Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İbn Battûta, “Seyahatname”sinin Bağdat bahsinde bir zamanlar bu şehre hükmeden Tatar Hanlarından bahseder. Tatarlar, yeni doğan çocuklarına isim verirken o sırada eve ilk giren kişiye bakar, onun ismini verirlermiş evlatlarına. Seyyah, Bağdat’tayken bu şehrin hükümdarı Ebu Said Bahadur Han’mış. Bahadur Han’ın babası İslamiyet’i kabul etmiş Tatar Hanlarından Muhammed Hudabende’ymiş.

        Yalnız bu “Hudabende” isminde öteden beri sürüp gelen bir “ihtilaftan” bahseder seyyah. “Bende” Farsçada “kul, hizmetçi, köle” anlamına gelir. Bu durumda adamın isminin anlamı “Allah’ın kulu” oluyor. Bazılarına göre adamın adı “Hudabende” değil, “Harubende”dir. “Haru” Farsçada “eşek” anlamına gelir. Bu doğruysa eğer adamın adının anlamı “Allah’ın kulu” değil, “Eşek hizmetçisi”dir.

        Hükümdar, kısa sürede “Hudabende” ismini bırakıp “Harubende”ye dönmüş. Çünkü orta yerde bir gelenek var. Gelenekleri yaşatmak da Tatarlarda çok önemli…

        Zira sözünü ettiğimiz hükümdar doğduktan sonra, ona bir isim vermek için bir süre içeri girecek kişiyi beklemişler. Şansına o sırada “eşek bakıcısı” hizmetçi girmiş içeri, onlar da mecburi “Harubende” ismini vermişler ona.

        Bu “Harubende”nin “Kazgan” adında bir kardeşi var. Onun da halk arasındaki adı “Kazan”dır. Onun da doğumu sırasında içeri elinde bir kazanla bir cariye girmiş, bu yüzden adı “Kazan” olmuş; ben Battȗta’nın yalancısıyım!

        *

        1935’te Soyadı Kanunu çıktığında hiçbirimizin dedesi veya büyük dedesi Battȗta’nın bahsettiği yeni doğan bir Tatar çocuğu kadar şanslı değildi. O zamana kadar doğduğumuz yer, ailenin lakabı, babanın ismiyle tanınan bizler, o tarihten itibaren “tek dil, tek ulus”olma projesinin bir sonucu olarak birer soyadı seçmek zorunda bırakıldık. Devlet dairesinden içeri girer girmez, o sırada nüfus memurunun aklından geçen kelime neyse, (bazı şanslılar da seçtikleri kelimeyi yanında götürmüştü) o kelime ona “soyadı” oldu; artık şansına ne düştüyse…

        Yalnız bahsi geçen kanun 7. ve 8. maddeleriyle soyadı için seçilecek kelimelere bazı kısıtlamalar getirilmişti. 7. maddeye göre,“Soy adlarına (yan, of, ef, viç, iç, is, pulos, aki, zade, mahdumu, veled ve bin) gibi başka milliyeti anlatan ve başka dillerden alınan ekler ve kelimeler takılamaz. Bu eklerin yerine (oğul) konulur.”

        8. maddeye göre de; “Arnavut oğulu, Kürt oğlu” gibi, umumi surette başka milliyeti gösteren (Çerkez Hasan Oğlu, Boşnak İbrahim Oğlu) başka milliyete ilişik anlatan (zoti, grandi) gibi başka dillerden alınmış olan soyadları kullanılamaz ve yeniden takılamaz.”

        Kanun çıktıktan sonra Türk Dil Kurumu, soyadı dağıtmakla yükümlü nüfus müdürlüklerinin imdadına yetişti. Dahiliye Vekaleti tarafından Milletvekili ve Türk Dil Kurumu üyesi Besim Atalay’a hazırlattırılan “Türk Büyükleri veya Türk Adları” adlı kitap nüfus müdürlüklerine gönderildi, eserde 5 bin 600’den fazla isim vardı. Nüfus müdürlükleri soyadı dağıtırken bu kitaptan yararlanacaktı. Öyle ya halkı başıboş bıraksan gidip abuk sabuk kelimeleri bulur, getirir kendine soyadı yapardı! En iyisi ona yol göstermekti! (Aydınlanma!)

