Anne, çocuk ve melek!
Şair Turgut Uyar’ın sözüne kanar da haftanın bir gününe benzetirsem eğer anneyi, anne Cuma günüdür benim de gözümde.
Müminseniz eğer mübarek gündür o gün sizin için. Dinle imanla işim yok diyorsanız iple çektiğiniz haftanın son günüdür.
*
Biz ve bize benzer toplumlarda baba dışarısı, anne içerisidir. Biraz da bundandır belki; sokaklarımızın kirli, ev içlerimizin pırıl pırıl olması… Tam burada Turgut Uyar sözü benden alır:
“anne saklanır, baba koşar, günleri münleri bölerler
anne de baba da parça parça bir geyik yavrusudur”
“Birinin sırtı ince, birinin elleri kalın”dır. Annedir sırtı ince olan. Kalbi ince olan da… Elleri de… İnce gören de… İnce ince süzen de o. Yüzünde zulüm görmüş bir çocuğun hüznü varsa eğer bir kadının, bilin ki çocuğundan ayrı düşmüş bir annedir o. Gözleri yoldur. “soğuk iklimler, kırımlar akar gider derisinden.”
“herkes annesi sanır bir kısır yalnızlığı
oysa herkesin annesi aslında bir baruttur”
*
Ne zaman Sezai (Karakoç) Bey’in (Bey sıfatı bu kadar mı yakışır bir şaire!) “Anneler ve çocuklar” şiirini okusam aklıma annemin anlattığı o hikaye gelir.
Ama önce şiir… O şiir şöyle:
Anne öldü mü çocuk
Bahçenin en yalnız köşesinde
Elinde siyah bir çubuk
Ağzında küçük bir leke
Çocuk öldü mü güneş
Simsiyah görünüyor gözüne
Elinde bir ip nereye
Bilmez bağlayacağını anne
Kaçar herkesten
Durmaz bir yerde
Anne ölünce çocuk
Çocuk ölünce anne
*
Şimdi sıra hikayede:
Dizinin dibine diz kırmışım “Dado”nun. (Biz “Dado” diyoruz annemize, Kürtçede annenin adı “dayik, dayê, dê veya dadê”dir, “dad” “adalet” demektir, “Dado” bu yıl 100 yaşına girdi. İnsan hafızası geriye doğru üç yaşına kadar uzandığına göre demek ki 55 senedir şefkate, merhamete, iyiliğe dair, hayatı kutsayan, kabir azabını hatırlatan hikayeler dinliyorum ondan.)
Anlattığı bir hikaye mi, hikayenin kahramanı olan kadının rüyası mı, zaman zaman karışıyor birbirine. Belki de Andersen’in “Melek” masalındaki çocuğun serüvenine çokça benzediğindendir bu hikayenin beni bu kadar etkilemesi… Hani bir çocuk ölür, melek gelip onu kanatlarına alır, sevdiği neresi varsa oraların üzerinden gezdirir de öyle götürür ya Allah’ın katına, Dado’nun anlattığı hikayedeki annenin rüyası da biraz öyle…
*
Küçük kızını suya kaptıran bir kadın hikayesidir bu. Köyümüzün tam ortasından gürül gürül, süt beyazı bir ırmak akardı. Irmak çeşmemizdi, buzdolabımızdı, havuzumuzdu, banyomuzdu, velhasıl rızkımızın kaynağıydı.
Bahar aylarında aç bir aslana, bir kaplana dönüşür, köyün iki yakasında yaşayanların irtibatını keserdi birbirinden. Böyle bir zamanda bir kadın küçük kızını yıkıyormuş ırmak kenarında.
O sırada sadece suyun sesi var kadının kulaklarında. Yavrusunu yıkarken anne ona şarkı mı söylüyordu yoksa suyun söylediği şarkıya kendini fazla mı kaptırmıştı bilinmez; aniden çıplak çocuk, oltaya yakalanan ama ani bir hareketle avcısının elinden kurtulup geldiği yere, suya hızlıca atlayan bir balık misali kaymış avuçlarından. Küçük elini sudan çıkarıp imdat dileyen kızının arkasından hiç düşünmeden kadın da atlamış ırmağa. Ne kadar sürüklenmişler bilinmiyor, kadın önüne çıkan bir söğüt dalına asılmış ama çocuk henüz önüne çıkan bir dala asılmayı öğrenemediği bir yaştaymış.
O günden itibaren kadın çocuğun suya düştüğü yere oturmuş da oradan hiç kalkmamış. Yalvarmış suya, dua etmiş Yaradan’a, çocuğunu geri istemiş ikisinden de ama belli ki çocuk, tıpkı Andersen’in masalındaki meleğe benzer bir meleğin kanatları üzerine oturarak, çoktan o ırmağı da o köyü de annesini de bırakıp Allah’ın yanına gitmiş.
Kadın uykudan kesilmiş. Günlerce, aylarca uyumamış. Sonra nasıl olduysa artık kara bir gecenin en derin yerinde aniden uykuya dalmış. Bir rüya görmüş.
