Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Acelem var. Yine yola çıkacağım. Bir şehirden başka bir şehre. Valizim elimde, bilgisayarım çantamda. Her adımda aklımda yazı var. Bulabildiğim her boşlukta yazmam lazım. Yazı için de ciddi araştırma gerekiyor ama bazen buna vakit olmuyor işte.

        Böyle anlarda binlerce fikir uçuşur kafamda. Not defterime bakarım, yanımdaki kitapları açarım rastgele, bir resme bakarım, bir türkü dinlerim. Nasıl olsa bir cümle bulacağım bir yerde, bir imge canlanacak, bir ses duyacağım, yazıya dönüşecek.

        Bütün bunlar herkese gelir, herkes tıpkı benim gibi duyar, görür ama çoğunun duyduklarını, gördüklerini belirli bir tema etrafına bir araya getirmek gibi bir mecburiyeti yoktur.

        Mecbur olanlar sadece işi yazı olanlardır.

        *

        Çoğu yazı okurlarla birlikte yazılır. Aslında her okur bir yazardır. Hakiki okurun iyi yazarla kurduğu ilişki aslında bir rekabet ilişkisidir. Sadece yazar ondan erken davranmıştır o kadar. Onu okuyan okuduklarına benzer çoğu meseleyi kafasında çevirmiş, tam onları bir düzene sokup yazmaya niyetlendiğinde bir de bakar ki onun niyetini bir başkası çoktan hayata geçirmiş.

        Mesela, edebiyat alimi Murat Belge de başta roman yazmayı düşünüyormuş ama sonra karşısına William Faulkner çıkmış, onu okumuş, bir de bakmış ki yazarak bu herifi aşmak mümkün değil, “Bunun yazdıklarından daha kötü romanlar yazacağıma en iyisi bu muhteşem yazarı Türkçeye çevireyim” demiş, oturmuş muhtemelen yazacağı romanlardan çok daha “faydalı” o muhteşem romanlarla hepimiz tanıştırmış.

        *

        Yazı, kendi içini başkasına dökme değildir. Benim içimden başkasına ne? Yazı kalabalıkların önünde soyunmaktır. Çıplak kalmaktır. Çıplaklığından utanmak yerine gurur duymaktır. Bir tek yazarın kalabalıkların önünde soyunması “ayıp” sayılmaz. Çünkü aslında yazar kendini değil, okuruna sezdirmeden gizliden gizliye onu soymaktadır. Kimin kimi soyduğu bir süre sonra birbirinin içine geçtiği için aslında yazar da ne yaptığını bilmez. Kendi haleti ruhiyesinden yola çıkarak, kendine benzeyen bir başkasının ruhuna nüfuz etmiştir. Ruhu çalınan da bunun farkında değil. Bu yüzden aslında başkasının çıplaklığını okuduğunu sanırken aslında kendi çıplaklığıyla yüzleşmektedir okur.

        *

        Yazı denilen başı sonu belirsiz, dağı taşı olmayan, ovası düzü belirsiz, yağmuru tufanı amansız alemde aslında anlatılacak yeni hiçbir şey bırakmadı bir avuç büyük yazar iki yüz yıldan beri. Çok kısa bir süre içinde dünyanın bütün meselelerini tükettiler. Hatta içlerinden çıkan Dostoyevski denilen bir tuhaf adam, her şeyi alıp tek bir soruya dönüştürdü ve “bile bile, niye böyle” sorusunun cevabında bütün insanlığın ortak macerasına son noktayı koydu.

        *

        Mekan yazıya yol verir. En azından benim için öyle. Gittiğim her yerde, biraz da yazıda gazeteciliği gözetmek zorunda olduğum için o mekanda karşıma çıkan bir şeyi anlatmak işimi kolaylaştırır. Kaptırır giderim.

        Ama büyük yazarların bu tür imkanları olmamıştır. Çoğu bir odaya mahkum yaşadılar. Yarattıkları o büyük evreni o daracık, çoğu basık, hücreye benzeyen küçük odalarda yarattılar. Proust yatakta, bütün duvarları izole edilmiş bir odada düştü “kayıp zamanın” peşine. Balzac’ın yazı yazmaktan dışarı çıkacak çok az vakti oldu, tuvalette otururken bile yanında divitle mürekkep hokkası olduğunu söylerler.

