Sanata lupla bakan devlet ve Nuri İyem!
Sanatlar içinde resim, anlaşılması en zor ama görenin “bunu ben de yaparım” dediği bir sanattır. Çünkü soyutlama düzeyi sonsuzdur. Her sanatta olduğu gibi ama bilhassa resimde fazlalıklardan arındıkça mükemmele varılır.
Picasso’nun meşhur balık metaforu buna sık örnek gösterilir. Her şeyi atmış sonunda bir çizgi kalmış elinde ressamın, altına da “Balık” yazmış büyük usta, “Bu ne biçim balık?” diye soranlara da “O balık değil, resim” demiş.
Kenan Evren’i de resim yapmaya Picasso teşvik etmiş. 1998’de bir Amerika seyahati sırasında bir sergide daha sonra 32 milyon dolara satılan Picasso’nun “Les femmes d’Alger” eserleri önünde durmuş paşa. Resmi uzun uzun incelemiş, galiba o sırada ressam olmaya karar vermiş olacak ki, şunları söyler:
“Buraya bir siyah fırça vurmuş, yanına yuvarlak yapmış. Burada da bir siyah, aralar beyaz. Burada bir siyah, arada yuvarlaklar. Baktım, baktım, dedim ki, ben Türkiye’ye gittiğim zaman resme başlayacağım. Ben de yaparım bunu.”
Resme Kenan Evren gibi bakarsanız eğer, kolayca “Bunu ben de yaparım” dersiniz. Resme nasıl baktığınız ve bakarken neyi gördüğünüzle alakalıdır çokça bu özgüven…
*
Meşhur hikayedir galiba ama ben ilk defa dostum Kemal Bilginsoy’dan duydum.
1914 kuşağının adıyla anıldığı, Türk resminde özel bir yeri olan, nedendir bilmem ama Ece Ayhan’ın “Devlet ressamı” dediği İbrahim Çallı, meteliğe kurşun attığı bir çulsuz döneminde yanına öğrencisi Edip Hakkı Köseoğlu’nu -ki akademide profesörlük yapmış üstat-, koltuğunun altına da rulo yaptığı bir sürü resmini alarak Ankara’nın yolunu tutar. Devlet dairelerine birkaç resim satacak, tencereyi kaynatacaklar. (Gerçi İbrahim Çallı kazandığının önemli bir kısmını çorbaya değil de rakıya yatırmıştır ya yine de… Mazhar Osman defalarca tedavi ettiği Neyzen Tevfik’i koltuğunun altında bir şişe rakıyla yakalar.
“Bu ne Neyzen?
“Rakı doktor.”
“Çabuk dök onu!”
“Dökemem. Yarısı İbrahim Çallı’nın.
"O zaman yarısını dök.”
“Olmaz, üstteki onun.”) Kapı kapı dolaşırlar; devlet, dışı gri, içi beyaz badanalı dairlerinin duvarlarına asacak resim seçememiş olacak ki, gittikleri her yerde herkes onlara Milli Şef İsmet İnönü’ye yönlendirir. Bir yolunu bulur Pembe Köşk’e girerler. Ressamları geniş bir salona alırlar. Salonun ortasında bir bilardo masası vardır. İbrahim Çallı, Edip Hakkı’nın yardımıyla resme meraklı Milli Şef’e satmayı düşündükleri resimleri masanın üzerine özenle serer. Biraz sonra unvanı cüssesinden kat kat büyük Milli Şef girer içeri. Hiçbir şey söylemeden masanın üzerine serilmiş resimlere doğru gider. Hemen cebinden okuma gözlüğünü çıkarır ve inceden inceye resimleri incelemeye başlar.
Resme okuma gözlüğüyle bakmak, büyük ressam İbrahim Çallı’nın hafızasında yok. Resim dediğin belirli bir mesafede görünür insana. Milli Şef’e bir adım daha yaklaşır İbrahim Çallı ve “Paşam, o baktığınız harita değil, resim,” der.
Milli Şef bu söz üzerine irkilmiş gibi kafasını kaldırır, yine hiçbir şey söylemeden salondan çıkar gider.
