Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Kürtçe halk şarkılarında “Diyarbekir Cezaevi” kalubeladan beri vardır. “Sûwarê hespê kehêl” (Gemlenmez kısrağın süvarisi)’nin yönünü çevirirler “Virane Diyarbekir”e (Diyarbekira xopan); “desten wî di kelpçêda rizyan e” (Bilekleri kelepçede çürümüş) bir halde kapatırlar zindana.

        Arkasından, “elinden tuttuğu” asılır bir strana:

        “Aman gönül

        Kalk çevir yüzünü gurbet ülkesine

        Var git virane Diyarbekir’e, yiğitler diyarına

        Bu sabah varıp, bir taş koparacağım kanlı hapishanenin duvarından

        O taşı basacağım bağrıma

        Gurbetteki yiğidimi hatırlatıyor diye avunacağım onunla

        Haydi sür haydi bağrımın ömrüyle birlikte

        Haydi sür uzak yolun yolcusu, ihtiyar kederin sahibi sür oraya”

        Biz bu kilamlarla büyüdük.

        Diyarbekir demek, boynuna eşkıya künyesini takmış her siyasinin uğrak yeri demekti ta Şeyh Sait’ten beri.

        Birisini alıp Diyarbekir’e götürmek onu dönülmez bir yolculuğa çıkarmak demekti.

        O hapishanesinin adı kanla yazılmıştı oraların tarihine çünkü.

        *

        Sonra koyu, karanlık bir faşizm çöktü üzerimize. Hepimizi nefessiz bıraktılar. Eşkıya künyelerini kalplerinin üzerinde muska diye taşıyan bıyıkları yeni terlemiş civanları alıp götürdüler. Çok azı geri döndü evine. Diğerlerinin akıbetini soranlara dediler ki:

        “Diyarbekir’e götürdüler!”

        Bu iki kelime her annenin kalbine saplanan zehirli bir hançer oldu. Hemen hemen oralı her anne, bütün bir 80’li yıllar boyunca o hançerin yarasını taşıdı kalbinde.

        *

        1983 yılında ben mektep okumak üzere İstanbul’a geldiğimde, arkamda Diyarbekir Cezaevi’nde “dişlerini tüküren” akranlarımın çığlıklarını duyuyordum hala bu şehirde.

        O “ses” yaralıydı. O ses, o kadar hikayeye, o kadar senaryoya girdi ki… Yıllar sonra o cezaevinden yaralı bir ruhla dışarı çıkan kitapçı dostum Selahattin Bulut’un Kürtçe yazdığı “Hadım” hikayesini okuyup Türkçeye çevirince “o ses” asıl anlamına kavuştu. Hadım edildiğini bilen “novella”nın kahramanı bunu anlatmamıştı ailesine, yarası gibi saklıyordu sırrını; annesi onu komşularından bir kızla baş göz etmek istiyordu ama o çaresizdi, belki de bir umut diye İstanbul’un yolunu tutmuş “Abanoz Sokağa” gitmiş, bir tecrübeye girişmiş ama heyhat, annesinin sevincini, torun görme umudunu o berbat cehennemin, o “Şeytan Adasının” insan kanıyla sıvanmış karanlık, pis bir hücresine hapsedip öyle yollamışlardı oğlunu evine.

        Bu şehrin sokaklarında annesini sevindirmenin bir mümkününü düşünürken Diyarbekir’den gelen bir “ses” onu hep takip ediyordu. Bir hikaye anlatmışlardı ona. Cezaevinin yakınında bir akrabalarının evi vardı. O evden insanlar korkuyordu. Evde oturduğun zaman cezaevinden yükselen insan çığlıkları geliyordu kulaklarına. O sesten kaçmak istiyorlardı ama gidecek hiçbir yerleri yoktu.

        İnsan insanın sesinden korkar mı? Diyarbekir Cezaevi’nin yakınlarında evleri olanlar, o duvarların arkasından gelen seslerden günahlarından korkar gibi korkuyorlardı. Filiz Bulut, Selahattin’in “Hadım” hikayesinden uyarladığı o muhteşem filmi “Deng”i (Ses) bunun üzerine kurmuştu.

        *

        Cezaevi Komutanı Binbaşı Esat Oktay Yıldıran’ın bir köpeği vardı; adı Co’ydu. Bütün tutsaklar önce o köpeğe tekmil veriyordu. O cehennemden kurtulmuş Mehdi Zana anlatmıştı hatıralarında.

