"Siyasi cinayet" mi dediniz?
MAKTUL
Manastır’a yaz, tatlı bir dağ meltemiyle gelir. 7 Temmuz 1908 Salı günü erken bir saatte, o dağ meltemiyle birlikte şehre Şemsi Paşa da geldi. Uzun bir yolculuk sonucu şehre varmıştı. Yanında üç tabur asker vardı. Telgrafhanenin merdivenlerini çifter çifter çıktı, kapıdan içeri hışımla girerken başaracağına olan inancı tamdı. Zorlu bir göreve gelmişti. Paşa rütbesiyle taltif edildiği güne kadar uzun askerlik hayatı boyunca bu kadar mühim bir vazife almamıştı üzerine. Acelesi vardı. Sultan Abdülhamit’e vaziyeti bir telgrafla bildirdikten sonra vazifesinin başına geçecekti.
Eşkıyanın başı Resneli Niyazi dağda onu bekliyordu. Kalabalık müfrezeyle üzerine varacak, birkaç günden beri dağı mesken tutmuş eşkıyayı "sağ veya diri" ele geçirecekti.
Kasem etmişti.
Mimar Andon Efendi’nin eseri olan binanın önü kalabalıktı. Şemsi Paşa’nın mıntıkaya geldiği Selanik’te çalınan borazanlarla ilan edilmişti. Telgrafhane binasına gidip ardından dağdaki İttihatçıların kellesini getirmeye ahdetmiş bu korkusuz paşanın namını duymayan yoktu. Ahali paşayı merak etmiş, onu görmek için telgrafhanenin önünde birikmişti. Paşa’nın muhafızları, jandarmalar, polisler de kalabalığa kalabalık katmıştı. Etrafta kuş uçmuyordu. Zira ittihatçılar, bu gözünü budaktan sakınmayan adamı bulabildikleri ilk fırsatta devireceklerdi, bunu herkes biliyordu.
*
Kalabalığın içinde; tabancasının kabzasını tutan terli elini silahın demirine sürterek içini soğutmaya çalışan yalnız bir adam vardı. Kafası kazan gibiydi. Uğulduyordu. İçeri girip tabancadaki bütün kurşunları paşanın bedenine boşaltsa buradan sağ çıkmayacaktı. En iyisi şansını uzaktan denemekti. Fedailiğinden biliyordu; “tabanca her zaman isabet etmez, etse bile her zaman öldürmezdi”. Yine de şansını deneyecekti.
Paşa içerde fazla kalmadı. Padişaha “Resneli Niyazi’nin ölüsünü veya dirisini getirmeye hazır olduğunu” bildiren telgrafı çektikten sonra geldiği gibi kapıdan hızlıca çıkıp merdivenlere yürüdü. İkinci basamağa ayağını attığı anda içeride eldivenlerini unuttuğunu hatırladı. Yaveri Hüseyin Ağa’ya döndü, “Çabuk eldivenlerimi getir” dedi.
Şemsi Paşa merdivenlerde duraklayınca biraz sonra katil olacak Mülazım Atıf, gayriihtiyari öne doğru hızlı hızlı yürümeye başladı. Merdivenlerin başına ulaşınca cebindeki tabancayı çıkardı. Paşa kendisine doğrulan namluyu gördü mü bilinmez ama çok kısa bir süre içinde ölüm meleği yanında belirdi. Bir ses mi duydu, yoksa omzunu bir pire mi ısırdı anlayamadı; ardı ardına birkaç el silah sesi meydanı birbirine kattı.
Mermilerden sadece birisi paşaya isabet etmiş, omzundan girip boynuna yakın bir yerden çıkmış, atardamarı patlatmıştı; bir anda paşanın boynundan oluk oluk kan fışkırdı, kan merdivenlerden akarak meydana kadar ulaştı.
Ortalık mahşere gününe döndü. Kalabalık muhafızlar sağa sola koşuşturarak rastgele ateş ederken, yaveri ve yakınındakiler paşayı binanın içine taşıdılar.
Her yer kanla sıvanmıştı. Görenler bir insanın bedeninde bu kadar kan olur mu diye hayrete düştü. Paşanın bedeni gittikçe gevşedi. Akan her damla kan beraberinde canından bir gıdım alıp taş zemine yayıldı. Paşa kelimeyi şahadet getirdikten sonra başında çaresizce bekleyenlere, “Beni zabitler bitirdi” dedi, bu son sözü oldu, ruhunu teslim etti.
