Yüzüstü kalan haremağaları!
Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” bir meşhurlar ansiklopedisi değildir. Hepsi “ateşi ve ihaneti” görmüş, daha çok “kainatın ortasında, yapayalnız, kundurasız ve gömleksiz” kalan sıradan insanların macerası vardır bu muazzam eserde.
Okurken her mısraı bir kamçı gibi şaklar yüzümüze…
Mesela durup dururken şöyle bir şey çıkar karşımıza:
“Böyle ikindi vakti Göztepe istasyonunda çıt olmaz.
Ve ekser zaman oturur hep aynı sırada tek başına bir haremağası.
Çok uzun boylu.
Çok zayıf.
Son kalanlardan.
En ihtiyarı.
Geçti çığlıklarla 15.45 katarı”
Bu şiiri okumadan önce “haremağalarına” dair hiçbir bilgi yoktu dağarcığımda. Ne saraydaki hallerini ne de saltanatın kaldırılmasından sonra akıbetleri üzerine düşünmüştüm o güne dek.
Hiç düşünmediğim yüzlerce ayrıntının Nazım Hikmet’in destanında karşıma çıkmasından sonra ete kemiğe bürünmesi gibi haremağalarının bahsi de bu satırlardan sonra bir hikayeye dönüştü muhayyilemde.
“Son harem ağası” kimdi, ne işi vardı “aynı sırada tek başına” Göztepe İstasyonu’nda?
Meğer büyük bir hikaye duruyormuş bu sorunun cevabında.
*
Buza kesmiş bir Kasım sabahaydı… Dersaadet’te sabah ezanları için henüz minarelere tırmanmamıştı müezzinler. Havada toplaşan bulutların hışırtısından başka bir şey yoktu. Sultan Vahdettin 9 yaşındaki şehzade Ertuğrul Efendi’nin elinden tutmuş Yıldız Sarayı’nın Merasim Köşkü’nün arka kapısından çıkmış silahhane kapısına doğru hızlı hızlı yürüyordu. Arkasından sadece 10 kişilik bir kafile geliyordu. Padişah ve şehzade orada bekleyen bir ambulansa bindiler, diğerleri de öbür ambulansa… Ambulanslar Balmumcu-Beşiktaş güzergahını akip ederek Dolmabahçe Saat Kulesi’nin dibinde durdular.
Padişah ve beraberindekiler bir istimbotla açıklarda bekleyen Britanya’nın Malaya Zırhlısına çıktılar hemen.
İstanbul derin bir uykunun en derin yerindeydi.
Padişahın yanında sadece birkaç hizmetkarı vardı.
Sultan; Saray hareminin eski muhafızları, yani haremağalarının alayını Yıldız’da, tatil beldelerinden şehirlere geri dönerken evcil hayvanlarını orada bırakan zalim yazlıkçılar gibi akıbetlerini hiç düşünmeden orada bırakmıştı.
*
Haremağaları genellikle Etiyopya veya Sudan asıllı erkeklerdi. Hepsi cinsel organlarını kendilerine büyük bir nüfuz ve ayrıcalık sağlayan meslekleriyle değiş tokuş etmişlerdi. Bu değiş tokuşa daha çocukken mecbur bırakılmışlardı. Osmanlı memalikinin uzak uçlarındaki tacirler tarafından köle diye satılmış, uzun bir yolculuk sonucu kendilerini sarayda bulmuşlardı. Talihi yaver gidip saraya ulaşanların kaderi değişmiş, cihan devleti onlara her türlü ikbalin kapılarını açmıştı. Saray adeta onlardan sorulur olmuştu.
“Ağa” namıyla anılırlardı. Sıkı bir eğitimden geçerek Dârüssaâde Ağalığına terfi edenler teşrifatta, idari işlerde Sadrazam ve Şeyhülislam’dan sonra gelirlerdi. Hepsinin hikayesi Ağalar Ocağı’na getirilmeleriyle başlardı. Burada kıdemli siyahi harem ağaları tarafından yetiştirilirlerdi. Önce Türkçe öğretilir, ardından da her birisine genellikle Sümbül, Karanfil gibi birer çiçek isimleri verilerek saraya salınırlardı.
Şimdi Son Sultan bir İngiliz gemisine binip giderken, arkasına bakıp “ne olacak geride kalan bu adamların hali” diye bir soru sormuyordu kendine, o canını kurtarma derdine düşmüştü.
Yüzlerce haremağası yüzüstü kalmıştı. Hepsi buluğ çağına ermeden hadım edildikleri için hepsinin kolları ve bacakları uzundu.
Çağ siyasi devrimler çağıydı, kimselerin haremağalarını düşünecek hali yoktu.