        Nüfus müdürlüklerine TDK eliyle gönderilen kitapta soyadı yapılsın diye çoğu Öz Türkçe şunlara benzer öneriler vardı:

        “Alabay, Alak, Alanhuya, Alanta, Alataş, Alsaç, Altaca, Amonak, Analay, Anbuzuk, Andariman, Angay, Anucur, Anak, Arsakay, Artain, Aşkan, Ata İbiş, Avşar, Artuk, Atalmış, Atılmış, Atila, Ayaz, Ayçiçek, Asana, Atsak, Aydan, Aymaz, Ayna, Azak, Boğaç, Boldaz, Bolukçu, Borak, Bozacı, Bozkurt, Budulgan, Borlukçu, Botasun, Buluç, Bulut, Burkay, Börü, Buyançuk, Budunoğlu, Buzunoğlu, Bürkek, Bürkük, Büzrüç, Şımay, Şıramun, Şıt, Şorman, Tabazık, Tacı Kayan, Tağhan, Tahmaz, Taka, Takak, Talan, Tamaç, Tamırak, Tanşehuay, Tangudur, Taragay, Targıt, Taşın, Tataş, Tatu, Tayşı, Taz, Tekle, Temügenuçin, Tibin, Tice, Tokmak, Tolmaç, Tomar, Tubay, Tuhtakaya, Turbil, Tuman, Türkmen, Tutakbala, Tükek, Türe, Türk” ve daha yüzlercesi…

        Bunların içinde kimler misal “Büzrüç”, “Şımay”, “Şıramun”, “Şıt”, “Şorman”, “Tabazık” gibi kelimelerin derin anlamına, yani künhüne varıp onları kendine soyadı seçti veya nüfus memurları bunları kimlerin gıyabında onlara soyadı yaptı bilmiyorum ama 1935 yılında memleket nüfusunu teşkil eden 16 milyonun her birisi çok kısa süre zarfında birer soyadına kavuştu. Soyadımız artık adımızdan sonra gelecek ve kimliğimizin bir parçası haline gelecekti. Hatta birçoğumuz özellikle politikacılar (Atatürk, İnönü, Menderes, Demirel, Ecevit, Özal, Erdoğan) artık soyadlarıyla bilineceklerdi.

        *

        İçimizden bazı “bozguncular” da soyadı almayı ret etti. Dr. Adnan ve Halide Edip soyadına ilk karşı çıkanlar oldu. Onları herkes tanıyordu, ayrıca bir de soyadlarına ihtiyaçları yoktu. Adı sanı bilinmeyenler soyadı sahibi olmalıydı ama ne yapsınlar orta yerde de bir kanun vardı ve kanuna karşı gelmek suçtu. Bir de Atatürk’ten “zılgıtı yiyince” Adnan Bey ile Halide Hanım, “adı sanı malum insanlar” olduklarını düşünerek “Adıvar”soyadını aldılar kendilerine.

        Daha sonra memleketimizdeki “Türkçü-Turancı” fikrin öncüsü olacak, İnönü iktidarı döneminde emniyetteki bir “tabutlukta” tırnakları çekilen büyük Bozkurtçu Nihal Atsız da bu kanuna karşı çıkanlardandı. “Bir kere şunu söyleyeyim ki ben devletin bana bahşedeceği soyadına muhtaç değilim, onu soysuzlar düşünsün”, gibi sert bir girişle başlayan bir yazı yazarak kanuna şiddetle muhalefet etti. Ona göre orta yerde lakaplar dururken soyadına ne gerek vardı. Soyadı alma girişimi bir Avrupa özentisiydi ve özgüven eksikliğinden doğuyordu. Ayrıca ona göre Türkçenin dil özelliğinden soyadı isimden önce gelmeliydi.

        Göğsünü gere gere “ırkçı” olduğunu beyan eden yazısında Nihal Atsız, sözü kendi soyadına getirdi ve hikayesini şöyle bağladı:

        “Ben yazılarıma eskiden beri ‘Atsız’ imzasını attığım için soyadı olarak bunu seçtim. Son günü müracaat etmiştim. Memur:

        ‘Atsız’ı soyadı olarak alamazsınız’ diye kestirip attı.

        ‘Neden?’

        ‘Tarihi isimdir!’

        Bilgin bir memura çatmıştık. Ne yapmalıydım? Ondan daha bilgin olduğumu ispat etmeliydim. Ettim de:

        ‘Tarihi olan, ‘d’ ile yazılan Adsız’dır. Benimki ‘t’ ile yazılıyor!’

        Benim bu bilgiçliğim karşısında memur habtoldu ve:

        ‘Ha!… O zaman olur’ diye cevap verdi.”

