Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yılın birkaç ayını memleket dışında, birkaç ayını da memleketin çeşitli yerlerinde geçirdikten sonra, tam bir yıldan beri İstanbul’u görmemiştim.

        Şehirler de uzun süre ayrı kaldığımız dostlarımıza benzer. Uzun süre görmediğimiz dostlarımızla ilk karşılaşmamızda bir değişiklik hissederiz ama o değişikliğe ilk anda bir anlam veremeyiz. Bazılarının göbeği büyümüştür mesela, bazılarının saçı beyazlamış, bazıları zayıflamıştır, bazıları da yüzündeki gülümsemeyi kaybetmiştir.

        Bana sanki İstanbul daha çok yüzündeki gülümsemeyi kaybetmiş gibi geldi bu süre zarfında. Hırçınlaşmış, koşar adım bir hali var şehrin, aceleci, bir yerlerden bir şeyleri “koparmaya” gidiyor gibi. Bir eşkıya edası sinmiş üzerine, yampiri yampiri yürüyor, ümitsizce bakıyor. Aradığı şey bulunduğu yerde değil, gideceği yere sanki başkaları çoktan varmış da o geç kalmış gibi, bir an önce varmalı da “yağmadan” pay alsın istiyor sanki.

        *

        Havaalanından şehrin kalbine yaptığım yolculuk sırasında geçtiğim her yerde bir değişiklik hissettim. Yeni binalar yapılmış. Türkiye her daim inşaat halinde; bu şehrin inşaatı yüzlerce yıldan beri sürüyor. Bu inşaat bu gidişle hiç bitmeyecek. Mesela Paris’te yürüdüğün bir sokağa yüz yıl sonra gitsen sanki hiçbir şey değişmeyecek gibi gelir sana. İnşaatı çoktan bitirmişler. Şehir oturmuş, inşaat varsa bile şehrin çeperlerinde var, merkezlerde çekiç sesleri duymayalı yüz yıl falan olmuştur.

        Göçebe ruhu, inşaat yaparak terk etmez İstanbul’un bedenini bu gidişle.

        *

        Bu süre zarfında çoğalmışız sanki. Sokaklarında dolaşanların hepsi dışarıdan gelmiş gezginler mi, yoksa burayı yurt bellemek için gelenler mi, ayırt etmek zor. Belki de büyük kısmı muhacirdir.

        Romancı Mithat Cemal Kuntay’ın deyimiyle, “Anadolu ve Rumeli ufkun iki ucunda iki ahşap konak gibi” yanarken muhacir akını başladı bu şehre. Üç yüz senesi vardır. O günden bugüne insanlar o yangından kaçıyor. O vakitler Rumeli kapısından giriyorlardı şehre daha çok, şimdi Kafkas ufkundan, Acem mülkünden, Mezopotamya ovasından geçerek geliyorlar.

        Muhacir dediğin kim ki?

        “Muhacir, gideceği yer belli olmayan biteviye yürüyen hayalettir,” demişti Mithat Cemal Bey. “Adını bilmediği bir başka hayaletin ekmeğini yemeğe giden kişidir muhacir” romancıya göre.

        Çok değil yüz sene evvel Anadolu’nun sınırları bu kadar büzülmemişti. Aşağıda Musul’a kadar Irak Kürdistanı ve Suriye toprakları Anadolu içinde telakki ediliyordu. Sonradan biri Frenk, biri Britanyalı Sykes-Picot nam iki kefere kaderimizin tam ortasına bir sınır çizgisi çizdiler. Dayı öte yakada kaldı, yeğen bu yakada; “tavuklarımız her daim birbirine karıştı,” yine de…

        Amêdiye’den yüklenip Hakkari’ye geldiğinde babam, daha o iki gavur o kanlı çizgiyi çekmemişti aramıza. Sınır tespiti için Brüksel’de masaya oturmuş diplomatlardan birisinin bir gece vakti uykusu kaçmasaydı eğer, kalkıp çizilen haritaya bakmasaydı, benim doğduğum Hakkari Irak’ta kalacaktı mesela. Atatürk basiretli davranıp Hatay’ı tapulu mülkümüz haline getirmeseydi eğer, bu kadim şehir ve muhtemelen Esad’ın zulmünden kaçacak olan ahalisi şimdi bizde “muhacir” muamelesi görecekti.

