Ayhan Işık, Nubar Terziyan ya da adından, soyadından korkmak!
Pazar günü yayınlanan, Yılmaz Güney’den yola çıkarak hatıralar üstüne bir şeyler söylemeye çalıştığım yazım üzerine, kalubeladan beri arkadaşım olan Mustafa Erdoğan aradı, yazının içinde geçen Sami Hazinses bahsinden çok etkilendiğini söyledikten sonra, “Hatırladığım kadarıyla, Ayhan Işık ölünce Sami Hazinses gazeteye ‘oğlum öldü’ diye bir ilan vermiş, Işık’ın ailesi de onu tekzip etmiş falan” dedi.
Belki birçoğunuzun malumudur ama benim ilk defa duyduğum bir şeyden bahsediyordu Mustafa. Heyecanlandım, telefonu kapattıktan hemen sonra Mösyö Google’a başvurdum. Evet Ayhan Işık’ın ölümünden sonra böyle bir şey olmuş ancak olayın kahramanı Sami Hazinses değil, Nubar Terziyan’dır.
*
Hikaye her açıdan çok hazin bir hikayedir, üzerine birkaç yazı yazıldı ama yine bir kez de ben anlatmak istiyorum.
*
Cumhuriyet dönemine kadar sinemada Müslüman kadınlar boy göstermezdi zira kadınların sinema, tiyatro gibi gavur icadı “haram” işlerle uğraşması günah sayılıyordu. Bu yüzden sinemacılar da kadın oyuncu ihtiyacını hep gayrimüslimlerden karşılıyorlardı. Cumhuriyetten sonra Müslüman kadınlar da filmlerde rol almaya başladı, lakin birçok gayrimüslim oyuncu bir hayli ünlenmişti bu alanda.
Ancak Cumhuriyet tarihinin bir dönemi var ki bu dönemde, bütün zenginliklerimiz, kültürel çoğulculuğumuz “teke” indirilerek herkes kanun yoluyla “Türk” olmaya zorlandı. Hatta dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 18 Eylül 1930 günü Ödemiş’in Gölcük yaylasında “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır,” diye bir efelendi, bir efelendi, yer gök sarsıldı.
Efenin zaliminden korkmamak her babayiğidin harcı değildir. Herkes hızlıca sindi. Bu dönemden başlayarak zaman içinde Kürtler dillerini, sinemaya giren Ermeni sanatçılar da isimlerini, soyadlarını unutmaya çalıştılar. (Daha sonra 6-7 Eylül’de Rumların başına gelenler ise herkesin malumu...)
“Kirkor Cezveciyan” “Kenan Pars” oldu, “Adela Naşit” oldu “Adile Naşit”, “Danyel Bayıran” “Danyal Topatan” oldu, Vahe Özinyan” “Vahi Öz”, “Samuel Agop Uluçyan” oldu “Sami Hazinses… Bu “karambolden” “Ayhan Işıyan” da “Ayhan Işık” oldu.
İçlerinden bir tek Nubar Terziyan adını değiştirmedi, gururla taşıdığı Ermeni kimliğiyle ölünceye kadar bizden biri olarak aramızda dolaştı.
*
Eğer bir toplumun bireyleri adlarından soyadlarından, dillerinden, her türlü kimliklerinden korkar hale gelmiş, onları gizlemek zorunda kalmışlarsa orada katmerli bir faşizm var demektir.
Tarih; kendi kendine aşık, yeryüzünde yaşayan en şanlı, en soylu, en becerikli, en büyük millet olarak sadece kendisini gören, kendinden küçük, hakir gördüğü “ötekini” korkutarak, sindirerek isimlerini, soy isimlerini değiştirecek bir korku ortamı yaratarak var olmaya çalışan toplumlardan tiksinir. Tarih defterinin güzel sayfalarında onların şiiri yazılmaz. Tam tersine kirli sayfalar düşer onların payına. Bu durumun müsebbibi o toplumun bireyleri değildir. Çünkü faşizm aşağıdan yukarı bulaşan bir illet değildir, onu ahali getirmez. Yukarıdan aşağıya yayılır faşizm. Bir seçkinler ideolojisidir. Büyük yenilgiler almış toplumun muktedirleri, iktidarlarını sürdürmek için o yenilgi kadar büyük zaferlere ihtiyaç duyarlar. Zafer savaşla kazanılmaz her zaman, bazen "ideale" ulaşmak için o kadar büyük yalanlar uydurursun ki, bir süre sonra o yalana kendin de inanır, onun bir parçası haline gelirsin.
1930’lu yılların “tek tipçiliği” de “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası da “Şark Islahat Planı” da “Güneş Dil Teorisi” de “Türk Tarih Tezi” de hep o büyük “idealin” bir arayışıdır.