        Geceleri uyku haramdı mahkumlara. Koğuşun kapısında, nöbetçi gardiyan asker elinde bir sopa, önünde bir tenekeyle oturuyordu. Herkesin uykuya daldığını anladığı anda elindeki sopayla tenekeye vuruyordu. Belirli aralıklarla, hep aynı şekilde… O sırada Co -ki azgın bir kurt köpeğiydi- zincirle pencereye bağlanırdı. Tam karşısına da ulaşamayacağı bir yere bir et parçası asılırdı. Uzun süre aç bırakılmış köpek bir türlü ete ulaşamadığı için de sabaha kadar canhıraş bir şekilde havlardı. Kimse uyuyamazdı itin havlamasından.

        Bayram Bozyel anlatmıştı hatıralarında:

        Toplu kitap okuma işkence olabilir mi? Olabiliyor demek. Bütün tutukluları bitişik nizam ayakta bekletiyorlardı. Koğuş sorumlusu Atatürk’ün hayatını anlatan bir kitabı satır satır yüksek sesle okumaya başlıyordu. Her cümle bittiğinde koğuş yüksek sesle o cümleyi tekrarlıyordu.

        Örneğin sorumlu “Atatürk yedi yaşındayken...” dediğinde koğuş koro halinde, “Atatürk yedi yaşındayken…”, sorumlu “…babasını kaybetti”, koğuş koro halinde, “…babasını kaybetti,” diye tekrar ediyordu. Bu durum böyle insanı çıldırtarak raddeye getirinceye kadar saatlerce sürüp gidiyordu. Tutukluların boğazı kuruyor, sesi kısılıyor, beyni zonkluyordu…

        *

        Diyarbekir 5 No’lu Cezaevi’nde 1981-1984 yılları arasında otuz dört tutuklu öldü, yüzlercesi sakat kaldı, bir o kadarının sinir sistemi harap oldu. Yirmi tutuklu aldığı ağır darbelerle öldürüldü, beş tutuklu da açlık grevinde hayatını kaybetti. Ağır işkenceyi ve berbat şartları protesto eden beş tutuklu ise kendini astı, dördü de bir battaniyeye sarılarak kendini diri diri yaktı. Yıllar sonra “vahşet dönemi” diye adlandırılan o yılları o korkunç cehennemde yaşayan 29 tanık ile iki savunma avukatı bütün dehşetiyle “Serbesti Dergisi”ne anlattı.

        *

        Anlatılanlardan küçük bir bölümü (isimleri anmadan) şöyle:

        “Aynı işkenceye bağışıklık kazanmaman için, haftada bir işkence yöntemini değiştiriyorlardı, bir hafta lağıma sokmuşlarsa, öbür hafta dışkı yediriyorlardı.”

        *

        “Aslen Ermeni olan bir Garabet Demircioğlu vardı. Maşallahlı sünnet elbisesi giydirdiler, törenle sünnet ettirdiler, ismini de Ahmet olarak değiştirdiler.”

        *

        “Kafana zeytinyağı döküp bit atıyorlardı. Veya seni sıkıca bağlar, tepene de bir serum takıyorlardı. Bazen günlerce o serum kafanda dururdu. Her üç saniyede bir damla düşerdi kafana, aynı noktaya, çıldırtıyordu!”

        *

        “Hücreler kötü, koğuşa gitsem rahat ederim, diye düşünüyordum ki, 6’ncı Koğuş’a götürdüler. Gardiyan geldi, ‘yeni gelenler öne çıksın’ dedi. Elinde bir sopa, sopanın adı Haydar’dı. Bana, ‘kaç gün hücrede kaldın’ dedi. ‘Bir ay komutanım’ dedim. ‘Atatürk'ün gençliğe hitabesini ve andımızı da mı ezberleyemedin hayvan herif?’ dedi, ‘Hayır, okumam-yazmam yoktur komutanım’ dedim. Haydar’la bayıltıncaya kadar dövdü. Tek kelime Türkçe bilmeden elli üç marş ezberledim. Her bir kelimesi için yüz ellinin üzerinde sopa yedim.”

        *

        “Kapı açılıp karavanayı içeriye getirmeden önce gardiyan bizi çok döverdi. ‘Verdiğim yemeğin hakkını istiyorum’ derdi, ta ki bir tarafımızdan karavanaya kan damlayana dek... O işkence döneminde günde üç öğün, kanlı karavana yerdik. Diş macunu, deterjan, çöp gibi şeyleri yediriyorlardı. Cezaevine Türkçe bilmeyen ziyaretçi alınmazdı. Türkçe bilmeyen ninem, dilsiz taklidiyle görüşe girdi. Ağzından bir kelime çıkmadı. Sadece hıçkırıyor, yaşlı gözlerle bana bakıyordu. Ben çıkmadan da öldü.”