        1925’te Şeyh Sait hadisesi sonrasında Takrir-i Sükun kılıcı Türkiye Kürtlerinin boynuna atıldığında sınır boylarındaki aşiretlerin büyük bir kısmı “Üç Aliler Divanı”ndan kaçarak Suriye topraklarına sığındılar. Yıllar yılı Suriye devleti kimlik vermedi onlara, hepsine “bugün var yarın yok muhacir” muamelesi yaptılar. Bugün “muhacir” muamelesi yaptığımız Suriye’den gelen Kürtlerin hemen hemen tümü, bundan yüz sene önce rejimin kanlı kılıcından kaçan muhacirlerdir, büyük kısmının torunları doğdukları topraklara geri döndüler o kadar.

        Kudretli şair Murathan Mungan’ın “ayrılığa” dair dizeleri bu durumu anlatıyor işte:

        “Kimdi giden, kimdi kalan/ Aslında giden değil/Kalandır terk eden/ Giden de bu yüzden gitmişti zaten.”

        *

        Muhacir düşmandan değil, onun yaydığı korkudan kaçar. Balkanlardan kaçanlar, gelmekte olan Rusların korkusundan kaçıyordu. Afganlar gelmekte olan Taliban’dan, Suriyeliler Esat’ın korkusundan, Kürtler İŞİD’ten, bazen de “kurtarıcılarından”.

        Muhacir, “barbarları bekleyen” çaresiz insana derler…

        Ellerine düşüp hepsini kıtır kıtır doğradıkları için değil, ellerine geçerlerse kıtır kıtır doğranma korkusundan kaçarlar.

        Muhacir gördüğü zulümden değil, göreceği muhtemel zulümden kaçar.

        Bir yerden bir yere varınca da hiçbir muhacirin, vakti geldiğinde dönüp geldiği yere gittiği görülmemiştir. Vardıkları yer yeni vatan, arkalarında kalan anavatandır. Anavatan hayallerinde yaşar, hayat ise yaşadıkları vatanda devam eder.

        İnsan bu, batısına özenir, doğusunu aşağılar. Avrupalılar bizden, biz içimizdeki yabancıdan rahatsız. Avrupalıya “neden yabancı düşmanlığı yapıyorsun” diye sorarken, içimizdeki “yabancılara” “geldiğiniz yere dönün” demek, ikiyüzlülüğün faşistçesidir.

        *

        Yaşama coşkusunu kaybetmiş sanki şehir. Uzun süre güneşte kalmış da mayışmış gibi. Memleketin bütün dertlerini bünyesinde toplayan bir şehirdir İstanbul. Yetmedi bir de üstüne coğrafyanın dertleri eklendi. Tökezliyor. Ayağa kalkmak istiyor, dizlerinde derman yok gibi. Dizlerine tutunmak istiyor, beli el vermiyor.

        Düzeni bozulmuş. Bir taksi şoförü bunu “hukuka” bağladı. Hukuk nizamı sarsılınca önce şehrin dikişleri atmaya başladı. Ben de katıldım bu doğru düzgün cümleler kuran adamın söylediklerine, akla uygun şeyler söylüyordu zira. Araya girdim. Biz devletimizden korkmuyoruz. Devletimizin adını Kemal Tahir “ana” olarak koymuştu. Ana evladını azarlar, hatta döver ama kolay kolay kendinden uzaklaştırmaz. Hatta bizde dayak cennetten çıkmadır. Benim sözünü ettiğim, devletin yurttaşını toplumsal düzenin dışına sürme korkusudur ki bu dayaktan beterdir. Rasyonel Batı toplumlarının devletlerinde yurttaşların misal vergi kaçırmamalarının nedeni bu büyük korkudur işte. Tek kuruş kaçırırsa eğer sittin sene ticaret yapamayacağını bilir, devlet onu düzenin dışına atar. Trafik meselesi de hakeza… Kurallara uymazsan ehliyetin gider.

        *

        Maçka’dan Nişantaşı’na çıkarken karşılaştığım iki olay, meramımı anlatmama en güzel örnektir. Yaya geçidine bir ana-kızı girdi. Hızla gelmekte olan bir dolmuşun şoförü camdan elini çıkararak “kör müsünüz?” diye bağırdı yaya geçidindeki kadına, kadın eliyle yaya geçidini gösterdi. Yaya geçidinin olduğu yerde eğer ışık yoksa arabaların mutlaka durması gerektiğini ehliyet verirken devlet belletmemiş olabilir sürücü adayına ama yaya geçidinde önceliği yayaya vermeyen sürücünün ehliyetini mutlaka almayı bilmelidir.

