Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Acımasız, sert esen rüzgarlara karşı; savaş meydanında gücünü, silahını ve iradesini düşmanına teslim etmiş mecalsiz askerler misali çırılçıplak kalmış ağaçlar, eteklerinde altın suyuna batırılmış gibi duran bir yığın yaprakla öyle hüzünlü, öyle çaresiz bekliyorlar ki, için acır. Pencereden onları seyrediyorum, haberleri yok benden. Çıkardıkları hışırtı, evin arkasından geçen caddede vızır vızır bir yerlere giden arabaların çıkardığı gürültüye karışıyor.

        Yazı günüm; elimde Sait Faik’in “Bütün Eserler”i… Büyük bir umutla sayfalarını karıştırıyorum kitabın.

        Her zaman böyle olur. Birazdan bir kelime, bir cümle, bir paragraf çıkacak karşıma. Yazı alıp başını gidecek.

        *

        İşte “Kış Akşamı, Maşa ve Sandalyeler”… Okumaya başlıyorum: (Yazının bundan sonrasında tırnak içindeki bold kısımlar Sait Faik'e aittir)

        “Odanın sessizliği, bir sandalyenin duruşu, duvardaki saatin tik takı sinirime dokunuyor. Dışarıda kar artıyor. Pencereden görülen manzara dondurucu. İçimden bir şeyler yapmak geçiyor. Ama biliyorum ki, hiçbir şey yapamayacağım.

        Atlasam bir vapura, şehre insem diyorum, şehir umutların, tesadüflerin, tehlikelerin, gürültülerin içinde her zaman elimin altında bulunan bir sergüzeşt tombalasıdır. Sokarım elimi bu torbaya, çekerim 77 numarayı, çinko, 19 numarayı, tombala!”

        REKLAM

        *

        Ben yeni uzaklaştım şehirden. Sait Faik’in “inmek istediği” şehirden çıkalı iki gün oldu.

        “Şehirden tam dokuz mil uzaktayım. Dört tarafım su içinde. Kar, azala çoğala yağıyor. Bir horoz ötüyor, bir çocuk hindi güdüyor. Çan çalıyor, uzaktan bir araba sesi duyuluyor. Tekrar horoz ötüyor.”

        *

        Şehirden beş bin kilometre uzaktayım. Dört tarafım ormanlarla kaplı. Önümde boz bulanık bir hal almış bir göl uzanıyor. Azala çoğala hüzün yağıyor gökten. Sert bir rüzgar bir ulak gibi çıkmış yola, gelmekte olan karın haberini getiriyor bana.

        Evin içinde oğlumun sesi… “Baba” diyor, kızım yeni uyandı uykudan. Karım erkenden işe gitmiş. Çay kokuyor evin içi. Ekmek kızartacağım. Ama yazı yazmak için de sandalye getirmeliyim masanın önüne.

        “Bu boş sandalye birdenbire doluvermeli. Kim gelip oturmalı? Hiç kimseyi istemiyorum. Ama sandalye … Bir insan bekler gibi duran sandalye? Onu yapan sandalyeci yaman adammış doğrusu. Sandalyeye insan bekletmesini bilmiş.”

        *

        Sandalyesiz bir yazı masası eksik bakar insana. Bir insan gelip oturmalı masanın önüne. Masa yazarı bekler, helal olsun masayı yapan insana… “Masa” sahiden, Edip Cansever’in masası:

        Hani şairin “anahtarları, bakır kaseyi, sütü, yumurtayı, pencereden gelen ışığı, bisiklet sesini, çıkrık sesini, ekmeği, havanın yumuşaklığını, aklında olup bitenleri, hayatta yapmak istediklerini, uykusunu, uyanıklığını, tokluğunu, açlığını koyduğu; bu yükle, bir iki sallanmaktan başka, bana mısın demeyen, masa da masaymış ha dediği” masa…

        REKLAM

        *

        Bilgisayarımı koydum masaya. Bir fikir koydum yanına. Fikir ağırlık yapmadı. Mutfaktan doldurduğum çay dolu bardağı koydum. Sait Faik’i koydum yanına. Hikayesini de... Edip Cansever girdi araya, Sait Faik’i unuttum. Sait Faik “maşa” demişti, ben Cansever’in “masasına” gittim. “Maşa” ile “masa”… “S”nin altına bir çentik at, olsun sana hikaye… Sait Faik her işaretten bir hikaye “uydurmasını” biliyordu.