Çallı resimlerini toplar, kös kös İstanbul’un yolunu tutar, Edip Hakkı, “İki resim satacak kadar tutmadın kendini değil mi?” diye sitem eder ona.
*
Kuruluşundan beri devletimiz sanata yakın gözlük veya lupla bakmıştır. Bazen de mikroskopla. Olur da gözün görmediği zararlı bir mikrobu enjekte etmiş olabilir “dış mihrakların” maşası sanatçılar eserin içine.
Devlet hemen hemen her dönemde sanatçıyı horlamış, hapse atmış, makatına cop sokmuş, bedenine cinsel organından elektrik vermiş ama yeri geldiğinde de “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” sözünü, “Bir Türk cihana bedeldir” sözünün yanına asmıştır. İşine geldiğinde sanat ve sanatçı kutsamış, ama ilk arbedede ateşe sanatçıları atmış. O da olmadıysa beğenmedikleri “böyle sanatın içine tükürmüş”.
Sanatın gücünün bir iktidar için ne kadar önemli olduğunu bildiklerinden de her devrin iktidarı kendi sanatçısına arka çıkmış, onlardan kendisine bir “savunma mangası” yaratmaya çalışmış.
Ama sanat iktidarların kalıbına sığan bir şey değil. Maddenin akışkan halidir sanat, cıva gibidir, elde avuçta durmaz.
O halde yapılacak en iyi şey zaptiyelerin eline birer büyüteç verip sanatçının kıçına takmak.
Şu ana kadar bulunmuş en “yaratıcı” çözüm bu olmuştur.
*
Ressam Nuri İyem’i takip etmekle görevli polis bir gün çok merak etmiş, kendi halinde bu mütevazı adam çok mühim bir şahsiyet olmalı ki devlet ona böyle bir mühim vazife vermiş, dayanamamış polis, takip ettiği Nuri İyem’in önüne geçmiş ve yekten, “Abi sen kimsin ya seni takip etmemi istiyorlar,” demiş.
Devletin tablolarına lupla baktığı ressamlardan birisidir Nuri İyem. Yarım yüzyıl boyunca sanki hep kaşı hilal şeklinde aynı kadınları çizip durmuş üstat. Kocaman gözlü kadınlar. Gözleri dehliz misali, insanı içine çeker. Uzak bakan o gözlerde bazıları bir suçluluk ifadesi keşfetmiş, sanki bizi dünyaya getirdikleri için bin pişmanlar.
Babasının memuriyetindendir galiba henüz üç yaşındayken Cizre’ye gitmiş. İlkokula burada başlamış. Cizre’de çocuk olmak, kocaman gözlü, beyaz tülbentli kadınlar arasında büyümek demektir. Her yüz, yüzlerce hikaye… Her kocaman göz, bir hayatın hülasası…
“...annem yaşlı bir kadındı. Son çocuğuyum ben. Ablam bana baktı. O kadar ki, ben annemi pek sevmezdim açıkçası. Ama ablama bayılırdım. Beni dayaktan, her türlü fırtınadan korurdu... Korkunç şekilde seviyordum onu, her zaman onun peşindeydim... Anne diye bağırmazdım, abla diye bağırırdım... Uyandığım zaman bir bakardım, gözleri üstümde... On dokuz yaşında evlendi, ilk çocuğunu doğururken de öldü. Ve bir suçluluk duygusu var bende şimdi. Sanki ben ablamı kurtarabilirdim. Buna benzer tuhaf şeyler yaşadım ben. Resimle uğraşmaya başladığımda hep bir kadın vardı. İlk zamanlar çok kötü şeyler yapıyordum. Giderek bu kadın portresi gelişti bende. Sonunda... ‘göz’ benim tablolarıma giriş için bir anahtar olmaya başladı.”
Estetik derslerini aldığı hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle, “Bir heykel kadar sımsıkı, yeşil mehtap aydınlığı kadar zarif, geçmiş zamanın havasını içinde taşıyan eski fresk ve ikonalar kadar yalın” kadın yüzlerinin ressamı Nuri İyem bir gün malzemelerini alır, resim yapmak için kırlara çıkar. Hava güzeldir, boyalarını fırçalarını çıkarır, şövalesine tuvalı asar, sandalyesine kurulur tam çizmeye başlarken yanına bir adam gelir ve sorar:
“Pardon, ne yapıyorsunuz?”