O sıra orada bulunan Manastır Valisi Hıfzı Paşa aceleyle makinanın başına geçti, “geyet müsta’celdir” ibaresiyle Dahiliye Nezareti’ne, Şemsi Paşa’nın bir suikasta uğradığını ve “bir çaryek zarfında” (on beş dakikada) vefat ettiğini bildirdi.
*
Her şey dört gün önce vuku bulmuştu. Resneli Niyazi adında bir kolağası yanına iki yüz kadar leşkere ve gönüllüye emrindeki tabura ait silahları dağıtmış, taburda bulunan sandıktaki 464 kuruşu da alarak dağa çıkmıştı. Öyle eşkıya olup dağa çıkmasının esbabı mucibesini soranlara, “Ne yapayım, vatan yaralı bir aslan gibi çırpınıp duruyor” demişti.
Manastır Telgrafhanesinin merdivenlerinde o günün “fedaisi” bugünün “teröristi” Mülazım Atıf’ın sıktığı kurşunlardan birisinin isabet etmesi üzerine ruhunu teslim eden Şemsi Paşa, dağa çıkmış o günün “çetecisi” bugünün “teröristlerini” dağda sağ veya ölü ele geçirmek üzere Sultan Abdülhamit tarafından görevlendirilmişti.
Şemsi Paşa aslen Kosovalı'ydı. Padişaha aşkla bağlı, padişahın da en güvendiği askeriydi. Bütün kariyerini isyan bastırmakla yapmıştı. Alaylıydı. Mektep, tahsil görmemişti. Hususi Katibi Süleyman Külçe’ye göre asabiydi, cahildi, malumatı kıttı, saf biriydi. Kendini birilerine beğendirmek derdi yoktu. Karşısındaki kişinin rütbe ve mevkiine bakmadan bodoslamadan dalıyordu. Huzuruna çıkan kim olursa olsun onun asabiliği karşısında yüzünde renk kalmaz, bacakları titrer, kendini ölmüş hissederdi. Yine katibine göre, “Şemo adı, bütün vazifedarların tüylerini ürpertmeğe kâfi bir elektrik cereyanı mahiyetinde idi.”
Savaşı sahada öğrenmişti. Anlatılanlara göre Battal Gazi kitabını okumuş, kitaptaki kahramanlıklara imrenmiş, her işte Battal Gazi olmak istemişti. Eşkıya takibinde yüze yakın eşkıyayı bizzat kendisi öldürmüş, kafalarını keserek askerlerinin süngülerine geçirmişti.
Resneli Niyazi’yi ölü veya diri ele geçirme vazifesini Hünkar bilerek ona vermişti. Tecrübesini konuşturacaktı. Kırk yıllık bir askerdi. Rumeli’yi de avucunun içi gibi biliyordu, kendine güveni tamdı, “Ben sağken bu dağlarda eşkıya barınamaz” diyordu, dağlarla dosttu.
Arnavut’tu ve herkes onu “Şemo” diye çağırıyordu.
İttihatçıların alayının kellesini koparmaya yemin etmişti. Ona göre İttihatçıların söyledikleri gibi amaçları Meşrutiyeti ilan edip Kanuni Esasi’yi tatbik etmek değildi, bu görünür amaçlarıydı, asıl amaçları Sultan Abdülhamit’i devirmekti. Zaten içişlerimize karışan “dış mihraklar” da dağa çıkmış bu eşkıyadan cesaret alıyorlardı.
“Ben de İttihatçıların kökünü kurutmazsam bana da Şemo demesinler” diyerek vazifeyi üzerine almıştı.
Vurulmasaydı dediğini yapacaktı. İttihatçılar da Sultan’ı deviremeyecek, böylece maceraları da bir avuç eşkıyanın dağ macerası olarak tarihe geçecekti.
