Bak şu Şinasi'nin yaptığına!
Toprağı bol olsun, on parmağında on marifet, bilim adamı, romancı, Ortaçağ uzmanı, eleştirmen, filozof, ben diyeyim “Gülün Adı” romanı, siz deyin Umberto Eco, “Tavukların yolun karşısına geçmemeyi öğrenmeleri tam bir asır sürdü,” der ama biz tavuklar kadar sabırlı değiliz ne yazık ki.
Gerçi tavuk gibi su içip Allah’a bakmak bazılarımızın vazgeçemediği bir alışkanlığıdır hala ama yine de tavuklardan farklı olarak bir an önce her şeyi öğrenmeye, onlara adapte olmaya çalışıyoruz fakat bu çabaya rağmen her geçen gün bilgi anlamında daha da yoksullaşıyor, düşünme bakımından biraz daha tavuklara yaklaşıyoruz.
Onlar hiç olmasa yüz yılda yolun karşısına geçmemeyi öğrendiler, biz hala üst geçit veya alt geçit kullanmayı öğrenemedik.
Ama bu arada hız denilen şeye intibak etmekte üzerimize yoktur. Hepimizin yeleleri adeta alevden, dört nala kalkmış atlar gibi koşuyoruz. Her şey, işimiz, geçim derdimiz, kaygılarımız, gelecek tasavvurumuz, iktidara gelme veya kalma isteğimiz, hayallerimiz büyük bir çığ olmuş, ulaşamadığımız bir yerden kopmuş üzerimize geliyor.
Hayatımızdaki her şey çok çabuk eskiyor.
Eskiden eskiyen şeylerimize yama yapıyorduk, bir süre o yamalı haliyle idare ediyorduk. Şimdi ise hiçbir şey yama kaldırmıyor. Hayatımızda vazgeçemediğimiz aletleri tamir etmeye kalkışsak yenisini almaktan daha pahalıya mal olur bize.
Bu yüzden eskiyen bilgisayarımızın yerine yenisini alıyoruz; telefonumuzun da arabamızın da…
Çünkü günümüzde bu aletler, yerine yenisini almak üzere tasarlanmışlar.
Bir tek değişmeyen kitaptır.
Yine Umberto Eco’ya göre kitap, tıpkı bisiklet, gözlük, kaşık, çekiç, tekerlek veya makas gibi bir kez icat edildikten sonra daha iyisini yapmak mümkün değildir.
Onu değiştiremiyoruz.
*
Bu hengame içinde ilk gürültüye giden gazete oldu. Radyo çıktı, onunla rekabet etmeye başladı, radyoya üstün geldi, televizyon çıktı, onunla savaşmaya kalkıştı, iş zorlaştı ve en büyük darbeyi internet indirdi ona. Ellerimizdeki bilgisayarların, tabletlerin, telefonların içine sığdı gazeteler, bir süre sonra kağıda az kişi (o da eski tiryakiler) yüz vermeye başladı. Gazeteler de mecburi kendini değiştirmek zorunda kaldı, teker teker baskılı hallerinin ölümünü ilan ederek dijitalleşiyorlar şimdi.
*
Eskiden tıpkı sigara, alkol, çay, kahve tiryakileri gibi gazete tiryakileri vardı. Uzun yıllar ben de yaşadım bu hali. Eve bir veya birkaç gazete alır, vakitlerinin önemli bir bölümünü ona ayırırlardı. En iflah olmazları tek gazete bağımlılarıydı. Belki de babadan kalma bir alışkanlıkla tıpkı ekmek gibi gazeteden vazgeçmez, zaten evlerine ekmekle birlikte gazete girerdi. O ceridede yazılı olan her şeye onun bağımlıları iman ederlerdi. Bir de yazar seçerlerdi, o yazarın makalesi, yemekte en lezzetli lokma gibi sona bırakılır, gazetenin tümü okunduktan sonra o makaleyi büyük bir hazla okuduklarının üzerine, yağlı bir yemeğin üzerine içilen Urfa mırrası gibi boca ederlerdi. Böylece rahat bir nefes alır, artık her türlü fikri tartışmaya kendilerini hazır hissederlerdi.