        *

        Çok kişi anlattı, yazdı o cehennemi. Ama güçlü bir edebiyat doğmadı o korkunç hapishaneden. “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti yıllar evvel Adorno. Diyarbekir cezaevinden sonra edebiyat yapmak da öyle…

        Tanıklık edebiyatını en iyi, onu yaşamamış olan yazarlar yapar. O an yaşadığın her şey için bulduğun her kelime kifayetsizdir, eksiktir çünkü. Bizzat sen yaşamışsın. Yaşadığım şu anda yazdığım şey değildir dersin, beğenmezsin yazdıklarını, sana yabancı gelir. Başkası anlatmış gibi okursun onları, yavanlaşır. Sanat gerçeğe yenik düşer. Mesafeyi yitirirsin. Aranız açılır.

        Belki de bu yüzden Nazi kamplarında yaşananların edebiyatını da o kamplarda yaşamamış yazarlar yaptı daha çok. Diğer büyük felaketlerin de… İçerden yazılanlar kenarları, sağı solu yontulmamış kaba gerçek olarak kaldı.

        Öfke ile edebiyat birbirinden pek hoşlanmaz.

        Sanatın gerçeği ile hayatın gerçeği ayrı dünyaların gerçeğidir çünkü.

        *

        1990 Mart’ında Sivas’ta acemilik dönemini tamamlayıp geride kalan altı aylık askerliğimi bitirmek için beni İstanbul’a gönderdiklerinde; Alemdağ’a gidip birliğime teslim olmadan önce Can Yayınlarında Erdal Öz’e uğramıştım. Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ı yeni çıkmıştı, onu ve başka kitapları alıp birliğime gidecektim.

        Erdal Abi istediğim kitapları vermeden önce, “Muhsin, bana bir dosya geldi. Diyarbakır Cezaevi’nde uzun süre kalmış bir Kürt oğlan yazmış yaşadıklarını, hikayeler şeklinde. Okumaz olaydım, elime aldım dosyayı okumaya başladım. Birkaç günden beri uykularım kaçtı, kustum, insanlığımdan utandım. Bu nasıl bir şey ya… Neler yaşanmış öyle orada, duymuştum ama bu kadar da değil,” dedi.

        Benzer hikayeler çok duymuştum arkadaşlarımdan, nasıl bir şeyler okuduğunu tahmin edebiliyordum, gülümsemekle yetindim, o konuşmaya devam etti:

        “Onları bu halde basamam, kimse okuyamaz onları, midesi kaldırmaz insanın. Mutlaka bir yazarın elinden geçmesi lazım, biraz edebi bir biçime sokmak gerekir.”

        Aynı ilgiyle dinliyordum, yekten sordu:

        “Bu işi sen güzel yaparsın, yapabilir misin?”

        Hiç düşünmeden:

        “Yapamam abi,” dedim, “O başka bir iş. Birisinin yaşadıklarına ne yapabilirim ki…”

        O da fazla ısrar etmedi. İstediğim kitapları verdi bana, beni Alemdağ’a yolcu etti.

        *

        Gittiğim birlikte kısa dönem çavuştum, gazeteci olduğumu da herkes biliyor, biraz iltimas geçiyorlardı bana. Erlerin katlandığı zorlukları yaşatmıyorlar, orman içinde bir ağacın duldasına sığınarak durmadan kitap okuyordum ben de. “Kara Kitap” bitince “Suç ve Ceza”yı okudum, “Karamazof Kardeşler”i, daha sonra da Oğuz Atay’ın okumadığım kitaplarını…

        Bana benzeyen birisi daha var ortalıkta gezinen. Böyle “barut esmeri” bir adam… Hep başı önünde eğik… Çok az etrafına bakıyor. Yemekhanede bir yeri var, hep aynı yerde oturuyor, bazen boş duvara, bazen de açıksa eğer televizyona bakıyor. Ama sadece bakıyor, sanki hiçbir şey görmüyormuş gibi. Sordum, kimse hakkında fazla şey bilmiyordu. Kitap okumuyor, pek kimseyle sohbet etmiyor, yaşı da bir hayli geçkin, sabit bir noktaya gözlerini dikiyor, hep aynı biçimde derin bir alemde gezinip duruyordu. Her geçen gün daha çok ilgimi çekmeye başladı adam. Bir gün yaklaştım yanına, oturdum. Sayılı günleri kalmış, birkaç gün içinde teskere alacaktı. Ama bunun için hiç heyecanlı görünmüyor, sanki biraz sonra koğuşa gideceğim der gibi, “Bitiyor askerlik, eve gideceğim,” dedi bana.