*
Saltanat kaldırılıp ortalık biraz sakinleştikten sonra birilerinin aklına geldiler. Cumhuriyetin ilk yıllarında basın aniden onları keşfetti. Kapalı bir kutunun kilidi onların elindeydi. Sarayda olup biten her şeyden haberdardılar. Nice sırra vakıf, nice gizeme tanıktılar. Bu yüzden tam kırk yıl boyunca, ta 1960’larda son haremağası da ölünceye kadar ilgi odağı olmaya devam ettiler.
Popüler kültür tarihçisi Gökhan Akçura “Popüler Tarih” dergisinin Kasım 2000 sayısında yayınlanan makalesinde 1934 yılının yaz başında, Kısıklı’da, Tomrukağası taraflarında en genci 87 yaşında on üç sabık haremağasının burada bir evde birlikte yaşadıklarından bahseder.
İki gazeteci varlıklarını keşfeder, bir röportaj için peşlerine düşerler. Kimsenin bilmediği bir dili konuşuyorlar, çocukken ailelerinden kopartıldıkları halde, kendi aralarında daima konuştuklarıdan anadillerini unutmamışlardı. İçlerinden Anber Ağa doğduğu yeri hatırlıyordu mesela, Adisababa’lıymış. Anber Ağa saraydaki hayatları hakkında şu bilgileri verdi gazetecilere:
“Sarayda mahpustuk. Güneş bile görmezdik. İşimiz gücümüz, tablakârlar geldikleri zaman kadınlar kaçışsın diye ‘destur, destur’ diye bağırmaktan ibaretti. Sarayda malum, kadınlar sürüsüne bereket. Kimi çamaşır yıkar, kimi ütü ütüler, bilmem ne iş yapar. Velhasıl her biri bir iş görürdü. Gözdeler de kalabalıktı ama onlar ayrı bir dairede idi.”
*
En meşhurlarından birisi olan Nadir Ağa ise 1957 yılına kadar yaşadı ki Nazım Hikmet’in şiirinde bahsettiği haremağası bu Nadir Ağa’dır. “Abdülhamit’i avucunda tutan adam” olarak bilindi. 31 Mart darbesi sırasında bir süre tutuklu kaldı. Serbest kaldıktan sonra çiftçiliğe başladı. İnek besledi, süt sağdı, saraydan çıkıp ahıra girdi, Türkiye’de şişede ilk sütü Haremağası Nadir Bey sattı.
Ama diğerleri Nadir Bey kadar girişimci ve şanslı değildir.
Son Padişah da gidince hepsi işsiz kaldılar. Saray artık onların evi değildi. Büyük bir kısmı sokağa atıldı. Yatacak yerleri yoktu. Çoğu dilenciliğe başladı.
1930’ların başında haremağalarından elli kadarı birleşerek Haremağaları Teavün Cemiyeti adlı bir teşkilat kurdular. Cemiyet’in amacı durumlarına bir çare aramaktı. Merkezi Üsküdar’daydı derneğin, eski becerilerini yeni işlerde kullanabilirlerdi. Görgü kuralları ve nezaket konusunda uzman olmayı Harem’de öğrenmişlerdi. Sonraki yıllarda bu sayede müze bekçisi, resepsiyoncu, yer gösterici ve İstanbul’un önde gelen lokantalarının ağzı sıkı başgarsonları olarak çalıştılar. Andrew Mango, Mustafa Kemal’in bile ilk başlarda Çankaya Köşkü’nde eski bir haremağasını istihdam ettiğini söyler kitabında.
*
Gökhan Akçura makalesinde, Mazhar Osman Uzman ile İhsan Şükrü Aksel’in 1935'te Londra Uluslararası İkinci Nöroloji Kongresi'ne sundukları bilimsel tebliğlerinin bir bölümünde, haremağalarının cinsel yaşamı ve psikolojilerine de yer verdiklerini söyler.
