Ankara'da sabah vakti!
Hava temizdi. Hafif serindi. Üzerimde ağırlık yapacak kıyafet yoktu. Güneş yakmıyordu. Günlerden pazardı.
Atatürk Bulvarı’ndan aşağı salmıştım kendimi.
Ankara pazar sabahına uyanıyordu.
*
Şu sokakta karşıma çıkanların ne işi vardı bu saatte dışarıda? Yoksa bu şehirde herkes memur değil miydi?
*
Bir pencerenin kenarına iki güvercin kondu. Yem bırakmışlardı akşamdan, belli. Kafamın içinde bir uğultu. Bilincimin uzandıklarının uğultusu mu, arkamdan gelen sokakları süpüren belediye aracının çıkardığı gürültü mü, birbirine karıştı. Geceden sokaklara dökülmüş aşkları da süpüren “kör olası” çöpçüler nerede şimdi, makineler işlerini ellerinden mi aldı yoksa, yoksa hepsi makine sürücüsü mü oldu?
*
Telaşsızdır; telaşı bile sessiz sedasızdır bu şehrin. Gürül gürül akmaz. Bir uğultuyla gelmez üzerine. Yerine çakılmış gibidir. Asabi ve resmi… Sonradan inşa edildiği için ahşap veya tuğla değil, granittir çehresi…
*
Aklıma gelen her şey daha önce bu şehre dair yazmış şairlerin de aklına geldi. Ama ben şair olmadığım için Cemal Süreya’nın yazdıklarını yazamıyorum şimdi. Misal şunu diyemiyorum.
“Ankara Ankara.
Ey iyi kalpli üvey ana!”
Durmamış, yazdıklarını şöyle şerh etmiş kudretli şair:
“Bu şehri bu kadar yalın anlatan başka bir şey olamaz sanırım. Sorumluluklarını bilen, asla kötü davranmayan ama sonuçta bir üvey ana olan Ankara. Bu şehirde insanlar bekler. Emekliliği, askerliğin bitmesini, rüşvetin gelmesini, gönderdiğiniz evrakın cevaplanmasını, suskun devletin konuşmasını beklerler. Taşı çatlatacak bir sabırla bir şeyleri beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır. Belki denizi görselerdi beklemezlerdi. Denizi su sanırlar. Suyu görmek için göllerin kıyısına gidersiniz ama su ufka uzanmaz. Bir suyu deniz yapan ufuk yoktur Ankara’nın göllerinde. Oysa ne önemlidir suyun hiç bitmemesi ve uysal bir sevgili gibi gökyüzüyle birleşmesi. O vaatkar ufuk çizgisi, o nasıl güzeldir. Her zaman ötelerde bir şey olduğunu fısıldayan o şehvetli çizgi. İnsanlar Ankara’da beklerler, kim bilir bekledikleri hayattır.”
Bu nesre, “İçimdeki Sessiz Parlaklık” ismini vererek sanırım daha sonra şöyle bir şiire dönüştürdü:
“İstanbul’da doğup büyüyen
Herkes
Masmavi düşünür kendini bir mozayık gibi
Mavi bir dünyadan gelir en önce
Mavilerle yaşlanır
Koyu mavi bir toprakla örtülür üstü.”
*
Kendi adıma bu şehirde bir “hayat” beklemiyordum ben; “ahval-i sıhhiye”ye dair yaptırdığım tetkiklerin sonuçlarını bekliyordum. Beklerken de dostum Halil Ergün’ün telefonda söylediği, “Hayatı talep edenleri” düşünüyordum. Bu söz beni niye bu kadar etkilemişti sabahın bu saatinde Ankara sokaklarında dolaşırken bilmiyorum. Bu sözün yanında başka şeyler de bir yer bulmaya çalışıyordu bilincimde, benim işim onları bir düzene sokmaktı.
Hem kimden talep edilir ki hayat? Sizden çalanlardan diyeceksiniz. Belki de Halil Abi de öyle düşünmüştür. Ama ben daha çok bu şehre “üvey ana” adını koyan şairin durduğu yerde durmak istiyorum bu sabah.
Sormak istiyorum mesela.
Turgut Uyar’ın; bu şehirde doğduğu halde, “Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur,” dediği Tomris Uyar’la bu şehirde karşılaştığı halde, birçok şiirini bu şehirde yazığı halde içinde “Ankara” geçen hiçbir şiir yazmamış olması size de tuhaf gelmiyor mu?
Oysa Cemal Süreya’nın demesine göre;
“Evet, Mehmed Kemal, Yılmaz Gruda, Orhan Veli,
Şimdi hepsi dipte, hepsi birer yeraltı suyu gibi.
Sevgilim bilemem sesimi duyuyor musun
Bir gökkuşağıyla doldurmak istiyorum içini.
Ve Hasan Şimşek, Cahit Sıtkı'nın kasabalısı,
Ve içtiği rakı kadar bembeyaz Şahap Sıtkı ki
Metin Altıok'a devredip masadaki yerini
İnanılmaz biçimde bu kentten gittiydi.”
Turgut Uyar da bu şehirden gittiği halde, dönüp arkasına Ankara’ya dair iki mısra yazmamış olması ne garip!
