Hasan'dan bize "Kalan"
Gecenin geç bir saatinde, salondan kalkıp yatak odasına giderken karım içerden seslendi, “Hasan Saltık ölmüş ya!” dedi. “Hadi be!” lafı çıktı ağzımdan ve yatağa giden yol uzadı, uzadı, uzadı, yüz yıl oldu.
O gece gördüğüm hiçbir rüya kalmamış aklımda. Uyudum mu, bir ömrün içinden yuvarlandım mı, avucumda bir tutam tuz hatıra mı çağırdım, elimde değnek hatıra mı kovaladım bilmiyorum; sabah çok erken bir saatte kendimi sokağa attım.
Nazım Hikmet’in öldüğü gündü.
Haziran, kızgın bir kurt olmuş şehre inmişti. Erken bir saat olduğu halde güneş yakıcıydı. O saatte sokakta olan herkes telaşlıydı. Zaten bu saate telaşı olmayan sokağa çıkmaz ki. Birisi bir yere yetişir, birisi işine gider, çocuklar okul yolunda, otobüsler tıklım tıkış, esnaf yavaş yavaş kepenk açar. Herkesin acelesi var, kimse kimsenin yüzüne bakmaz. Birbirinden habersiz insanların zihninden fırlayan binlerce düşünce havada birbiriyle çarpışır, o kadar.
Bu saate aylakların işi yoktur sokakta.
Galiba sokakta “işi olmayan” sadece benim. Hayır benim de “işim” var bu sabah, ölen dostumu gezdireceğim!
*
Küçük parka girdim. Akasya ve ıhlamur ağaçlarının yapraklarından sıyrılan güneş ışıkları birer mızrak gibi saplanıyor çimenlere. Gölgeler serin...
“Haydi konuş, hafıza!” dedim. Bu aslında bir kitap adı. Rus asıllı büyük yazar Nabokov’un sıra dışı biyografisine verdiği isim. Sıra dışı bir yaratıcının biyografisi de sıra dışı olur zaten.
Sahi, biz ne zaman tanıştık Hasan’la?
Biz tanışmadık ki, karşılaştığımızda tanışıyorduk zaten… Ama yine de o günü hatırlamıyorum. Dün gibi yakın, bir asır gibi uzak…
Nasıl başlıyordu Nabokov serencamını anlatmaya:
“Beşik bir uçurumun üzerinde sallanır ve sağduyumuz bize, varoluşumuzun iki ebedi karanlık arasındaki kısa bir ışık çakmasından başka bir şey olmadığını söyler.”
Bütün bir ömrün sığdığı “bir ışık çakması”… Göz açıp kapayıncaya kadar... Bir soluk alışverişi misali…
Nabokov’la akraba bir yazar olan Proust daha önce atılmıştı öne:
“Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise tesadüfe bağlıdır.”
Proust, büyük bir tesadüfle rastladı ona. O, çaya batırılan bir kurabiyeydi.
Biz kurabiye değil de, daha çok bisküvi batırız çaya.
Çocukluğumuz çakışmadı Hasan’la ama hayat yolculuğumuz yakındır birbirine. O “rejimin lanetlediği” bir yerde Dersim’de; ben rejimin “yol burada bitsin de kimse öteye gitmesin”dediği benzer bir sürgün yurdunda, Hakkari’de gelmişim dünyaya. İkimize de kamçılayan dağın öteki yüzüne dair merakımızdı. Ben kelimelerle dilimdeki kağıt kesiğinin yarasını deşerken, o başı yukarıda, kanayan dilinde bir ıslıkla bir melodinin peşine düştü. Kelimeler “yarayı kanattığı”, ezgiler de o kanı coşturduğu için arkadaş olduk belki de…
Her karşılaşmamızda coşkulu, uzun bir “Hasaaannn!” çıktı ağzımdan, “Nasılsın” demeden “Mükemmelim” dedi bana.
