Pazartesi!
Çarşamba günü yayınlanan yazılarımı genellikle pazartesi günü yazıyorum. Pazar gününün yazıları daha geniş bir zamana yayılıyor, onların tek bir günü yok; bu yüzden pazartesi günü benim için “yazı günü”dür.
Ya sizin için?
Yaranıza tuz bastım biliyorum.
Dünyanın neresinde yaşıyorsa yaşasın pazartesi günü modern insan için kravatlı, ciddi, sevimsiz, kasvetli bir gündür. Öğrenciler içinse nefret edilen, berbat bir gün… (Bu yüzden olsa gerek, misal İsveç’te, uzun tatillerden sonra okulları pazartesi günü açmazlar. Yaz ve ara tatillerin bitiminde bizde olduğu gibi okullar pazartesi yerine perşembe günü açılır orada. İki gün okul, iki gün tatil, çocukları ilk pazartesiye öyle hazırlarlar.
Birçok dehşet hadise de bugün yaşanmıştır mesela. Brenda Ann Spencer 16 yaşındaydı, Kaliforniya’da yaşıyordu. 19 Ocak 1979 günü evinin bulunduğu sokağın karşısında bulunan ilkokulun bahçesinde oynayan çocukların üzerine, evin penceresinden hiçbir sebep yokken ateş açtı. 2 çocuk öldü, 9 çocuk yaralandı. Çocuk katil yakalandıktan sonra pişman olmadığını söyledi. Nedenin sorulunca “I don’t like Mondays” (Pazartesi günlerini sevmiyorum) dedi. Bu sözlerin “The Boomtown Rats” grubunun 1979 yılında bestelediği “I Don’t Like Mondays” şarkısına ilham verdiği söylenir.)
Sendromu bile var pazartesinin. En çok intihar edilen gün bugünmüş. En çok iş kazası da bugün yaşanırmış.
Üveydir. Dışlanmış, horlanmış, sevilmeyen bir gündür.
Evlat olsa hemen cami avlusuna bırakılır, o derece yani...
*
Biz sıradan insanlar pazartesi günlerini sevmeyiz amenna ama acaba baba şairler ne düşünüyor bugün hakkında?
“Yenilgi Günlüğü”nde Turgut Uyar dalmış günlere. Pazartesi’ye dair şöyle şeyler söyler şiirinde:
“Pazartesi
benim adımı bağışla.........“
sabah uyandırıldığında pazartesiydi
bunu iyice bildi, ağzı çirişliyersiz, ürkek, yeni yaratılmış gibi....
yenilmenin tohumunu taşır her pazartesi
çünkü yoktur dağların ve yaratılışın öncesi
insan uzatır ellerini bir perdeyi çeker
ve pazarsızlık kişiyi şaşkın eder
siner buğular gibi düşüncemize
her şeyin en haklısı en incesi
beklemek bir tepenin mutluluğunu
bir acının yakıp geçmesini beklemek...”
benim adımı bağışla
ben iklimler coğrafyasının ta kendisi
sanırım suyum başkalarınca ısıtılır
pazartesi(...)”
Ona göre, “yenilmenin tohumunu taşır her pazartesi”. Peki ya İlhan Berk? “Sabahları” şiiri şöyle:
“Bir pazartesi sabahı seni düşündüm
Ağaçlara ve gökyüzüne bakarak
İstanbul gözlerin gibi pırıl pırıldı
Denizin dibinden geçen balıkları gördüm.
Seni düşündüm de ağlamak geldi içimden
Sonra beni elimden ayağımdan
Sonra beni bu kadar senden eden İstanbul’a
Dönüp merhaba dedim.”
*
Edip Cansever “Manastırlı Hilmi Beye” yazdığı “Birinci Mektup”ta “Bugün pazartesi mi?/Kapının pencerenin durumu Salıyı gösteriyor” oysa diyor.