Ama kardeş dizelere kalem koymuş Cemal Süreya Ankara deyince gürül gürül akar. Mektep okumaya gelmişti bu şehre şair. Sezai Karakoç’la bu şehirde kan kardeşi oldular. (Sezai Karakoç’un da yok Ankara’ya dair şiiri mesela.) Cemal Süreya, “Bende tarçın sende ıhlamur kokusu/yürürüz başkentin sokaklarında” dedi sevgilileri içinde o sırada en sevdiği sevgiliye. Bu şehir, şiirine o kadar nüfuz etti ki, “Biliyor musun başkentim nedense/Birbirimizden çekiniyoruz ikimiz de/Sen yaslarına hiç yaslanmaz oldun/Ben acılarıma yeterince,” diye dert yandı.
Onun bu şehre olan tutkusunu bilenler ölümünden sonra adına bir park yaptılar burada. Küçük bir yerdir, pek münasip değildir ama yine de bir parkın bir şairin adını taşıması güzeldir.
Can dostu Can Yücel’in yolu düşmüş bu parka bir gün, sona da oturmuş şu şiiri yazmış:
“Bir Kasım güneşlisinde
Meclisin o askeri duvarının
Dibinden geçip
Geldim oturdum karşına senin…
Hiç bu kadar mülk sahibi olmamıştın.
Epiy bir yüzölçümün var
Bir basket sahan
Çocuk bahçen
Havuzun
İki kutu gibi helan
Akasyaların var
Sunay Akın’ın dediği gibi
Gülcemallerin solmuş
Biz de gelecek yazı bekleriz
Tek tük de çimen yeşili var serpili
Çocuklar okulda şimdi
Ama okuldan kaçmış liseliler var
Kırıştırıyorlar
Arabalar da vızır vızır etrafında
Olsun.
Sen geceleri çıkarsın zaten ortalığa
Bankların üstünde eski aşklarınla
Al takke, ver külah
Parkın sana kutlu olsun.”
*
Vaktiyle, işte tam bu noktada karşılaşmıştım Ahmed Arif’le. Yanımda sonra şair olacak bir dostum vardı. İlk defa denizi gören bir insan gibi şaşırmıştım onu birden karşımda görünce. Elinde pazar filesi vardı şairin. Boğazlı kazak, kalın kumaştan ceket vardı üzerinde, ayağında kalın fitilli kadife pantolon… Soğuk bir sonbahar günüydü. Gönül düşüren “şiir eşkıyaları” gibi yolunu kesmiş, kendimizi tanıştırmıştık. “Şiir eşkıyalarının” yolunu kesmesine sevinmiş, büyük büyük tebessüm etmişti. Konuştuğumuz hiçbir şey aklımda değil şu anda, bir süre bakmıştık “nazlı nazlı, hasretle"… acılı bir tarihin içinden geçerek hem de.
Hadiseyi biliyordum. Dilimin ucuna kadar gelmişti. Sormak istiyordum o sırada:
“Neden randevuya gitmediniz o gün?”
“Hangi randevuya?”
“Hani Cemal Süreya’nın; kız kardeşi Ayten’i sizinle tanıştırmak için ayarladığı o randevu var ya, işte ona?”
Benim bu olayı nereden bildiğime bir an şaşıracak, sonra az biraz utangaç, biraz da hüzünlü bir kederle:
“Giyecek temiz gömleğim yoktu,” cevabını vermeyecek tabi. Böyle olduğunu “aşir gururuna” yediremez çünkü; buluşmaya neden gelmediğini soran arkadaşı Cemal Süreya’dan aldığı cevabı faş etmek, aşktan yana “onursuzluğu” seçen uçarı şair Cemal Süreya’ya düşer haliyle.
Öyle ya aşiret töresidir; temiz gömleğin yoksa gidemezsin bir Kürt kızına talip olmaya.
*
“Kirli gömlek” daha sonra sızdı Cemal Süreya’nın yazının başından beri alıntılar yaptığım “Oteller Hanlar Hamamlar İçin Sürekli Şiir” şiirine ki bu şiir bir Ankara şiiridir.
“Adını titizce saklayan bir sokak buldum
Şimdi söyleyemem hangi alanın arkasında,”
Sokağa girerken yarın açılacak okulları düşündüm. Sokakta kitap tezgahları vardı daha önce, bütün kitapları kaldırmış yerine yığın yığın defter koymuşlardı şimdi. Birazdan babalar, anneler çocukların elinden tutacak, uzun, çok uzun bir süreden sonra yarın ilk defa okula gidecek çocuklarına defter alacaklar.
Çocuklar defterlerine öğretmenin istediklerini yazarlar.
Ben de bir defter aldım.
*
Ne kadar yürümüşüm bilmiyorum. Gün uzamış meğer. Bir de baktım, etrafım kalabalık. Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” romanında anlattığı “Ucuza, herkesten ucuza, herkesten önce en ucuzunu almağa meraklı” kalabalık yarın açılacak okul için alışverişe başlamıştı bile.
Bu yazıya oturmadan önce, aldığım deftere Cemal Süreya’nın şu satırlarını yazdım:
“Şair arkadaş,
Bir derdin mi var
Bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden
Ankara’ya gelmelisin.”