*
Proust’un hafızasını bir maymuncuk gibi açan “çaya batırılmış kurabiye” benzeri Hasan’a dair hafızamı tazeleyecek bir şey, bir nesne aramayacağım bu sabah. Oysa o kadar çok şey bıraktı ki bana, size, bize… Sadece televizyonun altındaki dolabın kapaklarını açsam binlerce ses hücum edecek bana. Armonik bir gök gürültüsüne maruz kalacağım. Unutulmuş sesler, unutturulmuş sesler… Silinmiş sesler, kazınmış sesler… Kimisi ağaç gövdelerine sinmiş, kimisi bir dağ keçisinin boynuzlarına… Düz bir kayaya kimisi, kimisi mağara duvarına… Derin bir mezardaki bir kolyeye kimisi, kimisi aşktan mustarip bir meczubun boynundaki muskanın içine… Kimisi kem gözlerden sakınmak için koluna taktığı pazıbendin içine, kimisi kalbinin üstündeki gezdirdiği hamaylıya. Çocuğunu dağ başında boş bir hülyanın peşinde yitirmiş, başından aşağı kül döken bir annenin ağıtı gibidir kimisi, kimisi Dersim katliamından artakalmış bir çocuğun iniltisi… Kimisi kayalara çarpar, kimisi suya katılır, kimisini rüzgar alıp götürür, kimisi askere giden bir mektup zarfının içinde gurbete gider.
*
Yazının bir yerinde ne zaman tanıştığımızı hatırlamadığımı söyledim. Yazı hafızayı tazeler. Yazının burasında geldi aklıma. 12 Eylül darbecileri Kürtçeyi kanunla yasaklamışlardı. 1990’ların başında Turgut Özal bu yasağı hafifletti, Sivas’ta yakılan Hasret Gültekin aradı, Kürtçe bilen birisini arıyorlarmış, Şivan Perwer’den vekaletname almış olan Murat Öztemir’le gittik ona. Hasan’ı o gün tanıdım. Hasret’le birlikte Şivan Perwer’in bir albümünü “yasal yollardan” onlar yapacaktı, henüz “Kalan” kurulmamıştı, sene 1990’dı. Hep birlikte Şivan Perwer’den bir seçme yaptık. İlk seçtiğim parça “Kirîvo” oldu. Bu parça o “yasal albüme” “Kirvem” diye isim oldu. Kültür Bakanlığı bandrol vermek için güftelerinin Türkçelerini istiyordu. Kürtçe söylemeye izin vereceklerdi ama yazmaya değil. Söyleyince vatana bir şey olmuyordu ama yazarsan maazallah vatan bölünebilirdi! Oturdum, birebir çevirdim sözleri, sonra çevirdiklerimi okurken katıla katıla güldüm.
Kürtçeden Türkçeye ilk çeviri faaliyetime bir parça da Hasan vesile oldu.
*
Zamana inanmıyor Nabokov, esas olan zamansızlıktır! Zaman acı verir… Zamansızlık ise haz yaşatır insana… Kendini zamansızlığın hazzına teslim ederken, zamanı unutursun.
En çok Hasan yeni bir ses bulup çıkardığında, “Moruk dinle hele” diye birçok arkadaşına gönderdiği gibi bana da gönderdiğinde yaşadım ben “zamansızlığın hazzını”. Aynur’u “keşfettiğinde” ilk defa yaşatmıştı bu hissi bana. Gümbür gümbür “keça kurdan”ı söylüyordu Aynur, “dar hejîrokê”yi… “Hasan, bu ne zalım ses böyle” demiştim, Hasan sanki şu anda huş ağacına yaslandığım gibi yaslanmış duvara, dudağının kenarında gururlu bir gülümseme, bulup çıkardığı şeyi bir dostuyla paylaşmanın verdiği hazzı yaşayan ukala bir kaşif edasıyla bakmıştı bana.
Hayatı aramakla geçen her kaşif, en çok aradığıyla karşılaştığı an mutlu olur zaten.
*
Benim doğduğum sene bugün ölen Nazım Hikmet “akasyaların ötüşü”nden bahseder karısının uykudan uyanış anını anlattığı şiirinde. Bu küçük bahçede gezinirken kalbime saplanan acı akasya kokusundan mı, Hasan’ın ölümünden mi, karışıyor birbirine.
“İstemem kimsenin öldüğünü
Bırak rüzgâr, bırak anlatayım.
Bir ulu meşenin dibine otur sen
Göğsünde yatayım”
Şairler de olmasa, Turgut Uyar bu dizeleri yazmasa akasyanın, ıhlamurun birbirinin içine karışmış taze rahiyasından destur isteyip yatmayacağım hatıraların göğsüne.
Her hatıra başka bir hatıranın kapsını açar. Mekan zamanın yerine geçer, renklerle sesler cenge tutuşur böyle anlarda.
“Benim doğduğum coğrafyada seni deli edecek bir dünya ses var, ister misin Hasan?” demiştim vakti zamanında.