        Birkaç metre yürüdük, bu kez yaya geçidi olmayan, yani önceliğin arabalarda olduğu bir yerde bir yaya cep telefonuyla konuşa konuşa daldı yola. Bu kez üstüne gelmekte olan arabaya “kör müsün?” diye o kızmaya başladı.

        Herkesin kendi önceliğini bilmediği bir toplumda, herkes hukuk fakültesinden mezun olsa çi fayda?

        *

        Beşiktaş’ta, Barbaros’a dönen köprü kalkmış, şaşırdım, bir şeyler yapıyorlar orada, bakalım nasıl bir kavşak çıkacak ortaya. Barbaros meydanında sahaf tezgahları vardı, Hans-Lukas Kiese’ın “Talat Paşa”sı ile Gencay Gürsoy’un yeni çıkan anılarını oradan aldım.

        Taksi bulmak altın bulmaktan zor bu şehirde. Ya dolu geçiyorlar ya da yolcu beğenmiyorlar. En beğendikleri yolcu da yabancı kılıklı yolcular, yabancılar binince taksimetre daha mı çok yazıyor bilmiyorum. Bindiğim her taksi şoförü İmamoğlu diye başladı söze, Başkan’a niye bu kadar kızgınlar onu da bilmiyorum.

        AKM’nin önünde taksiden indim. Dönüp baktım binaya, şahane… Giderken inşaat halindeydi, şimdi bitmiş galiba. Tam karşımda bütün görkemiyle Taksim Camii… İnşaat halindeyken belliydi, meydana bir cami bu kadar mı yakışır… Sular idaresi ve Cumhuriyet Anıtı’yla olan uyumu ise mükemmel. Bir de kilisenin önü açılırsa daha da şahane olacak.

        İstiklal Caddesi pazartesi sabahı çok güzeldi. Tertemiz, pırıl pırıldı her yer. Her zaman girdiğim kitapçılara girip çıktım. Edip Cansever’in yeni çıkan, Alev Ebuzziya’ya yazdığı mektuplarından müteşekkil “İki Satır, İki Satırdır” kitabını aldım. Elhamra Pasajında kitapçı dostum Selahattin Bulut’a uğradım, İsmail Beşikçi hatıralarını yazmış (oh be nihayet!), “Söz Konusu Vatansa Bilim Teferruattır” başlığını koymuş, okumak için sabırsızlanıyorum, gözüme çarptı Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını da Kürtçeye çevirmişler.

        Bazen bu ülkede o kadar güzel şeyler oluyor ki...

        *

        Uzun süre ayrı kaldığımız şehirler, uzun süre ayrı kaldığımız sevgililere benzer.

        Bakmalara doyamazsın, kıyamazsın dokunmaya, öpmeye… Böyle bir ayrılık anında Attila İlhan’ı yenmişti Minarelerini kürdan gibi dişlerinin arasında” gezdiren İstanbul; şair yenilmiş şehir kazanmıştı. O da “Kulaklarından kan fışkırıncaya kadar”emrine girmişti şehrin. Ölse de yalnız kalsa da cüzdanı kaybolup parasız kalsa, tenhada çarpılsa da hiçbir gün, hiçbir postacı kapısını çalmasa da umurunda değildi artık.

        Kaç kere yazmıştı şair. “Kirpikleri kasaturalara dönmüş diken diken”, 1949 Eylülü’nde, Birader Mırç’la birlikte Mohikanlar gibi sokaklarında ateşler yakmışlardı şehrin. Secdeye varmış önünde, ikisi birden şehre tapmışlardı.

        *

        Bir ağustos gecesi “şangır şungur ayaklarımın dibine” döküldü şehir.

        Gökyüzü fokur fokur yıldız kaynıyordu.

        Uzaklardan, Altındağ’dan Kürdilihicazkar bir muhacir şarkısı getiriyordu şehre şarktan esen rüzgar.

        Şehir taze ekmek kokuyordu.

        Diğer Yazılar