O ideale ulaşıldı mı, bilmem. Bildiğim tek şey, bir yığın “ötekinin” sahte isimle kimliksizleşmesinden, bir yığın insanının dilinin başına bela olmasından başka bir işe yaramadı o arayış.
Bu yüzden, her dilin kendine özgü bir suskunluğu vardır; büyük kitleleri de harekete geçirme yeteneği olan faşizm korkusu karşısında herkes en derininde yatan acısını hep saklı tutar bir yerinde.
*
Nubar Terziyan korkmadı, bu acısını gizlemedi. Çünkü şunu çok iyi biliyordu. İyi insan olmak insanın taşıdığı isimden, mensubu olduğu dinden, aidiyetinden bağımsızdır. Yani adın Ahmet olduğu zaman daha iyi, Samuel olduğu zaman daha kötü insan olmuyorsun veya tersi... Daha güçlü olan daha iyi değildir. Daha güçlü olan daha haklı da değildir. Yeşilçam filmlerinde imam rolünü oynadığı zaman Nubar Terziyan’ın Hıristiyan olduğu hangimizin aklına geldi ki. Al yanaklarına oturmuş olan o iyilik meleği, ölünceye kadar onu terk etmedi. O da bunu bildiği için rol aldığı yüzlerce filmde hiç “kötü adamı” oynamadı. Hep karşımıza bir dede, bir doktor, bir sütçü amca, bir iyi polis rolleriyle çıktı.
Hatıratına “Ne İdim Ne Oldum” (İletişim Yayınları) adını verdi. O kitapta dedi ki:
“Nubar Baba, şimdiye kadar sinemadan ne kazandın?’ diye soracak olursanız onu da söyleyeyim arkadaşlar. Feriköy’de bir katım, Silivrikapı’da bir mezarım var... Gözüm açıkken nerede yatacağımı biliyorum, kapandıktan sonra da nerede yatacağımı biliyorum.”
Yine “arabam olsaydı, ona biner giderdim, kimse beni fark etmezdi. Oysa şimdi otobüse, minibüse biniyorum, beni gören herkes, ‘Buyur Nubar Baba’ diyerek yer veriyor bana. Bu mutluluğu zengin olsam yaşayamazdım.”
*
Yavuz Turgul’un; kapıları kıran eski Yeşilçam melodramlarının modası geçip 80’li yılların sonunda onun yerine “sanat sineması” furyası başlayınca işsiz kalan bir eski yönetmenin serencamını anlattığı “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” filminde şöyle bir sahne var.
Film içinde filmin ana karakteri, bir çekim sırasında kalp krizi geçirir ölür. Bir sonraki sahnede na’şı musalla taşında Şener Şen, Nubar Terziyan, Sami Hazinses, Cevat Kurtuluş, Yaman Okay ve imam cenaze namazındalar. Nubar Terziyan, bu sahnede gerçek Nubar Terziyan olarak vardır, kendini oynar.
Şener Şen’le arasında şu diyalog geçer:
“Nubar.”
“Ne?”
“Sen Ermeni değil misin?”
“Ermeni’yim!”
“Namazda ne işin var?”
“Napıyım, cemaat o kadar az ki adama ayıp olacak...”
Tanıdığı bir kimsesiz Müslümanın cenaze cemaatini çoğaltmak için mensubu olduğu dinin buyruklarını bir kenara bırakarak anında ötekinin yanına koşacak kadar bizden biriydi Nubar Terziyan.
Sanki hacca gitmiş gelmiş de bir daha harama el sürmeyeceğine, kimseye zarar vermeyeceğine yemin etmiş bir tövbekar gibi...
O yüzden o herkesin “Nubar Amcası”ydı; Ayhan Işık’ın da… Ayhan Işık da çok sevdiğinden onun “oğlu”ydu.
*
Bazı günler hiç çıkmaz hafızamızdan, 16 Haziran 1979 günü birçok kişi gibi, benim de kaldı aklımda. O gün Ayhan Işık öldü. Haber memleketin ortasına bir meteor gibi düştü, bir kasırga gibi yayıldı her yere. Büyük haberdi, bir anda matem havasına büründü bütün ülke, sinemanın gelmiş geçmiş en büyük starlarından birisi “balkonda güneşlenirken” beyin kanamasından ölmüştü!
Ayhan Işık’ın ölümünden en çok etkilenenlerden birisi de ona “oğlum” diye hitap eden Nubar Terziyan’dı, acısını hafifletmek için çok “samimi” bir ilan verdi gazeteye, ilan şöyleydi:
“Oğlum AYHAN, Dünya fanidir, ölüm herkese nasip ama sen ölmedin. Zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların kalbinde yaşıyorsun. Ne mutlu sana. Çok kısa oldu senin için hayat. Ruhuna Fatiha, nur içinde yat.
Amcan: NUBAR TERZİYAN.”