Son günlerde büyük bir iştahla okumakta olduğum şairin Alev Ebüzziya’ya yazdığı mektuplarından oluşan “İki Satır, İki Satırdır” kitabına kadar Edip Cansever’in, hepimizin tersine en sevdiği günün “pazartesi” olduğunu bilmiyordum.
“Bir Otel Katibi” şiirinin bir kısmı şöyle:
“Günlerden ne? Pazartesi iyi bilirim
Ama gün nedir bilmem
Çiylerle çiçeklerle çamlarla doldurulmuş gün
Göğsü bir martı göğsü gibi denizlere değen
Parklarda bahçelerde göz dolduran gün
Bir çocuğun gözlerinden gözyaşı içen
Sesini bir ayin gibi uzaklardan duyduğum
Gün nedir.”
“Gün nedir” bilmeyen şair peki neden özellikle “pazartesini” iyi biliyor? Sorunun cevabı “şairden” “çömlekçiye” giden o muhteşem “yasak aşk” mektuplarında gizli.
*
Alev Ebüzziya; kitabı yayına hazırlayan Habil Sağlam’ın deyimiyle, “20. yüzyılın modern seramik alanında dünya çapında öncü rol oynayan” bir sanatçıdır, Edip Cansever’le 1960’ların başında İstanbul’da bir arkadaş çevresinde tanışırlar. Edip Cansever başta mektuplarını Vala Ebüzziya’nın Şişli Palazoğlu Sokak’taki evine yollar. Alev Hanım’ın 1962 yılında bir porselen fabrikasında tasarımcı olarak çalışmak üzere Danimarka’ya yerleşmesi üzerine de İstanbul-Kopenhag hattında gidip gelmeye başlar mektuplar.
Seramik sanatçısı Alev Hanım’ın şair Edip Bey’e gönderdiği bütün mektupları, 28 Kasım 1975 tarihli mektubundan öğrendiğimize göre, şair okuduktan sonra “yırtıp” atmıştır. Alev Hanım ise bu duruma “hayıflanır”, o da elindeki mektuplara aynı “muameleyi” yapmak ister bir ara ancak birkaç ortak dostun telkiniyle vazgeçer bu işten zira “Edip Cansever’in mektupları yok edilemezdi.”
Şairin bir mektubunda, “Seninle sevginin tarihini yazdım. Sıra bize gelince, bir devrim yaptığımızı anlayalım. “Belki de bir şeye karşı komaktır günümüzde aşk./Birleşip salıverelim iki tek gölgeyi” dediğine bakmayın siz, aşkta erkekler korkak, kadınlar hep daha cesurdur.
Edip Cansever evlidir, Alev Hanım da sonra evlenir. Ama mektuplar gidip gelmeye devam eder. Mektuplardan anlıyoruz ki Edip Cansever’in aşkı “yakıcı, yasak bir aşk”tır. Gizli gizli yaşıyor aşkını eşinden. Bu yüzden de mektupları “iş yeri” adresine geliyor. O iş yeri de Edip Cansever’in ortağı Musevi Jak’la işlettiği Kapalıçarşı’daki antikacı dükkanıdır.
*
Şimdi Edip Cansever’in neden pazartesi günlerini sevdiğine gelebiliriz artık.
Her pazartesi günü şaire mutlaka “şişman postacı” Alev Hanım’ın bir mektubunu getirir dükkana.
O da hafta sonları bu yüzden hasretle pazartesiyi bekler.
20. mektupta Edip Cansever şunları yazar:
“Bugün pazartesi. Dükkana gelir gelmez mektubunu buldum. Beni yaşatan mektuplarından biri… Onlara öylesine alıştım ki… ve aşka alıştım sevgilim, seninle simgeleşen bir sevgiye… alıştım.”
Edip Cansever kelimelerle manaya bir biçim arıyor, Alev Hanım da çamurla maddeye bir anlam… Bu mektuplar “çömlekçi ile şair”in arasında gidip geliyor.