        *

        Aslında amacım bunları anlatmak değildi yazının başına oturduğumda. Kafamda sadece, “hayatın ritmi” diye bir kavram vardı. Neydi bu ritim, bu ritmi kim yakalamaya çalışmıştı? Wirginia Woolf, hayatın ritmini doğanın döngüsü ve zamanın akışına bağlı olarak işlemişti romanlarında. O büyük yazarı her düşündüğümde “Dalgalar”daki intihar mektubundan şu cümle geliyor aklıma:

        “Hayatta kalıp senin hayatını mahvetmeyeceğim.”

        O romanı okuduğum günden beri bu cümleyi hiç unutmadım. İntiharını sevdiğine yapacağı bir “iyilik” olarak görüyordu kahraman. Ya bir süre sonra yazarın ceplerine taş doldurarak nehirde kendini boğarak öldürmesine ne denir peki?

        Aslında bu cümlenin şu anda aklıma gelmiş olmasının sebebi de mekandır. Mekan yazıyı kolaylaştırır demiştim ya, şu anda bu yazıyı, bundan seneler evvel, bu şehirde liseyi okurken Wirginia Woolf’un romanını okuduğum evde yazıyorum. Ev değişmiş sadece. O zamanlar derme çatma toprak damlı bir evdi evimiz, ben bu şehirden gittikten sonra evi yıkıp yeniden yaptılar ağabeylerim. O zamanlar çalışma masam yoktu, şimdi muhtemelen bir çalışma masası özlemini çektiğim yerde, yeğenimim masasında yazıyorum bu yazıyı.

        *

        Hakan Günday’ın bir romanından kalmış aklımda. İntihar mektuplarını toplayan birisinden bahsediyordu yazar. Birbirinden farklı mektuplar. Yazının bir de böyle bir etkisi var. İntihar eden kendini değil geride kalanı cezalandırır ya, bir de çoğu insan bir intihar mektubunu yazdıktan sonra vazgeçmişlerdir intihardan.

        Yazı seni senle yüzleştirir. Yazı soyunmaktır demiştim ya, belki de bu yüzden.

        *

        İlginç nesneler toplayan insanları hep merak etmişimdir. İnsan eğer topladıklarından bir kazanç sağlamayacaksa, yani o işin ticaretini yapmayacaksa, neden toplasın ki onları? Sanırım bu sorunun en kestirme cevabı o nesneye, o esere sahip olma duygusudur. Aşk da böyle bir şey değil mi? Sadece güzellik değildir bizi bir nesneye, bir resme, bir kadına, bir erkeğe bağlayan şey.

        Bir arkadaşım anlatmıştı. Gavur ellerde yaşayan yaşlı bir eski tüfek, gençliğinden beri sol örgütlerin yayınladıkları bildirileri topluyormuş. Onlardan muazzam bir koleksiyon yapmış. Hepsini, onu dağıtan örgütlere göre tasnif etmiş. Halkın Kurtuluşu, Kurtuluş, Emeğin Birliği, İGD, Özgürlük Yolu, Dev-Yol, Dev-Sol vb yüzlerce örgüt. 70’li yıllarda her olay karşısında bu örgütler, “HALKIMIZA” başlığıyla bildiriler yazıp dağıtıyordu.

        Ben de çocukluğumda ne çok bildir metni yazdım. Kalıbı vardı. O kalıbı ezberledikten sonra bildiri metnini yazmaktan kolay ne vardı. “Çağımız kapitalizmden sosyalizme geçiş çağıdır” diye başlıyordu o bildirilerin hemen hemen hepsi. Aradan yirmi yıl falan geçti, bu tespit tepetaklak oldu. Bir yüzyıl kapandı, yeni bir yüzyıl başladı, yeni yüzyıl da “sosyalizmden kapitalizme geçiş” çağı oldu.

        *

        “Mekan” demiştim yazının bir yerinde. Mimarinin kavramlarıyla tanımlarsak eğer “belirli sınırları olan boşluğun adıdır” mekan ama bazen şu anda bulunduğum yer gibi hiçbir sınırı yoktur. Mekan bir yere gitmez. Toprağa sıkı sıkıya bağlıdır. Zaman değiştirir onu bir tek, onu terk eden insan değil zamandır. Dili yoktur mekanın, laldır. Sır vermez. Beklemesini bilir sadece. Bekler bekler. Sadıktır.

        Yıllar sonra geldiğinde, zaman ondan senin ilk gördüğün, yaşadığın, sevdiğin halini alıp götürmüştür sadece.

        Mekan genişledikçe umut artar, daraldıkça umuda bir haller olur. Sıkışır, büzüşür, pörsür… Sonra o daracık yerden uçup gider. Umudun azaldığı yerde mi başlar iyi yazarlık bilmiyorum ama iyi yazı, içinde her daim umut barındıran yazıdır bence.

        Diğer Yazılar