Sabah uyandığında içinde sevince benzer bir şeyler dolaşıyormuş. Rüya mı görmüş, uyurken yaşadıkları sahi miymiş bilmiyor; çevresinde toplanmış, halini görüp de çaresizlikten bir yardımları dokunmadığı için en az onun kadar kederlenmiş olan köyün kadınlarına gördüklerini anlatmış. Dado da oradaymış, o da dinlemiş anlattıklarını.
Hayatında hiç çöl görmemiş, yine de gördüğü yerin çöle benzediğini anlayan kadın böyle bir yerdeymiş. Her yer sonsuz bir boşluk ve kum doluymuş… Güneş vurduğu yeri kavuruyor, ter damlıyor her yerinden, dudakları susuzluktan çatlamış, bir anda suyun sesini işitmiş. Evet, su sesidir kulaklarına gelen… önce su sesinden ürkmüş… o gün de su sesi vardı kulaklarında… zaten o ses onu hiç terk etmedi ki… Ama suya da varması lazım. Sonra bir anda bütün o çöl su olmuş gözünde, akmaya başlamış kumlar, incelmiş, incelmiş, coşkun akan bir ırmak olmuş bir süre sonra kumlar. Irmağın kenarında sırtı ona dönük, kanatları olan birisini görmüş. Yaklaşmış, kanatlı şey aniden ona dönmüş. Yüzü nurdan, bedeni hamurdanmış ve küçük kızı onun kucağında, annesine gülümsüyormuş. Mıh gibi çakılmış yere, hareket etse kızı da hareket edecek, kanatlı şeyin ellerinden kayıp suya düşecek!
Ürkekçe bir adım daha atmış. Kollarını açmış, kızını almaya yeltenmiş, kanatlı yaratık, “Yaklaşma, alamazsın onu, sadece oradan bakabilirsin,” demiş.
“Ama nasıl olur o benim kızım, bana verin onu” demiş.
Melek “hayır o senin kızın değil artık” demiş. “Ona doyasıya bak, acelemiz var, bizi bekliyorlar orada, gideceğiz” demiş.
“Ama..” demiş kadın, melek yine susturmuş onu.
“Sen merak etme, biz burada ona çok iyi bakıyoruz” demiş ve kızına doymamış anneyi orada gözyaşları içinde bırakarak kanat çırpmaya başlamış, melek bir süre evlerinin, köyün üzerinde alçaktan uçtuktan sonra gittikçe yükselmiş, yükselmiş, yükselmiş..Güneş kadının gözlerini kamaştırmış…
Bakışlarını gökyüzünden indirmiş, orada ne ırmak ne de köy varmış.
Her yer çölmüş…
*
Etrafı çiçek bürümüş, apaydınlık, nereye vardığı meçhul bir yol ağzında ağlayan bir çocuk görürseniz, mutlaka “annemi istiyorum” diyecektir size. Erguvan, erik ve badem çiçekleriyle süslü bütün yollar anneye gider çünkü.
Bir çocuğun elindeki rengarenk balondur anne… Bir annenin elinde çocuğuna götürmek üzere aldığı rengarenk bir balondur çocuk. Balon elinden kaçar insanın bazen, gökyüzüne uçar.
Çocuğun elinde anne, annenin kalbinde çocuk kalır geride. Çocuğun yerine şair Bülent Parlak seslenir anneye:
“anne abartma ölümü, arada çık gel.”
*
“Tohum Ölmezse” adıyla çocukluk anılarını yazmış olan André Gide, elinin altındaki hiçbir biyografide, sözlükte, ansiklopedide hangi isme bakarsa baksın, hiçbir büyük adamın, hiçbir kahramanın anne tarafından kökeni üzerine en küçük bir bilgi bulamamaktan yakınır.
Sahi neden böyle?
*
Şairler içinde “Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” adıyla baba için şiirlerin en güzelini yazmış olan Can Yücel, neden annesine şiir yazmadığının şiirini ise şöyle yazar:
“Nahit Hanım söyledi yine
Neden babama yazmışım da anama şiir döktürmemişim
Kaç kere yazdım cebimden uçup gittiler
Ben on yedi yaşında beni yıkayan
Anneme şiir yazacak kadar şair değilim”
*
Çocuk anneden uzaksa içinde bir özlem gezer, anne çocuktan uzaksa içinde bir ceset gezer. Büyüyünce insan annesinden uzaksa eğer, Haydar Ergülen’in demesiyle, annenin “ılık bir yağmur olup, kanayan yerlerine durmadan yağmasını” ister. Hangi yaşta olursa olsun çocuğu uzaksa, ulaşamadığı bir yerdeyse anneden; anne “yarasına tuz basar”, “acısını göğsüne gömer” bekler, o yara durmadan kanar ve Necip Fazıl’ın demesiyle, “Ne hasta bekler sabahı / Ne taze ölüyü mezar / Ne de şeytan, bir günahı,” onu beklediği kadar.
*
Bugün “Anneler Günü…”
Hassaten; yaz kış, soğuk sıcak demeden, belki bugün belki yarın diyerek çocuklarının yolunu bekleyen “Diyarbekir Anneleri”nin de “Cumartesi Anneleri”nin de “Anneler Günü” kutlu olsun!
Sizin de…