Şöyle yazar Edip Cansever:
“Sen çömlekçisin, ben şair…. Senin kullanacağın çamurlu tasta, benimki aslan ağzında. Sen rüyanda biçimler görürsün, ben kelime. Bizimki de kolay değil kardeşim. Kolay değil hani. Böyle çile çekmek sanat adına her Tanrının günü… Gördün mü nasıl da uyuverdik O. Veli’nin şiir kalıbına: ‘Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi…’ değil de ikimiz de sanat delisi…”
*
Dönelim pazartesiye.
8 Kasım 1965 tarihli 21. Mektup şöyle başlar:
“Alevim benim,
Pazartesi. Ne çok seviyorum ‘Pazartesi’ diye başlamayı. Bir büyü var burada, bir sır… İki gündür yağan yağmur bile dindi. Gök pırıl pırıl, masmavi. Ve senin mavi zarflı, Pazartesi kokulu mektubun; gökyüzünden kesilmiş gibi.”
Şairin sevgilisi “yazılmamış şiirler kadar uzakta” bir yerdedir. Ona “acemi kelimelerle” seslenmeyi şairliğine yediremiyor. Sonra Tercüme dergisinin Mektup Özel Sayısını karıştırıyor ve “Gördüm ki, bütün şairler acemi, acemi oldukları kadar da şaşkın. Bu yüzden bir güven doluyor içime,” diyor.
35. mektuptan öğreniyoruz. Şair eskiden dükkana gelir, kahvesini söyler, yukarı, asma kata çıkar, şiire başlardı. “ Şimdi aynı şeyleri gene yapıyorum. Yapıyorum ama, şiire değil, mektuba başlıyorum önce. Ve hazırlıksız başlıyorum, bir sismograf gibi, içimdeki depremler belirinceye kadar.”
O başlangıçların tümü, daha sonra yazacağı o muhteşem şiirlere başlangıçtır aslında. Misal Ahmed Arif’e Leyla Erbil nasıl o pırlanta şiirleri yazdırdıysa, Alev Ebüzziya da Edip Cansever’e, “Phoenix”, “Robespierre”, “Çember 2”, “Kabartma”, “Tragedyalar 2”, “Oda”, “Otel”, “Ürperti”, “Uçurum”, “Gözleri”, “Bir Taş Atarsın”, “Gökanlam”, “Çağrılmayan Yakup” gibi muhteşem şiirler yazdırdı. Daha iddialı söyleyeceksem eğer, Alev Ebüzziya kalbine girmeseydi eğer şairin, Türk şiiri belki de Edip Cansever’in “Petrol”, “Umutsuzlar Parkı”, “Tragedyalar”, “Nerde Antigone” ve en önemlisi “Kirli Ağustos” kitaplarından mahrum kalabilirdi.
Sırf bu yüzdem müteşekkiriz Alev Hanım’a.
*
Yine dönelim pazartesine. 30 Mayıs 1966 tarihli 81. Mektupta şunları yazar:
“Bütün umudumu Pazartesi’ye bağlamışım. Kendime öylesine büyük bir mutluluk hazırlamıştım ki… Şişman postacı kapıya gelecek, beklediğim, çok beklediğim bir şeyi uzatıverecekti bana. Ama postacı gelmedi. Hakkı’ya sordum: biraz önce geçti dedi. Öyleyse? Öyleyse yarın var. Yarın olmasa ertesi gün var. Ertesi gün de olmazsa başka günler var. ‘İnsan hayatı, insanın hayalidir!’ diyor Gide. Bir bakıma doğru. Ya da doğru demem için bir yığın sebep olmalı. Bir mahkuma, ‘bugün asılacaksın fakat…’ deseler, buradaki fakat kelimesi bir af bildirisi gibi gelir ona. (….)
