluyor. Sirkeci garında ekspres katarının gelmesi bekleniyor. Alaca karanlık içinde küçük gruplar halinde ufak bir kalabalık var. Islak ve serin bir sabah. Rıhtımda askeri kıtalar istirahat vaziyetinde. Talat Paşa’nın tabutunu taşıyan vagonu lokomotif iterek başka bir hat üzerinden kapı yanlarına kadar getirdi. Kapı açıldı. Önce Berlin sefaretinin çelengi indirildi. Sonra Türk bayrağı ile örtülü ağır sanduka. Yavaş yavaş indi, şapkalar çıktı. Ve mızıka ağır bir matem havası ile yalnız bu sessiz ve müteessir kalabalığın hüzün ve elemini değil, bütün bir memleketin teessür ve acısını terennüm etti. Sanduka selam durmuş kıtaların önünden yavaş yavaş ilerledi ve bekleyen arabaya girdi.

        İşte 22 senelik bir gurbetten sonra Talat vatana böyle döndü...”

        *

        Anadolu Ajansı’nın verdiği habere göre Talat Paşa’nın na’şını Türkiye’ye getiren tren 21 Şubat 1943 günü Berlin’den İstanbul’a hareket etti.

        Tesadüfe bakın ki, aynı günün hemen hemen aynı saatinde Haydarpaşa Garı’ndan kalkan Erzurum katarı da uzun uzun düdük öttürerek kalktı perondan. Katarın üçüncü sınıf, daha çok yük ve hayvan taşıyan bir vagonu balık istifi, hınca hınç insan doluydu, tam tamına 45 yolcu vardı insan sidiği, hayvan pisliği kokan vagonda. Hepsi İstanbul’un bilinen, tanınan, varlıklı Rum, Ermeni ve Musevi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıydı. Saraçoğlu hükümeti bir sene önce “Varlık Vergisi” diye bir kanun çıkarmış, “Gayrimüslimler”in işareti olan “G” listesindeki o insanlar ne kadar zengin olursa olsun belirlenen meblağları ödeyemedikleri için Aşkale’ye çalışma kampına götürülüyorlardı.

        *

        Etkileri bugün de süren “Büyük felaketin” müsebbibi Talat Paşa’nın na’şı Hürriyet Tepesi’nde toprağa verilirken, aynı anda Aşkale’de harıl harıl cami ve yol inşaatında çalışan mükelleflerin kazma kürek seslerini hiç kimse işitmiyordu.

        Diğer Yazılar