İstemez mi? Hakkarili altı dengbêj’i; yine onun "yol verdiği" Kardeş Türküler'den Vedat Yıldırım’la beraber oradan alıp getirmiştik İstanbul’a. Otelde yatırmış, yedirmiş içirmiş, gezdirmiş, stüdyoya sokup saatlerce söyletmiştik, Hasan da hepsini kaydetmişti… Bütün masrafları Hasan üstlenmişti. Hasan’ın “kayıp bir sese”, duyulmamış bir ezgiye feda edemeyeceği şeyi yoktu. Yetinmemiş, Vedat’la Hakkari’ye gitmiştik, bir dünya “stran” derlemiştik, sonradan iki CD halinde “Kalan”ın çıkardığı “Eyhok” albümüne (Hakkari Halk Şarkıları) yine o vesile olmuştu.
Stranları müptelalarının dilinden düşmeyen Hakkarili gençlerin oluşturduğu “Lawje Grubu”na bir albüm yapması için (her zaman o keşfedecek değil ya) sadece bir telefonum yetmişti.
Uzun bir notaydı Hasan Saltık yakınımın uzağında, uzağımın yakınında!
*
Günümüzde, doğmadan önceki halini görebilir insan. Annenin karnındayken, Nabokov’un demesiyle, “doğum öncesindeki uçuruma”, çekilen filmler aracılığıyla “serinkanlı bir şekilde” bakabilir insan. Ama “saatte dört bin beş yüz kalp atışı hızla” yetişmeye çalıştığı öteki uçurumu, yani ölümünü göremez.
Sahi Hasan saatte kaç yüz kalp atışıyla gitti o uçuruma, hızın neresinde tekledi, neresinde sendeledi, aklına hangi türkü düştü giderken?
Hasan, müzik dinlemekten çok müzik dinletmeyi severdi.
*
İlk duyduğumda, “Kalan” ne güzel isim diye düşünmüştüm işi müzik toplamak olan bir müesseseye. “Bize kalan”, “arta kalan”, “miras” diye düşünmüştüm anlamını. Sonra Hasan’la tanışınca öğrendim, meğer doğduğu şehir Dersim’in bir diğer adı da Kalan’mış. O zaman farkına vardım. Bu ismin mirasla, bize kalan şeylerle bir ilgisi yok. “Ka” hecesini yumuşatarak okuyun, “lan”ı da içindeki “a”yı incelterek, “Kalan” olur ki, Kürtçede “pirlerin yurdu” anlamına gelir.
“Eyvallah şahım eyvallah
Hak la ilaha illallah
Eyvallah pirim eyvallah
Adı güzeldir güzel şah”
*
İda dağındaki o bahçeye beni de götürdü, başka dostlarını da, Neşet Ertaş’ı da… Onu o bahçenin ve içindeki evin sahibi yapan Tuncel Kurtiz’di. Bahçede o kadar çok incir vardı ki… Bir de erken baharda erken olgunlaşan o karadutlar… Ölüm döşeğindeyken koca Neşet Abdal, bu beyaz badanalı odadan çıkar çıkmaz onu tekrar o dutlara götürmesini istemişti Hasan’dan, Abdal’ın son dileğiydi.
İda dağında şimdi ne Abdal Neşet’in “gelenden gidenden Zahide’nin halını soran” türküsü ne Tuncel Abi’nin “derine, daha derine” diyerek haykırdığı şiiri ne de Hasan’ın ikisine bakarken bütün bedenine yayılan o munis gülüşü var.
Birisi türkü söylüyor, birisi şiir okuyor şimdi mutlak zamansızlığın hüküm sürdüğü cennette; Hasan da fazla bekletmedi, dem tutmaya gitti şimdi iki dostunun yanına.
*
Hafıza bir mezarlıktır. Orada binlerce ölü yatar.
Ölüm hatıralara benzer. Unutulur da hatırlanır da.
Hasan’ın saatte dört bin beş yüz atışla depara kalkan kalbi, yokuş yukarı şaha kalkmış bir atın tökezlemesi gibi tökezledi, o hızla çarptı hayata.
Aynı anda; vakti zamanında fısıltıya, onun sayesinde şimdi mahşeri bir koroya dönüşmüş olan bütün o memleket sesleri bıçak gibi kesildi. Kısa bir an için kesif bir sessizlik çöktü yurdun her yerine.
Sonra derinden, zikre benzer, coşkulu bir salavat gibi “Şükran sana ya Hasan” diye başlayan bir ezgiye dönüştüler.
Ondan bize “Kalan” o sesler, en kıymetli hazinemizdir bizim.