O bölüm şöyle:
“Zikri lazım gelen dikkate değer bir nokta: Ne kadar halim ve basit olsa da harem ağası pek kıskançtır. Bu kıskançlık ekseriya kadınlar hakkında meydana çıkar. Cinsel uzuvlarının kesilmiş olmasına rağmen, haremağaları kadınları severler. Bu yoldaki hisleri çok şiddetlidir. Saraylarda haremağası, sevmek üzere, kendisine genç ve güzel bir kadın intihap eder (seçer). Artık bu kadın onun gözdesi, kendi malıdır. Onu himaye eder, kollar. Umumiyetle bu aşk; teveccüh izharı (sevgi gösterisi), küçük hediyeler, nasihatlar ile başlar. Nihayet ıstırap ve işkence veren, ıstırarî (zorlayıcı) bir şekle girer. Haremağası kıskançtır; zalim ve gaddar olur. Şayet sevgilisi, efendisinin dikkat nazarını celbederse, bu hal onu nevmid eder (ümitsiz kılar), çılgınlaştırır, adeta kudurtur. Tehdit, gözyaşı, buhranlar velhasıl tatmin ve teskin edilmeyen aşkın bütün tezahürleri görülür. Bununla beraber haremağası daima sır saklar. Tenasül alâtından (üreme organından) mahrum olmalarına rağmen harem ağalarında cinsi insiyak (içgüdü) ve şehvet tam ve hatta mübalağalıdır. Bu his iptidai değildir, bilakis çok iyi inkişaf etmiştir (gelişmiştir). Harem ağası sever ve çiftleşme fiilinden çok haz duyar. Eksik uzuvlarını kadınınkine sürterek veya herhangi diğer bir vasıta ve suretle sevgilisinin zevkini tatmin etmeye, keyfini getirmeye çabalar, hatta evlenen haremağaları da vardır. Cinsi mesaile (sorunlara) dair izahat vermek hususunda o kadar mahcup olan harem ağaları, samimiyetlerine nüfuz edilince, aşklarını itiraf ederler. Başka suretle, mesela kesilmiş olan yerlerini göstermek güçtür. Şayanı dikkat bir nokta harem ağalarında, pederastinin (homoseksüelliğin) görülmemesidir.”
Aynı tebliğde Haremağalarının karakter özellikleri hakkında da şunları söylerler doktorlar:
“Buluğdan önce iğdiş edilen haremağalarının sesi, çocuk sesi gibi ve tizdir. Kolları uzun ve zayıf olduğu gibi, bacakları da uzun, ince ve V biçimindedir. Öte yandan kalçaların alt kısmı ve oylukların üst kısmı yağ toplamıştır. Parmakları ince, uzundur. Yüzleri küçük, boyunları incedir. Haremağalarının boyları uzun ise de bazen de kısa veya orta olabilir. Bu sonuncular daha fazla şişman olup, memeleri yağlı ve pek fazla gelişmiştir. Haremağalarının tavır ve hareketleri aheste ve vakuranedir. Yavaş yavaş, sallana sallana yürürler ve çabuk yorulurlar. Büyük ihtimalle, gördükleri terbiye etkisiyle, son derece nazik, çoğunlukla dindar ve oldukça pistirler. Huyları çocukça ve ilkeldir; ziyneti, tuvaleti ve şatafatı severler. Saygılı sözlere ve lakaplara karşı marazi bir eğilimleri vardır. Belirli bir disiplin altında yetiştikleri için, efendilerine karşı sadık ve bağlıdırlar. (...) Haremağaları pek geçkin olsalar da yaşlarını göstermezler. İhtiyarlık belirtilerinden yoksun olurlar. Yüzleri buruşursa da bu doğaları gereğidir. Daima genç görünürler. İğdiş edilmiş zencilerin cildi pürüzsüz ve parlaktır. Hiç kıl yoktur, kolay örselenir. Çabuk kızar, bir hiçten hiddetlenirler. Aynı biçimde çok çabuk sükûn bulur ve sevinirler.”
*
Hıfzı Topuz da “Meyyale” adlı tarihi romanının bir bölümünde haremağalarından şöyle bahseder:
“1960’lı yıllarda üç haremağası hayatta kalmıştı. Biri Sadi Yaylımateş, Tuzla’da yaşıyordu, ağzını açıp tek kelime söylemiyordu. İkincisi Cafer Ağa, Darülaceze’de yatıyordu. Üçüncüsü de Sultan Reşat’ın ağalarından Hayrettin Efendi. Bu son haremağasının boyu iki metreye yakındı. Çok sevilen sayılan, zarif, iyi kalpli, duygulu ve efendi bir insandı.
Hayrettin Efendi hikayesini şöyle anlatır:
1908'de Meşrutiyet ilan edilince hepimizi azat ettiler. Ben oradan Sultan Hamit'in kızı Naime Sultan’ın konağına geçtim, oradan da Sultan Reşat'ın sarayına. Cumhuriyet’in ilanından sonra hepimiz dağıldık. Eski dostlarımdan bir Behzat Ağa vardı, gidip Paris'e yerleşmişti. Beni de çağırıyordu. Kalkıp gittim. Meğer o ben gelmeden önce ölmüş. Kaldım mı tek başıma koca Paris’te. Elçiliğe başvurdum. Allah razı olsun, beni İstanbul'a gönderdiler. Bir saraylı hanım arkadaşımla birlikte bu evi satın aldık, geçinip gidiyoruz. Buymuş kaderimiz...”
*
Son haremağası Hayrettin Efendi 1976’da öldü.
Afrika'dan rızaları dışında Osmanlı Sarayı'na getirilen ve iğdiş edilen nevi şahsına münhasır insan neslinin son temsilcisiydi bu Hayrettin Efendi; ölümüyle birlikte haremağaları da tarihten silindiler.