Bir zamanlar Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Rasim, Falih Rıfkı Atay, Refik Halit Karay, Bedii Faik, Peyami Safa, Burhan Felek, Çetin Altan, İlhan Selçuk gibi büyük gazete muharrirleri gazete tiryakilerine bu hissi yaşatan yazarlardı, hepsinin ruhu şad olsun!
*
Matbaa, icat edildikten üç asır sonra geldi memleketimize. Gazete iki asır sonra… Ondan önce birtakım girişimler var ama “ilk özel” gazeteyi hayatımıza sokan Şinasi’dir. Şu “Şair Evlenmesi”nin muharriri şair Şinasi’den bahsediyorum, Fransa’da kaldığı süre içinde gavurdan görmüş… Bakmış ki oranın büyük felsefecileri, romancıları, dil bilimcileri her sabah çıkan gazete denilen varakaya her şeyi yazıyorlar, Fransızlar da sabah sabah o güzelim kahvelerde kruvasan eşliğinde kahvelerini içerken onları okuyor, sonra da etraflarına kendilerine benzeyen başkalarını da toplayarak uzun süre fikir tokuşturuyorlar.
Memlekete gelince bizde neden olmasın dedi ve işe girişti. (Şinasi’nin yaptığı şey; akrabamızdan Übeydullah’ın Cizre’ye, Medresa Sor’a -Kızıl Mederese- dini tahsile gidip oradan teyp denilen aleti getirmesine benzetiyorum; çocuktum, gece yarısı uyandırmışlardı beni, böyle kutu gibi bir alet vardı artık okuyup “mela” (imam) olan Übeydullah’ın elinde, kırmızıya ve yanındaki düğmeye basınca seslerimizi alıyordu, ben de Ali Ekber Çiçek’ten “Nasıl yar diyeyim ben böyle yara” türküsünü söylemiştim, teyp kaydetmişti, Mela onu köydeki ablalarıma götürecekti, ev ahalisi de köydeki akrabalara seslenmişlerdi, hepimiz büyülenmiş bir halde seslerimizi dinlemiştik.)
Şinasi, Agah Efendi ile ortak oldu. 1861 yılında “Tercüman-ı Ahval” diye bir gazete çıkardılar. Gazete ilk piyasaya çıktığında, muhtemelen Mela’nın teybi o gün bizim evde nasıl karşılandıysa, İstanbul’un münevver mahfillerinde de öyle karşılanmıştır.
*
Şinasi’ye göre ahali denilen bir şey vardı. Ahalinin haber alma hakkı vardı. Ahalinin menfaatleri diye bir şey vardı. Ahali menfaatlerini koruyabilirdi. Ahali varsa sesi de olmalıydı. Gazete ahalinin sesiydi. Gerçi ahali pek okuma yazma bilmiyordu ama olsun, nasılsa münevver diye bir şey vardı. Münevver ahalinin yerine yazacak, onun menfaatlerini müdafaa edecek, okuma bilmeyen ahalinin yerine gazeteyi de o okuyacaktı. Olur da “takıldığı” muhitlerde ahaliye benzer birileriyle karşılaşırsa, Tanzimat’ın getirdiği yenilikleri bir de sözlü olarak ona anlatacak, böylece onun dili, kulağı ve gözü, hatta velisi olacaktır. Münevverin işi de budur zaten.
*
Ancak bizim ilk gazetemiz sadece 26 sayı çıkar, Şinasi Agah Efendi ile ayrılır.
Şinasi bu, cıvan, akıllı, yenilikçi ve cıva gibi, Bab-ı Ali’de durduğu gibi durmuyor, bu kez bir sene süren bir çalışma sonucu “ilk fikir gazetesi” olarak kabul edilen “Tasvir-i Efkar”ı çıkarır. Bu durumda bizde “fikir” Şinasi sayesinde tam tamına 160 yıldan beri “piyasaya malı”dır.