        “Bir portakal soyup yiyorum.

        Bir ara dalmış olacağım ki saatin sesi durmuştu. Gene başladı. Kar gene ufaldı. Mangalın maşasında da sandalyedeki hal var. Birisi tutsun ucundan onu, bir kor parçasını alsın, -adam üstündeki külü üflesin- cıgarama uzatsın kendini maşa.

        Bana öyle geldi ki maşayı satan çingene karısı Mecidiyeköyü sırtlarındaki kulübesinin önünden bu maşayı elinde sallayarak kocasını çağırmış:

        ‘Koca be! Bu maşa başka maşa be! Ateş ister tutsun durup dururken yerinde’.

        ‘A be, keçileri kaçırdın mı? Kehlibar be? Ne söylersin ipsiz sapsız öyle be?’

        ‘A be derim ki ateş ister bu maşa benden’.

        Bıyığına ak düşmüş kırk beşlik çingenenin beyazı çok, karası bol, kırmızısı bir alay gözlerinden bir korku sıçramış:

        ‘A be bizim karı oynattı, demiştir gibime gelir’.

        Halbuki çingene karısı da benim gibi, birdenbire bir maşanın duruşunu beğenmiştir. Duruşunu değil, duruşundan bir dost eli, hikayeler anlatan, bir ahbap eli düşünmüştür, görmüştür. Kehlibar şair kızdır, dertli kızdır, yalnız kızdır, garip kızdır. Kocası kıskanç mı kıskançtır. Onu öteki kadınlarla maşa satmaya gönderdiği zaman evde dokuz doğurur.”

        REKLAM

        *

        Yazı yazmayı bıraktım. Kalktım masadan. Dilimde Cansever’in şiiri, evin içinde maşa aradım. Maşa yok artık bu devirde. Çocukluğumda vardı, sobanın ağzında duruyordu. Gelen misafirlerin sigarasına uzanıyordu. Kedi kovalanırdı onunla… Dışarıda sessiz sessiz kar yağardı. Dayım Cebrail, Şehrazat masalının ikinci gecesindeydi. Kurtlar inerdi köye, açlıktandı.

        “Cıgaramı yaktım. Karşımda lapa lapa kar yağıyor. Birdenbire bir sevinç, kuvvetli bir sevinç hissi kaplıyor beni. Nereden geldi bu sevinç bilmem? Sıkıntımın içinde nasıl belirdi? Sıkı bir iskarpin içinde yumuşak, mini mini latif bir kadın ayağına benzer, bu sevinci ne etmeli?”

        *

        Yahu bu adam benim çocukluğumu yazmış be. İstanbul’da da öyle mi yapıyorlardı çocuklar? Geceleri, kırık camın yerine yapıştırılmış naylonla zemheri soğuğa karşı çaresiz kalmış pencereyi açar, daha çok karın yağmasını dilerdik ondan başka hiç sahip tanımadığımız bu kimsesiz köyde yüce Yaradan’dan. Daha çok kar yağsın ki, serçeler iyice acıksın…

        “Perdeyi sıyırıp karın hâlâ yağıp yağmadığını, yarın sabah mektebe giderken içleri al yeni lastiklerimle karları gıcırdatıp gıcırdatamayacağımı düşündüğüm çocukluk günlerimden kalma bu sevinci nereye asmalı? İki baş sarımsak bir nazar boncuğu ile? Sonra kızılcık ağacının dibine kuş yemi, darı, mısır, buğday atılacak; evden bir elek getirilecek; eleğin kenarına bir sopa konup kaldırılacak; sopaya bir ip bağlanacak; ip evin alt katındaki pencerede mavi, mavi bakan çocuğa atılacak -ucuna taş bağlanıp-; sonra eve girilecek, sac sobanın üstünde kuruyan mandalina kabuğunu sıcak sıcak ağza atıp pencere kenarında, kapana girecek serçe beklenecek …

        REKLAM

        Hey zavallı, budala çocukluk!”

        *

        Böyle böyle o kadar çok serçe yakalardık ki… Yakaladığımız serçeleri ne yaptığımızı sormayın. Siz sormayın ben size “çocuklar zalimdir” diyeyim siz anlayın ne yaptığımızı.