        Suriye sınırındaki kasabalarından birisinden bahsetti, oralıymış. Oraya gidince ne yapacağını da söylemedi. Sanki kelimeleri unutmuş, kelimeler kerpetenle ağzından sökülüyordu. Bende merak daha da büyüdü. Başka bir sefer daha çok ben konuştum, aynı kederli coğrafyanın çocuklarıydık, güvendi bana, anlatmaya başladı.

        İki sene önce, 1988 yılında Diyarbakır Cezaevi’nden çıkmıştı. Bilfiil tam sekiz sene o cehennemde yaşamıştı. Esat Oktay Yıldıran’ın köpeği Co’ya tekmil vermiş, dışkı yedirilmiş, kanlı karavanadan beslenmiş, onlarca marş ezberletilmiş, yüz Türk büyüğünün resimlerini duvara çizmiş, İstiklal Marşı’nın on kıtasını su gibi ezberlemişti.

        Tahliye ettikten sonra da askerliğini yapmak üzere alıp buraya getirmişlerdi. Buraya gelirken, o cehennemden ve o cehennemin nöbetçisi Esat Oktay Yıldıran’ın zulmünü hatırlatan her şeyden kurtulduğu için sevinmişti. Ama hayat o kadar zalimdir ki bazen… Bazen o kadar büyük oyunlar oynar ki sana hayat, feleğini şaşırırsın. Bir şeytandan kurtuldum derken, aynı şeytan aynı kılıkla bu kez gittiğin yerde karşına çıkar. Zulüm bazen terk ettiğin şehir gibi arkandan gelir, gittiğin yerde de kader gibi yapışır yakana.

        Buraya geldiği ilk gün uzaktan gelen bölük komutanı ona tanıdık gelmiş. Önce bilincin bir oyunu sanmış, gözlerini ovuşturmuş, sonra binbaşıyı tanımış. Evet, gelen odur! Bölük komutanı; Diyarbakır Cezaevi’nde insanlara o korkunç işkenceleri yaptıran Esat Oktay Yıldıran’dan başkası değilmiş. Talihe bakın ki geldiği askeri birlikte Esat Oktay Yıldıran’ın komutanı olduğu bölüğe düşmüş. Binbaşı Yıldıran da onu hemen tanımış.

        Kısa bir süre sonra 22 Ekim 1988’de Binbaşı Esat Oktay Yıldıran Ümraniye’de bir halk otobüsünün içinde silahlı saldırıya uğrayıp ölünce de şartları değişmiş, yazmaya karar vermiş. Diyarbekir Cezaevi’nde yaşadığı her şeyi yazmış.

        Yaşadıklarını yazmış olması çok ilgimi çekti. Yazının tedavi edici bir tarafı olduğunu biliyordum. O yüzden yazı mutlaka ona da iyi gelmiştir diye düşündüm.

        “Yazdıklarını okumak isterim,” dedim.

        Böyle “keşke sana verebilseydim” der gibi baktı yüzüme, “Yazdıklarım bende yok, onları tek nüsha yazmıştım, iki hafta önce çarşı iznine çıktığımda Cağaloğlu’na gittim, Can Yayınları’na uğradım, Erdal Öz’e teslim etmek üzere oraya bıraktım. Erdal Öz beğenirse belki basar,” dedi.

        Kurşun yemiş gibi oldum.

        “Buraya gelmeden önce Erdal Öz’le yazdıklarını konuştuk” demedim, gülümsedim sadece, “Tesadüf, Tanrının isimlerinden birisidir derler” dedim içimden, öyleyse eğer yaşadığımız her an bir tesadüften başka bir şey değildir zaten.

        *

        Cumhurbaşkanı Erdoğan son Diyarbekir ziyaretinde, eski cezaevinin müze ve kültür merkezine dönüştürüleceğini söyleyince bu hikaye geldi aklıma. O acıların, o vahşetin o zulmün bir daha yaşanmaması için ihtiyacımız olan tek şey Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün deyimiyle “güçlü bir hafıza”dır.

        “Kültür Merkezi” veya “Müze” yerine oraya daha çok yakışacak isim ise “Hafıza Merkezi”dir.

        Zira hafıza, “Allah’ın insana verdiği en büyük cezadır”; yaşanmış, yaşanmamış her şeyi kaydeder. Bu da ıstırabı çoğaltır. Onu dindirmenin tek yolu onunla yüzleşmektir. Çünkü hafıza ateşe benzer, bazen yolumuzu aydınlatır, bazen de elimizi yakar.

        Diğer Yazılar