Şinasi gazeteye inanıyordu. Ona göre gazete ahalinin dilidir. O bir medeniyet varakasıdır, gazete demek medeniyet demektir. Bir elçidir, yenilikleri ahaliye ulaştırır. Hatta Şinasi bu “ahali” işini -sonradan halkçılık dendi- yani “halkçılığı” o kadar önemser ki Ziya Gökalp ondan etkilenir, onu biraz daha ileri götürür, Atatürk de Ziya Bey’den alır kendi “ilkelerinden” biri haline getirir.
Yeni yazı ve şiir dilinin kurucusu olarak kabul edilen Şinasi’nin bir başka vasfı da yeni bir “gazete dili” yaratmış olmasıdır. (Yanlış anlaşılmasın, günümüz gazetecilerinin çok sevdiği “mayolar yürek hoplattı”, “fiyatlar cep yakıyor” gibi klişelerde, “şeklinde konuştu” gibi deyimlerde Şinasi’nin en ufak bir dahli yoktur!)
*
Fikirler, Şinasi’nin gazetesi aracılığıyla piyasaya çıkar. Böyle böyle gazete ahalinin “ifade aracı” haline gelir. Olur da ne olur? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle, muharrir “sınıf” değiştirir, “devleti bırakıp ahalinin yanına” geçer.
Yani aslında olması gereken bu. Çünkü medeni dünyada gazete muharririne bu işi yapsın diye para veriyorlar. Bizimkiler de bu amaçla divitlerini mürekkebe batırır, gazetede her şeyi yazmaya başlar, fizik, kimya üzerine bile makaleler yazılır, heyecanlı mahalli hikayeler (Yorgancı Mehmet’in başından geçenler gibi) kaleme alınır ve Şinasi ilk defa yine Fransa’dan gördüğü üzere tefrika işine girişir, önce kendi eseri olan Türk edebiyatının ilk tiyatro eseri olan “Şair Evlenmesi”ni imzasız, sonra da Rumcadan tercüme başka bir eseri tefrika eder, böylece günümüzün televizyon dizilerine uzanan bir geleneği de başlatmış olur ki Allah Şinasi’den razı olsun, yoksa evde sıkıntıdan patlardık!
*
Ahmet Hamdi’ye göre gazete hiçbir yerde bizde oynadığı role benzer bir rol oynamamıştır. Başka memleketlerde gazete haber ve fikri topluma yayma aracıdır. Arkasında bir fikir dünyası vardır.
Bizde de hakiki manada bir kürsü olur. Fikir onun sayesinde kıymete biner, yapıcı bir unsur olarak hayata girer. İlk öğretmenimiz gazetedir. Topluma okuma zevkini aşıladı. O zamana kadar kapalı bir zümrenin tekelinde olan fikir yine Ahmet Hamdi’nin deyimiyle “umumun malı haline geldi.” Yukarıdan gelen direktiflerin yanında, aşağıdan gelen talepler de değerlendi, ciddi bir kamuoyu oluştu. Edebiyat onun sayesinde piyasaya çıktı. Şiir hakeza, onun sayesinde yaygınlaşmaya başladı. İlk roman, ilk tiyatro, ilk tercüme eser örnekleri gazetede yayınlandı. İlk köşe yazarı Şinasi’dir. İlk şiir çevirisini o yaptı, gazetede yayınladı.
Şinasi’nin gazetesi o kadar heyecanla karşılandı ki, bazı sayıları 24 bin gibi ciddi bir tiraja ulaştı. Memlekette ilk “abonelik” sistemini o kurdu, hayata geçirdi.
*
Bu kadar etkili bir araç haline gelmesi, zamanla gazeteleri ve gazetecileri kendilerini her şeyin üstünde gören bir konuma yerleştirdi. Devlet de onlardır, ahali de... Çoğu zaman gazeteler kendilerini ikisinin de yerine koydu. “Dördüncü kuvvet” olarak kendilerini telakki etti. İktidarlara direktif verdi, darbecilerin yanında sıraya dizildi, zamanı geldiğinde kendi yazarlarını bile “andıçladı”, Ahmet Kaya gibi sanatçıların sürgünde ölmelerine neden oldu. Astıkları astık, kestikleri kestikti!