        Serçeleri, zalim, budala çocukluğu, kimsesizliği orada bırakıp beş bin kilometre uzağa gidiyorum. Evimizin yakınında bir kilise var. Bahçesinde çok ağaç var. Pencereden baktığım ağaçlar işte o ağaçlar. Rüzgara karşı mecalsiz kalmış çıplaklığından utanıyorlarmış gibi duran ağaçlar:

        “Rüzgar damdan dama geçiyor. Kurşun bir kubbeden kayıyor. Gökte bir gölge belirdi. Camların buğusundan büyüyen bu gölge birdenbire bir karga oluverdi. Geldi, evimin karşısındaki kiliseye kondu. Hem de başka yer yokmuş gibi tam putun üstüne.”

        Burada da çok karga var. Hani eğitim sistemimizde müstesna bir yeri olan kargalar. Hep kovalanan… Tilki kurnaz, karga aptal… Yalan! Tilki şarkı söylemesini ister. Peynirini yedikten sonra şarkı söylemediği ne malum? Lapa lapa kar yağarken kargalar dut ağacına yuva yapmakla meşguldür. Ne çok yuvalarını bozdum çocukken…

        *

        Masadan kalktım, yazı baktı arkamdan. Kilisenin bahçesine bakıyorum elimde Sait Faik’in hikayesi, rüzgar şiddetini arttırıyor:

        “Yıldız poyraz çılgıncasına esiyor. Şimdi darı taneleri gibi ufak ve sert bir kar, ölü gibi morarmış eski karların üstüne canlı, sarımsı bir renkle düşüyor.”

        *

        Dışarı çıkarsam üşüyeceğim. İçerde masa var, maşa yok. Sait Faik var, çocukluğum yok. Dışarında şehir var, şehirde kahve yok:

        REKLAM

        “Sokağa çıkmalı, bir kahveye gitmeli, İstanbul’a inmeli mi, inmemeli mi diye düşünmeli. Bir vapur kaçırmalı. Sonra ortalık kararınca bastona dayana dayana eve dönmeli. Oturmalı, okumalı. Hep aşk hikayeleri okumalı. İnsanların birbirini sevmeye buradan başladığını sanmalı. Kapanmalı yalnız kendi kendimizi düşünen varlığımıza, hayatımıza. Dışarıya burnunu bile uzatmamalı. Ne mangallıyı, ne mangalsızı, ne kaloriferliyi, ne ateşsizi, ne hastayı, ne açı düşünmeli; salmalı kendini hülyaya, gerine gerine aşk hikayeleri okumalı.”

        *

        Hava çok soğuk. “Kötü hava yoktur, kötü giysiler vardır” diyor buradakiler. Her şeyleri mevsimliktir. Tekerlekleri, giysileri…

        “Berbat şey şu kış! Kötü şey, kötü! Bakma şatafatına! Bakma manzarayı İsviçre’ye çevirişine …”

        *

        Pencerenin önünden uzaklaştım.

        “Kalktım. İnsan bekleyen sandalyeyi masanın altına sürdüm. Sonra mangalın üstünde el bekleyen talihsiz maşayı külden çıkardım; mangalın kenarına yatırdım. Kar da rüzgar da durmuştu. Köyün içinde ses seda yoktu. Gökyüzü kapkaranlıktı. Orada uzun, bitmez tükenmez bir kış gecesi durmuş dinleniyor, yeniden kar topluyordu. Önce pencereyi, sonra ağzımı açtım; kış gecesine sunturlu bir küfür, Kumkapılı bir Ermeni balıkçı küfrü salladım.”

        *

        Rüzgar hız kesti. Ağaç dalları sakinleşti. Birbirine sokuldu hepsi, rüzgar öncesinin haline büründü. Bir karga kondu bir dala, dal sallandı. Gak bile demedi. Parmaklarım dolaştı harflerin üzerinde. Bir hayal esti, maşayı, masayı, hikayeyi, şiiri, Edip’i, Sait’i, kiliseyi, kışı, çingeneyi, çocukluğu, karı, rüzgarı, mesafeyi benden alıp sizin cenaha fırlattı.

        Bunu yapabilecek tek bir güç vardı; o da yazıydı!

        Diğer Yazılar