*
KATİL
“Atıf, cemiyetten, Abdülhamit’in son dayanağı, Müşir Şemsi Paşa’yı vurma ödevi aldığını, sıcak bir Temmuz gecesi apansız söylemişti. Şakalaşır gibiydi, lacivert gökyüzünden bir yıldız aktı. Patriyot Ömer, Nazmi, kendisi, sırtüstü yattıkları hasırdan dirseklerine dayanıp hemen doğrulmuşlardı. Bitişik evde Patriyot’un Ulah sevgilisi Nina, iştahlı sesiyle, konyak gibi acı bir çingene şarkısı söylüyor, Atıf, dünyayı, yaşamayı kucaklamak istiyor gibi, kolları iki yana açık sırtüstü yatmış, zevkle dinliyordu. Gözleri yıldızlarda, vasiyet etti: ‘Korvet Kaptanı İsmail Hakkı’ya yazarsınız, kızı nikahlasın… ‘Şimdiye kadar şakaydı bu eniştelik… Şimdi ciddi…’ dersiniz… ‘Hürriyeti kazanmadan olmaz’ diye halt etmesin…’ Atıf yatar yatmaz uyudu. Üç arkadaş karanlıkta cigara içtiler bir zaman.. Atıf’ın çaldığı keyifli ıslıkla uyandılar. Tabanca seçiyorlardı. İlk sevgilisiyle buluşmaya giden, şıklığa meraklı bir asteğmen gibi tertemiz, pırıl pırıldı. Manastır Postanesi’nden çıkan Şemsi Paşa’yı, her zamanki serinkanlılığıyla vurup düşürdü. Bu sırada üç arkadaş meydana bakan evlerden birinin penceresinden, filintalarla gelişigüzel ateş ederek Atıf’ın kaçmasını kolaylaştırmaya çalışıyorlardı.” (Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, s. 27)
*
Katil Mülazım Atıf da Harbiye’yi erken bitirenlerdendi. Makedonya’da karışıklıklar baş gösterip zabit ihtiyacı doğunca, askeri öğrencileri o yıl erken mezun ederek daha sonra “İttihatçı yuvası” denilen Makedonya’ya göndermişlerdi. Orada, ordu içinde Abdülhamit’i bir an önce tahttan indirmek isteyen komitacılara katılmıştı Atıf da. Komitacı deyince akla hemen çapulcu, soyguncu gelmesin. Kendilerine “vatanın serdengeçtileri” diyorlardı. Vatan davası için yıkmak lazımsa yıkan, yakan, kıran döken, taş üstüne taş, gövde üstüne baş bırakmayana komitacı denirdi!
1907 yılında İttihatçılar Abdülhamit’i “demokratik, barışçıl yollarla iktidardan indiremeyeceklerini” anlayınca “silahlı mücadele” kararı alırlar. Silahlı mücadeleyi kızıştıracak, siyasi suikastları düzenleyecek bir şube kurarlar, bu şubenin adı da “Fedai Zabitan”dır.
Bu şubenin birinci vazifesi “siyasi suikast” tertiplemek, adam kaçırmaktır. Bu iş de “tehlikeli ve riskli”dir, gözü pek silahşörlerin işidir anlayacağınız.
Kazım Karabekir ve Enver Bey Manastır’da ilk şubeyi açarlar. Karabekir, Mülazım Atıf’ı şubeye üye yapar. Teşkilatın diğer silahşörleri İzmitli Mümtaz, Hilmi Süleyman Askeri, Ali Çetinkaya, Hüsrev Sami, Sapancalı Hakkı, Topçu İhsan, Yakup Cemil, Ömer Naci ve Yenibahçeli Şükrü’dür.
*
İttihat Terakki Cemiyeti, Şemsi Paşa’yı Manastır’da öldürme kararı alır. Bunun için bir fedai arar. Ancak ucunda mutlak ölüm olduğu için kimse bu işe gönüllü olmaz. Gönüllü de çıkmayınca cemiyet “görevlendirmeye” gider.
Mülazım Atıf herkesten daha tedirgindir. Şemsi Paşa’nın Selanik’te çalınan borazanlarla mıntıkaya geldiğini duyunca, arkadaşlarına onu öldüreceğini söyler. Kararını merkeze bildirir ve iki revolver ister. Merkez büyük cesaret örneği olan bu kararını onaylar.
Mülazım Atıf iyi nişancıdır. Olur da paşayı öldüremezse onu yaralaması bile yeterlidir, yaralanmış bir paşa direnişçilere büyük moral olacaktır. Ailesine cemiyetin sahip çıkacağı sözünü aldıktan sonra Telgrafhanenin önündeki kalabalığa doğru yürürken belinde iki silah vardır; Paşaya Nagantla ateş edecek, Karadağ revolveriyle de kendini savunacaktı.
Merdivende durup yaverine bir şeyler söyleyen Şemsi Paşa’yı gören Mülazım Atıf kalabalığın arasından hızlanır, biraz daha yaklaşarak belindeki nagantı çeker, ateşler ve arkasından panik halindeki kalabalığa karışır. Ortalık kıyamet günüdür. Silah sesini duyan kalabalık etrafa dağılır, bazıları çaresizlikten Drahor nehrine atlar, rastgele etrafa ateş eden korumaların silahlarından çıkan kurşunlar birçok kişiyi yalar. Paşaya ateş eden katili önce Prizren Belediye Başkanı Rıfat Ağa görür. Silahını çeker, nişan alır, katili bacağından vurur.