Nuri İyem:
“Şu karşıdaki ağaçları yapacağım,” der adama.
Adam tuhaf tuhaf bakar ona ve “Niye ki, o ağaçlar zaten varlar, niye o ağaçları yapıyorsun ki?” der.
*
Güzel Sanatlar Akademisi’ni 1944 yılında birincilikle bitirir. Böylece okulun ilk mezunlarından birisi ve okulun ilk birincisi olma unvanını elde eder. Bitirme tablosunun adı “Nalbant”tır. Bu tablo onu akademide birinci yapar ama hapse de attırır.
Tabloda bir nalbantla çırağı bir atı nallıyorlar. Çırağın elindeki keski orak gibidir. Yerde ise bir çekiç durmaktadır. Çırak demek işçi demek… Bir işçinin elinde orak, yanında bir çekiç… Al sana orak-çekiç… Al sana komünizmin en bilinen sembolü… Devlet kül yutar mı, çocuk mu kandırıyorsun boyacı?
'Nalbant'Yakalarlar ressamı, ağır bir işkenceden sonra içeri atarlar. Bak bakalım bir daha zehir saçıyor mu?
Gencecik bir sanatçı namzedi, mahpushanede başlar resim hayatına. Birçok mahkum arkadaşının portrelerini yapar. Oysa devlet onu buraya resim yapsın diye değil, ıslah olsun diye kapatmıştır, yaptığı densizliğe bak sen hele! Sehpasını, boyalarını, fırçalarını, tuvalini alırlar elinden, ona resim yapmak yasaktır, zira zehrini boya yoluyla her yere sıçratabilir. Resim delisi bir genç adama resim yapmayı yasaklamak, aşığa maşuku yasaklamak gibidir, ağırına gider, bir ara intiharı bile düşünür.
Hapishaneden çıktıktan sonra polis, bir fotoğrafını birincilikle bitirdiği Güzel Sanatlar Akademisi’nin kapısında duran asık yüzlü görevlilere verir, onları da sıkı sıkıya tembihler, “Bu herif bu kapıdan geçmek isterse ayaklarını kırın”… Değil akademide ders vermek, bir daha içeri bile giremez.
*
Başını belaya sokan ikinci tablosu da “Yolculuk Var” tablosudur. Orijinali Kemal Bilginsoy’un koleksiyonundadır bugün, evinde ben de bu tabloyu görmüş, uzun uzun bakmıştım.
Resimde Eminönü Meydanı’nda kalabalık bir grup insan var. Birisi mandolin çalıyor. Kırmızı elbiseli bir kadın da muhtemelen çalgıcının çaldığı şarkının sözleri olan kağıtları dağıtıyor kalabalığa…
'Yolculuk Var'Vay hinoğlu hin… Vay uyanık! Yine devleti tufaya getiriyorsun ha? Kırmızı rengin kızıl olduğunu devlet bilmiyor mu? Kızıl kıyafetler giymiş birisi kağıt dağıtıyorsa, o kağıtlarda mutlaka yasadışı bir bildiri metni yazılıdır. Kırmızı renkle kağıda yazılı bir şeyler bir araya gelirse, onun komünizm propagandası olduğunu devlet anlamayacak mı?
Yürü karakola…
Yıllar sonra bu tabloyu bir müzayede Bilginsoy iyi bir fiyata alı. Vaktiyle Güneri Cıvaoğlu’nun yazdığına göre, tabloya ödenen paranın miktarını görünce Nuri İyem yanındaki karısı ve çocuklarına gülümseyerek şöyle der:
“Oysa, bu tablo yüzünden poliste ne çok dayak yemiştim.”
*
Birçok şairin, sanatçı arkadaşının portresini yapmıştır Nuri İyem. Bunlardan birisi de “Hababam Sınıfı”nın yazarı Rıfat Ilgaz’dır.
Şair Refik Durbaş, Rıfat Ilgaz’ın sekiz bölümlük “Mangal” adını verdiği uzun bir şiirinden bahseder bir yazısında. O şiirinde Nuri İyem’le bir macerasını anlatır büyük mizah ustasının.