        İlginç soyadı hikayesi olan yazarlardan birisi de Aziz Nesin’dir; o da macerasını şöyle anlattı:

        “1934 yılında Soyadı Kanunu çıktı, her Türk kendine bir soyadı alacaktı. Herkes kendi soyadını kendisi seçtiği için insanların bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı. Dünyanın en cimrileri ‘eli açık’, dünyanın en korkakları ‘yürekli’, dünyanın en tembelleri ‘çalışkan’ gibi soyadları aldılar. Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine ‘Çevikel’ soyadını almıştı. Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan, özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını kapışıyorlardı. Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da sona kaldım. Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından, kendime ‘Nesin’ soyadını aldım. Herkes ‘Nesin’ diye çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.”

        Bir yazısında Beşir Ayvazoğlu; sürgünden döndükten sonra kendisine hiçbir muteber soyadın kalmadığını söyleyen, bu yüzden kelimenin tersten okunuşunu bilerek kendine muzipçe “Karay” soyadını seçen Refik Hâlid’in, “Sırmasaç”, “Açıkgöz”, “Kulağıdelik” gibi soyadlarını seçen bedavacılarla tatlı tatlı alay ettiğini anlatır. Cemal Nadir de bir karikatüründe bu tuhaflığa işaret eder: Kapkara bir adam, soyadı “Akışık”; karısından dayak yiyen bir adam, soyadı “Kazak” vb... “Ak”lı, “soy”lu, “er”li, “öz”lü mözlü soyadları kaplar bir anda ortalık.. Sanki “Kendinize bir soyadı bulun denmemiş de övünün!” denmiş gibi.

        *

        Cumhuriyet devrimi en çok Fransız ihtilalinden etkilendi. Dolayısıyla Latin kültürü esas alındı. Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Ticaret Hukuku ve diğer birtakım önemli yeniliklerde hep İtalya, Almanya ve Fransa’ya müracaat edildi. Sadece Soyadı Kanunu Anglo-Sakson etkiler taşıyor. Amerikan kültürüne daha yakındır. Amerika’da ve İngiltere’de diğer Avrupa ülkelerinin aksine daha çok doğada bulunan bitkiler, hayvanlar, madenler soyadı olarak alınmış. Bizde de bu gelenek sürdürüldü. Sınıfları ortadan kaldıracak, ağa ve beyleri defedecek, paşalardan kurtulacağız ya; herkes eşitlensin diye asaleti, büyüklüğü, çağrıştırmayan sıradan “Öz Türkçe” kelimelerden kendimize bir soyadı seçecektik. Böylece bir köylü ile bir efendi arasında ayrım ortadan kalkacaktı. Bir de ilk defa köylülere bir “seçim” imkanı tanınacaktı.

        Ama köylüler yine de bu işi tek başlarına beceremediler. Burada da “devlet” imdatlarına yetişti. Mesela bir köyde maden varsa, oradaki bütün köylülere Demir”,Çelik”, “Gümüş”, “Altın” soyadları verildi. Bir başka köyde İstiklal Marşı’nın kelimeleri köy halkına soyadı oldu; “Korkmaz”, “Sönmez”, “Şafak” gibi.

        Soyadı dağıtımı sırasında nüfus memurları da bazı imla hataları yaparak abuk sabuk sonuçlara da yol açtılar. Çoğu aile kendilerine “gıyaben” verilen soyadlarını görünce mahcup oldu, çoğu utancından mahkemeye koşarak soyadını değiştirme yoluna gitti. (Bir de evlendikten sonra kocalarının soyadını alan kadınlar vardır, Turgut Uyar der ki, “Her kadın hoşlandığı adamın soyadını aldığında nasıl durur diye içinden söylemiş ya da bir yerlere yazmıştır.”)

        Misal Siverek Asliye Hukuk Mahkemesi’nde, “Eşekçalan, Delidolu, Öküzbakan, Devebakan, Suluboğa, Ayı, Boynukara, Yanbakan, Devci, Aç, Açoğlu, Yavru, Sinek, Çakal, Barsakçı, Ot, Kazma, Fincan, Keçi, Atlı, Kucur, Yanmış, Beşaltı” gibi soyadlarını değiştirmek için davalar açıldı.

        Beğenilmeyen soyadı için mahkemeye gitmek mümkündü. Ama çoğu saçma sapan, bazıları “müstehcen” soyadlarını değiştirmeye -mahkeme yolu meşakkatli bir iş olduğu için- gitmedi. Hâlâ nüfus kayıtlarında aşağıdaki soyadlarını taşıyan vatandaşlar var:

        “Cort, Safra, Sülük, Koyun, Budala, Aptal, Yalak, Verici, Dönek, Şapşal, Kaltak, Dümbelek, Fırıldak, Sıçan, Yalama, Emici, Cinsel, Kıç, Pipi, Kız, Meme, Kalça, Azmış, Abaza, Gay, Götürür, Gösterir, Tekerlek, Verir, Yuvarlak, Donsuz, Ayı, Davar, Geyik, Ördek, Dana, Öküz, Şebek, Motor”.