Pazartesi’leri çok seviyorum. İki sebebi var bunun. Birincisi, senden mektup alabileceğimi düşünmek. İkincisi, İstanbul’dan Pazartesi günü ayrıldığın için, Pazartesi günleri bir gün geri döneceğini çağrıştırıyor bana. Seninle aynı şehirde yaşadığımı bilmek… Bunu taşıyan bütün Pazartesi’ler.”
13 Haziran 1966 tarihli 84. Mektuptan:
“Bugün gene pazartesi. Ne var ki, şehir yanmış bir kağıda benzemiyor artık. Senin eksikliğinden doğan bir ‘bayram sonrası’ havası var her yerde. Çadırlar toplanmış, denkler sarılmış; yerlerde kağıtlar, ipler, yiyecek artıkları, vb… Şehir? Şehir BU bugün.”
20 Haziran 1966 tarihli 85. Mektuptan:
“Pazartesi. Sabah. Pırıl pırıl bir sabah. O kadar ki… Ama şehir yanmış bir kağıda benziyor; siyah ve ince. Coşkuyla can sıkıntısının diyalektiği kol geziyor caddelerde. Duvarın üstündeki bir leke: hem güzel, hem de değil. Bir kedi hem hareket ediyor, hem de bir biblo gibi yaşamasız. Dolmuşlar hem Cağaloğlu’na çıkıyor hem de terk edilmiş bir savaş şehrinin kimsesizliğini yansıtıyor.”
*
Dışarıda anason kokan bir dünya onu beklerken Edip Cansever, bütün bu muhteşem şiir mektupların büyük bir kısmını bir antikacı dükkanının asma katında yazdı. Cevap almak için de hasretle pazartesi günü bekledi durdu.
30 Mayıs 1966 tarihli mektubunda, çok içki içtiği için karaciğerini bir doktor arkadaşına yoklattığını yazar. Biraz büyümüştür, o kadar. Fazlaca bir şey sormaz doktora. Siroz tehlikesi yoktur Allah’tan. Şöyle devam eder:
“Artık yüz yaşımı geçmeden ölmemeye karar verdim. Demek oluyor ki, altmış üç yıl daha sevebilirim seni. O kadar korkma Alevci, altmış üç yıl da nedir ki, göz açıp kapayıncaya kadar geçiverir.”
Edip Cansever 28 Mayıs 1986'da öldü. Kendine ayırdığı altmış üç yılın ancak yirmi yılını yaşadı o tarihten itibaren. Hayattan hala kırk üç yıl alacağı var şairin.
*
Bugün Pazartesi… Pırıl pırıl bir Ağustos günü… Edip Cansever’inki gibi hiç de “kirli” değil Ağustos İstanbul'da.
Yazımı bitirdim, oturduğum kahvede çıkmak üzereyken telefonum çaldı. Arayan dostum Mehmet Çebi’ydi, “Abi seni bir yere götüreceğim” dedi. Kanlıca tepelerinden Boğaz’ın çıldırtıcı ihtişamına yukarıdan bakan bir “müze-eve” gittik. Memleketin en önemli koleksiyonerlerinden birisi olan ev sahibi Kemal Bilginsoy şahane bir akşam yaşattı bize, evinde sergilediği Türk resminin temel taşları arasında uzun uzun gezdirdi.
Büyük salona girişte tam karşıda cam bir büfenin içinde güneşin sarısı, ormanın yeşili, denizin mavisi, toprağın kahvesinin birbiriyle hemhal olduğu bağıra çağıra varlığını beyan eden seramik taslar, çanaklar duruyordu yan yana. Koleksiyonun önünde durdum;
“Kimin bunlar?” diye sordum.
“Alev Ebüzziya”nın” dedi.
"Hani Edip Cansever’in, ‘Seni sevmeyi dünyanın en güzel şiiri yapacağım’ dediği kadının, hani hakkında bugün yazı yazdığım sanatçının demek" dedim içimden.
Tesadüf, bir mutluluk anında Allah’ın bize göz kırpmasıdır.