Nuri İyem’lerin yoksul evlerinde Recep Usta’nın elinden çıkma Rumeli işi güzelim bir mangal vardır. Mangal kış gecelerinde tandır, yaz günlerinde ocaktır. Mangalı Nuri İyem’in anası yakar sadece. Ressamın annesi bir gün hasta olur ama ilaç parası yok. Nuri İyem de her gün gördüğü, hayatını kolaylaştıran mangalın bir resmini yapmış. Aklına resim gelir, arkadaşı Rıfat Ilgaz’la resmi pazara götürecekler, satıp parasıyla annesine ilaç alacaklar. Ancak pazarda resme hiçbir alıcı çıkmaz, gösterdikleri herkes “resmini değil, mangalın kendisini getir alalım” der. Gider, güzelim mangalı evden getirir, bakır fiyatına satarlar.
Rıfat Ilgaz, “Mangal” şiirinin yedinci bölümünde durumu şöyle anlatır:
“Reçeteler kalınca elimizde
Çektik duvardaki yağlı boyayı
Bir akşam üstü pazara
Baktılar bezine, çerçevesine,
‘Para etmez!’ dediler.
Beğendiler altın gibi rengini
Resmini değil, kendisini istediler;
‘Olmaz!’ diyemedik.
Çektik Çerkez kızı mangalı
Esir pazarına.
Bir göz bile atmadan biçimine
Sülün gibi endamına,
Vurdular kantara ince belinden
Halka halka küpelerinden;
Gitti bakırı fiyatına.
Kurtardık Ressam Nuri’yi derken
Kıydık Recep Usta’nın zanaatına”
*
Uyduruk bir davayla Nazım Hikmet’i yirmi küsur yıla mahkum eden devlet, aynı sene 1938’de eldeki avuçtaki bütün ressamları, “gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” idealizmiyle saldı Anadolu’ya. Gidip o “bereketli toprakları” görüp resimleyeceklerdi. Mutlu köylüler, gülen çocuklar, duvaklı gelinler, ılgıt ılgıt esen yeller, kol kola çekilen halaylar, rengarenk kilimler, yan yana testiler; cennet Anadolu’nun her şeyi, her köşe bucağı resimlenecek… Ama Anadolu onları oraya gönderenlerin gördüğü Anadolu değildi, açlığın, yoksulluğun pençesinde kıvranıyordu, yine de ressamların hiçbirisi kendilerinden istenen sınırların dışına çıkmadı. Hemen onlardan sonra gelen Nuri İyem resimlerine ne kilimleri ne nakışları ne de testileri soktu. Kesilmiş koyun başı gibi bakan gözler belirdi onun tuvalinde.
Anadolu, denkleri sırtına almış akın akın büyük şehirlere geliyordu o resmin doruğuna çıktığında. Onun resmini yaptığı şeyin romanını da o sırada Orhan Kemal yazıyordu.
*
Salah Birsel, “Asansör” kitabında renklerden bahisle şunları yazar:
“Ressamları severim. Renklerin altında, üstünde, yamacında, ayakları dibinde yatarlar. Düşünceleri, duyguları, solukları bile boya kokar. Nedir, çoğu kimi renklere yakın durursa, kimilerinden de felek felek kaçar.”
Şu sözler de Nuri İyem’indir:
“... o tuval dediğimiz şey boştur. Ama oraya bir nokta koyduğum zaman tıpkı bir durgun suya atılan taş gibi o karenin içinde biçimsel olarak bir hareket yaratır. O kadar. Ama bunun ne konusu vardır ne bir şeyi vardır... Bir resmin yüzeyi, bir insan yüzü gibi, tümüyle duyguyu, düşünceyi veren ana tema etrafında birleşerek bir bütünü meydana getirir. Tıpkı bir fosilin kemiğinden kalkarak hayvanın boyunu, ağırlığını bulmaları gibi.”
*
Resme lupla bakan bir zamanların devleti, kırmızıyı gördü mü bir boğa gibi saldırıyordu sanatçıya.
Oysa aynı devletin sembolü bayrağın rengi kıpkırmızıydı.