Eskiden de böyleydi. Misal, 31 Mart darbesi sırasında, 1908 darbesinden sonra İttihatçıların çıkardığı ve başına Hüseyin Cahit Yalçın’ı koydukları “Tanin” gazetesini isyancılar basar, Hüseyin Cahit sanarak Lazkiye mebusu Mehmet Aslan’ı öldürür, gazetenin matbaasını darmadağın ederler. Yıllar sonra İkinci Cihan Harbi’nin son günlerinde aynı Hüseyin Cahit Yalçın tekrar çıkardığı “Tanin” Gazetesi’nde yazdığı “Kalkın Ey Ehli Vatan” başlıklı yazısıyla bu kez faşist bir güruhu harekete geçirir, aralarında Süleyman Demirel’in de bulunduğu bir grup sağcı öğrenciyi Zekeriya-Sabiha Sertel’in çıkardığı solcu “Tan” gazetesinin üstüne salar, tıpkı 31 Martçıların “Tanin”e yaptıkları gibi “Tan”ı ve matbaasını darmadağın ederler. Yanlarında kırmızı boya getirmişlerdi, Sabiha Hanım’ı, Zekeriya Bey’i ele geçirselerdi o boyayı sürüp sokaklarda çırılçıplak dolaştıracaklardı; "kızıl komünisttiler" ya, kızıla boyamasalar ahali onların kızıl komünist olduğunu nereden anlayacaktı!
*
Memleketimizde ilk özel gazeteyi kuran Şinasi, bir “dil ihtilalcisi”ydi. Gazete aracılığıyla, edebiyat ve eğitim yoluyla halkı değiştirmeyi (“Cehalet baskıcı yönetimleri besler”) kafasına koymuştu ama bu işin “dili değiştirmekten” geçtiğini biliyordu. Bu alanda muazzam değişikliklerin öncülüğünü yaptı. Türkçede kısa cümlenin mucididir. Ağdalı Osmanlıcayı bir kenara bırakıp ahalinin Türkçesine kıymet verdi.
Kendisini Paris’e “siyasal iktisat” okumak üzere gönderen Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa hayranıydı. Onun için yazdığı bir şiirde şöyle bir dize geçer:
“Eyâ ahali-i fazlın reîs-i cumhûru!”
İşte “Reisicumhur” kavramı ilk defa Türkçeye o gün bu dizeyle girdi, bu kelimenin mucidi de Şinasi’dir ki o sırada Montesquieu hariç, henüz kimse Cumhuriyet’ten bahsetmiyordu.
Ziyad Ebüzziya’ya göre Bitlis’ten Bolu’ya gelip yerleşmiş, Şumlu kuşatması sırasında şehit düşmüş muhtemelen Kürt bir babanın oğlu olan Şinasi’nin beynine giren bir ur onu daha 45 yaşında öldürdü. Ayaspaşa Mezarlığı’na gömüldü. 1928 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü’nden İstanbul Belediye Başkanlığı’na atanan Muhittin Üstündağ döneminde, 1934 yılında bu mezarlık kamulaştırıldı. Kısa sürede mezarlıktaki bütün mezar taşları inşaat temellerine atıldı. Şinasi’nin de mezarı bu kıyımdan nasibini aldı. Kabri, mezarlığın üzerine inşa edilen Reşat Ekrem Koçu’nun deyimiyle “şeddadi apartmanların” ve Atatürk Kültür Merkezi (AKM)’nin altında kaldı, kayboldu.
Türkiye’de ilk özel gazeteyi kuran o kıymetli insanın mezarı bugün yoktur!
*
Hegel, “Gazete okumak modern insanın günlük duasıdır,” der.
O günlük dualar sanal alemde uçuşuyor şimdi.