Seke seke koşmaya devam eder katil, bir ara sokağa sapar. Onu korumakla görevli İttihatçılar, yaralı bir adamı soran muhafızları şaşırtır, başka sokaklara yönlendirir. Katil bir kunduracı dükkanı görür, içeri dalar. İçerdeki usta ve çırağına hadisenin gerçeğini anlatır. Çırak aceleyle kepengi indirir.
Katil Mülazım Atıf ertesi güne kadar orada kalır.
*
“Yorgun Savaşçı” romanında Kemal Tahir, dağılmış eski İttihatçı subayların serencamını anlatır. Ordusuz kalan subayların dramını anlatır bu roman. Romanın başkahramanı Cehennem Topçusu Cemil, etrafındakilere uzun hikayesini anlatıyor, laf ister istemez Şemsi Paşa cinayetinde de gelir. Cemil, Şemsi Paşa’yı vuran Mülazım Atıf’ın nasıl kurtulduğunu şöyle anlatır:
“Atıf silahını ateşleyince… Her yandan silahlar atılmaya başladı. Şemsi Paşa yıkıldı. Atıf bir an katıldı kaldı. Aklı başına gelince kendisini bir yoklamış. Bakmış ki, yaralı maralı değil… Birden sıçramış. Araba atlarının karnı altından geçip şaşırtma vererek yan sokaklardan birine daldı. İki büklüm koşuyordu. Baktım, paşanın koruyucularından biri filintayı doğrultmuş ateş etmek üzere. Bir an ‘kafasına bir kurşun salayım’ dedim sonra vazgeçip kabasından zımbaladım. Sopayla vurulmuş gibi diz üstüne çökerken tetiğe basabildi. Baktım Atıf koşuyor. Soluğum genişledi. Meğer yaralandığını daha fark etmemiş bizimki. O kargaşalıkta, kaçan bir adamı vurmak ne demek? Hele kurşunu kıçına yedikten sonra… Şemsi Paşa’nın Arnavut koruyucularından keskin atıcılığa bak da Atıf’ın başardığı işin çetinliğini anla! Kurşun baldırını delip geçmiş, damara falan değmemiş. Ama kan izini sürerek yakalayabilirlerdi. Allah’ın işine bak! Birden yağmur başladı. Nasıl yağmur, bardak değil, fıçılardan boşalıyor!.. Bu yağmur hem meydandaki parlaklığı arttırdı hem kan izlerini silip süpürdü. Eve gittik, haber bekliyoruz kıvranarak. ‘Yakaladıkları yerde vururlar’ diye korkuyoruz. Vurmazlar da ‘Harp divanı’ diyerek cezaevine götürürlerse kolay! Oturmuşuz kulağımız kirişte, bekliyoruz. Kapı çalında. Açtım, bir herif… ‘Teğmen Ömer Bey’ dedi. ‘Ne yapacaksın?’ dedim. İki yanına bakıp içeri giriverdi. Kunduracıymış. Silahlar patlayınca ‘Dükkanı kapattım’ demiş. Kepengi indirip kapıyı çekeceği sırada içeriye biri girmiş. Tabancasını uzatmış. ‘Ses yok! Bitiririm!’ demiş. Bir iskemle çekip oturmuş. Bakmışlar bacağından kan akıyor, iyi kötü sarmışlar. Herif, ‘Öyle yiğidi biz hiç ele mi veririz’ dedi. Patriyot atıldı. ’Uzatma, bizim böyle işlere aklımız ermez. Kim yolladıysa yanlış yolladı seni bize’ dedi. Kunduracı, ‘Paşayı vuran delikanlı yolladı, bunu ver gerisine karışma dedi, nah buyur’ diye avucunu açtı. Baktık, Ulah kızının Patriyot’a ördüğü, kaza bela önleyici tılsım. ‘Nerede şimdi kendisi’ dedi Patriot. ‘Dükkanda’ dedi herif. ‘Yanında kim var’ dedik. ‘Oğlum’ var deyince, işi anladık. Bak arka arkaya kaç tane iyi rastlama! Şemsi Paşa’yı tabancayla vurup öldürüyor. Oysa tabanca her zaman attığını vurmaz! Vursa da her zaman öldürmez! Sonra kaçacak soluk buluyor. Sonra önemsiz yara alıyor. Sonra yağmur boşanıp izleri siliyor, sonradan da oğluyla beraber çalışan bir kunduracının dükkanına giriyor. Kunduracının yanındaki öz oğlu olmasa da çırak olsa, herif yürek ferahlığıyla yollayamaz. Dükkanın yerini sorduk, Telgrafhanenin arkasındaymış. Kalktık gittik, Atıf sırıtarak oturuyor. Ertesi sabah, ben Arnavut Beyi kılığına girdim. Atıf çarşaflandı. Yaylı arabaya kurulduk, Manastır’dan çıktık.”