Ayhan Işık’ın ailesi, “Tonton Baba” lakaplı, Ayhan Bey’in “amca” diye hitap ettiği bir meslektaşının verdiği ilana teşekkür edeceğine, ilandan telaşlandı, fena halde rahatsız oldu. Kimliğini hiç gizlememiş olan Nubar Terziyan’ın Ayhan Işık’a “amcan” diye seslenmiş olması “yanlış” anlaşılabilirdi!
Vay be, demek Nubar Terziyan Ayhan Işık’ın amcasıdır, o halde Ayhan Işık da Ermeni’dir!
Hiç kimse, “Ermeni olsa ne çıkar, uzun yıllar TDK genel sekreterliği yapmış olan ve Mustafa Kemal’e ‘Atatürk’ soyadını öneren üç kişiden birisi olan asıl adı Hagop Martayan olan Agop Dilaçar da Ermeni değil miydi” demedi bu incelikten, insanlıktan nasibini almamış aileye?
Sinemaya girdiği sırada “Işıyan” olan soyadını “yanlış anlaşılır” diye “Işık” olarak değiştiren Ayhan Işık’ın ailesi hiç vakit kaybettirmeden Nubar Terziyan’ın “taziye ilanına” karşılık bir “tekzip ilanı” yayınlar ki, o da şöyledir:
“ÖNEMLİ BİR DÜZELTME
‘Amcan Nubar Terziyan’ imzasıyla çıkan ilanla sevgili varlığımız AYHAN IŞIK’ın hiçbir ilişkisi yoktur. Akrabalar verdiğimiz aile ilanında isim isim ve teker teker belirtilmiştir. Görülen lüzum üzerine üzüntüyle duyururuz.
AİLESİ”
Bu tarihin gördüğü en münasebetsiz, en çirkin, en akla aykırı, en nezaketsiz, en yaralayıcı, en zalim “tekzipten” sonra fikrini soran gazetecilere mahcup mahcup bakar Nubar Terziyan, sonra gözlerinden bir damla yaş gelir, sadece şunu söyler:
“Kötü bir niyetim yoktu ki!”
*
Ayhan Işık’ın eşi Gülşen Işık "tekzip" ilanının çıkmasından hemen sonra 22 Haziran 1979'da gazetelere yaptığı açıklamada "Nubar Terziyan, Ayhan Işık'ın amcası olmadığı için bu ilan aile meclisinin kararıyla verilmiştir ve tekzip mahiyetindedir," dedikten otuz altı sene sonra, 2015 yılında bu kez “tekzip” ilanını ret etti, kendisinin de Rusya’dan gelmiş bir Ortodoks olduğunu söyledi gazeteci Cengiz Semercioğlu’na. Ayhan Işık’la evlendiğinde soyadının “Işık” olduğunu, “Işıyan”ı neden değiştirdiğini bilmediğini söyledi, ilanı ailenin içinde “kraldan daha kralcı” birilerinin verdiğini belirtti.
*
“Kirkor Cezveciyan” adını “Kenan Pars” yapmasaydı da bizim için o gaddar patron olacak; “Adela Naşit” adını “Adile” yapmasaydı da o “kuzucuklarının” Adela Teyzesi olacak; “Danyel Bayıran” adını “Danyal Topatan” yapmasaydı da o sevimli Danyel Bayıran olacak; “Vahe Özinyan” “Vahi Öz” olmasaydı da bizim için o komik aşçı "Vahe Özinyan" olacak; “Samuel Agop Uluçyan” adını “Sami Hazinses” yapmasaydı da bizim için aynı zamanda besteler de yapan o komik bahçıvan "Samuel Agop Uluçyan" olarak kalacaktı. Tıpkı adını değiştirmeyen Nubar Terziyan’ın ulaştığı mertebe gibi, kendi isimleriyle şu anda ulaştıkları mertebeye ulaşacaklardı, eminim buna.
Ama bu onların utancı ve suçu değil, onlara bu korkuyu yaşatan zihniyettir suçlu olan ve utanması gereken... Hiç birisi yaşamıyor şu anda, eminim öte dünyada hepsinin, onlara bunu yaşatanların iki yakasında olacak elleri.
*
Bir milleti yücelten tarihte kazandığı şanlı zaferler değildir. Nubar Terziyan gibi Hıristiyan dinine mensup “nur yüzlü” bir ihtiyarı gördüğünde onu “hacı dedesinden” ayırmayıp aynı cenneti paylaşabileceğine inanıyorsa eğer bir millet, o millet yüce bir millettir!
Bu ülkede sinemaya giden milyonlarca Müslüman bunu onlara gösterdi, ruhunda ırkçılık kanı dolaşanların yeri ise o cennet değildir zaten. Onlar kendi cehennemlerinde şeytanla “üstünlük” maçında çekişiyorlar her daim.