        *

        Babamın soyadı da “Kızılkaya” değildi başta. Allah’tan erken davrandı da mahkeme yoluna başvurmadan değiştirebildi.

        Soyadı Kanunu çıkar çıkmaz köyde aile reislerini yeni soyadlarını almak üzere Çukurca ilçesine çağırdılar. Bizim köyün şansına, çoğunlukla “Demir, Karadeniz, Dündar, Dönmez, Taş, Yalçın” gibi kelimeler düştü. Babama da “Soğan” soyadını verdiler. Tek kelime Türkçe bilmeyen, dolayısıyla da “Soğan”ın “Pîvaz” demek olduğunu anlamayan ve o zamana kadar “Eboyê Sait” diye bilinen babam, soyadının yazılı olduğu kağıdı cebine koyup dışarı çıktı. Türkçe bilmeyen köylülerin elinde birer kağıt, birbirlerine soyadlarını gösteriyorlar. “Aslan”ı alan gururlu, “Kaplan”ı alan başı dik, “Dündar”ı alan şaşkın, “Dönmez”i alan ne yapacağını bilmez… Bir keşmekeştir sürüyor, herkes soyadının anlamını öğrenmek istiyor. Vakit geç bir saat, birazdan devlet dairesi kapanacak. Babam da elinde “Soğan” yazılı kağıtla, bu tuhaf kelimenin anlamını bilebilecek bir “alim” arıyor o sırada kalabalığın arasında. Sorarlar “Abo, seninki ne?” (Abo veya Apo, Abdullah’ın kısa halidir!) diye. Babam şaşkın, kelimenin anlamını bilmiyor. O sırada bazı Türkçe kelimelere vakıf askerlik yapmış bir arkadaşı kağıdı elinden alıyor, bakıyor ve yüksek sesle gülmeye başlıyor. Babam kızıyor, kağıdı elinden almaya çalışırken, “Abo’ya Pîvaz soyadını vermişler” diyor densiz herif yüksek sesle. Herkes aynı anda kahkahayı basıyor. Babam da soyadını dağıtan nüfus memurunun odasını basıyor. Memur kağıtlarını topluyor, mesai bitiyor, dükkanı kapatacak, hışımla odaya giren babam Kürtçe “Pîvaz babê te ye” (Soğan babandır) diyor. Allah’tan nüfus memuru tanıdık, fazla kızmıyor, meseleyi “devlet memuruna hakarete” vardırmıyor yani. O da gülüyor. Kafasını kaldırıyor, pencerede batmakta olan güneşin vurarak kızıl bir renge büründürdüğü kayaya bakıyor ve aradığı kelimeyi buluyor: Kızılkaya!

        Kağıda bu kelimeyi yazıyor, babama uzatıyor, bu kez işini sağlama bağlamak için anlamını soruyor babam, memur da pencerede gördüğü manzarayı gösteriyor ona, “Senin soyadının anlamı aha şu kayadır” diyor.

        O gün, o derme çatma nüfus müdürlüğü binasının önünde bekleyen köylüler babamın elindeki kağıtta yazılı kelimenin anlamını “bir bilene” çözdürmeselerdi, bugün soyadıyla ilgili bu yazıyı “Muhsin Kızılkaya” değil, muhtemelen “Muhsin Soğan” yazmış olacaktı.

        *

        Soyadı Kanunu yürürlüğe girdikten sonra nüfus memurları; çocuk doğar doğmaz ona bir isim vermek için kapının açılmasını bekleyen Tatarlar gibi; ilk akıllarına gelen kelimeyi, ilk gözlerine çarpan görüntüyü, bazen de hınzırlık olsun diye abuk sabuk bir kavramı insanlara soyadı diye taktılar. Kullarının devlet karşısında boyunları kıldan inceydi!

        Soyadı konusunda en güzel saptamayı Falih Rıfkı Atay yaptı sanırım. Bir yazısında şöyle diyor:

        “Biz soyadlarımızı bir sabah kravat gibi taktık!”

        *

        Yararlanılan Kaynaklar:

        Emine Gürsoy Naskali, “Cumhuriyet Tarihi Soyadı Hikayeleri”, Doğan Kitap

        İbn Battuta Seyahatnamesi, YKY

        Sabit Dokuyan, “Soyadı Kanunu ve Kanunun Uygulanma Süreci”, Makale, DergiPark

        Diğer Yazılar