*
Şemsi Paşa'nın öldürüldüğü haberini alınca, Sultan Abdülhamit iliklerine kadar üşüdü. Üşüme kısa bir süre sonra titremeyle gelen bir korkuya dönüştü. Şemsi Paşa’yı da devirdiklerine göre sıra ona geliyordu. Demek güçleri dehşetengizdi. Karar veremiyordu. Bulduğu çözüm en kolay çözümdü. Bu görünmez, bu acımasız, bu dehşet güçle anlaşıp kelleyi kurtarmak!..
Korkularıyla baş edemeyen yorgun padişah İttihat Terakki’nin taleplerini kabul ederek Meşrutiyeti, dolayısıyla da kendi sonunu ilan etti!
*
Şemsi Paşa'yı Mülazım Atıf'ın vurduğunu duymayan kalmadı. Meşrutiyet’ten sonra Mülazım Atıf İstanbul’a geldi. Bir süre jandarma ve polis zabitliği yaptı. 12 Nisan 1910’da üsteğmen oldu. Bu sırada “meşrutiyetin ilanındaki katkılarından” dolayı Harbiye Nezareti tarafından imtiyaz madalyasıyla ödüllendirildi.
Şemsi Paşa’nın oğlu Müfid Şemsi, Üsteğmen Atıf’ın babasının katili olduğunu söyleyerek bu ödüle karşı çıktı ama herkesin gözü önünde cinayet işlemiş olan teğmenin sicili temiz, sabıkası yok ve hapse girmemiştir.
1911 yılında Biga mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a girdi.
İttihatçılar iktidara gelince de Teşkilat-ı Mahsusa’nın ikinci başkanı oldu. Enver’in Harbiye Nazırı, Talat’ın Dahiliye ve daha sonra Sadrazam olmasında diğer silahşörlerle birlikte, “silahıyla” önemli bir rol oynadı. Daha sonra Divan-ı Harb-i Örfi’de Ermeni meselesindeki dahli sebebiyle isim benzerliğinden idam cezası aldı, Malta’ya sürgüne gitti.
Malta sürgünü dönüşünde köşesine çekildi. Hiçbir muhalif kanadın içinde yer almadı, siyasete karışmadı. Mustafa Kemal ile İttihatçılar arasındaki kavgada taraf tutmadı. Atıf Bey iyi koku alan birisiydi. Mustafa Kemal’e karşı girişeceği bir muhalif harekette sonunun Kara Kemal, Maliyeci Cavit ya da Doktor Nazım'ın sonuna benzeyeceğini biliyordu.
Memur oldu. Çankırı, Eskişehir ve İnebolu’da reji müdürlüğü yaptı.
Atatürk yaşarken hiçbir önemli göreve getirilmedi. Atatürk’ün vefatından sonra İsmet İnönü (Soyadı kanunuyla aldığı “Kamçılı” soyadı deftere yanlışlıkla “Kamçıl” diye yazıldığı için) Atıf Kamçıl’ı Çanakkale’den milletvekili yaptı.
Hayatının son yıllarında Şemsi Paşa’yı vurduğu Nagant tabancasını, kılıcını ve askeri üniformasını Ankara’da bulunan Türk İnkılap Enstitüsü’ne bağışladı. Enstitü bu “nadide parçalara” karşılık olarak ailesine bir şeref diploması verdi.
21 Ocak 1947’de İstanbul’da öldü.
1952 yılında mezarı açıldı, kemikleri alınarak Abideyi Hürriyet tepesinde bulunan yoldaşı Talat Paşa’nın yanına gömüldü.
*
Yararlanılan kaynaklar:
Talha Burak Ünlü, 2. Meşrutiyet ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde İttihatçı Bir Fedai ve Milletvekili Atıf Kamçıl, Yüksek Lisans Tezi
Kemal Tahir, Yorgun Savaşçı, İthaki Yayınları
Ahmet Altan, Kılıç Yarası Gibi, Can Yayınları