Müveddet Hanım, kar ve hatıralar…
Kar hatıraları canlandırır, insanı ille de çocukluğuna götürür. Çünkü kar hep çocukluğuna, hatıralarına yağar insanın.
*
O kitabı okuduğum günden beri; o yaşlı kadının, kitabın 607. sayfasının dipnotuna sıkıştırılmış Müveddet Hanım’ın hatıratının giriş cümlesi hiç çıkmadı aklımdan. İlle de bir yazıya mevzu yapacaktım. Meğer karlı bir kış güne nasipmiş! Şu anda, her geçen an sanki daha çok ihtiyacımız varmış gibi iniyor gökten kar... Aklımda yine aynı paragraf… şöyle:
“Kalamış’ta karlı bir gün. Lapa lapa kar yağıyor. Penceremden bu beyaz kelebeklerin uçuşlarını seyrediyorum. İçimde sebebini bilmediğim bir hüzün var.”
Bu satırların yazıldığı daktiloyla çoğaltılmış 30 sayfalık metni bizden bir akademisyen Kadıköy’de, eski zaman kitaplarını satan bir sahafın tozlu raflarında bulmadı. Bizde akademiya böyle şeyleri pek merak etmez. O anıları, 2020 Eylül’ünden beri Mainz Johannes Gutenberg Üniversitesi Tarih Enstitüsü’nde Doğu Akdeniz’de İslam Tarihi alanında ders veren Barbara Henning adında genç bir profesör buldu. Anıları bulduğunda; önce Türkçe sonra biraz da Kürtçe öğrenmiş, ardından da “Osmanlı-Kürt Bedirhani Aile Tarihinin İmparatorluk ve İmparatorluk Sonrası Bağlantılarındaki Anlatıları: Devamlılık ve Değişimler” başlıklı doktora çalışmasının duraklarından birisi olan İstanbul’daydı.
Genç akademisyen; 1800’lerin ortasında isyana kalkıştı diye Cizîra Botan’da geniş ailesi ve üç yüze yakın aşiret mensubuyla önce İstanbul’a oradan da Girit adasına sürülen, sayısız çocuğu İstanbul’da kalıp iyi mekteplerde okuyan, daha sonra içlerinden paşa, yazar, eğitimci, hukukçu, siyaset adamı yetişen Bedirhan Bey ailesinin imparatorluk yıkıldıktan sonraki tarihlerinin izini sürüyordu. Büyük ailenin mensuplarının yolu nereye çıkmıştı? Ailenin tarihini bir başlangıç noktası alıp milliyetçi kimliklerin oluşumunu analiz etmekti amacı.
*
Avesta’nın şahane bir çeviriyle yayınladığı hacimli kitabı uzun bir süreden beri okuyorum. Her sayfası beni başka kitaplara yönlendiriyor. Metnin beni gönderdiği kitaplardan birisi da Nimet Arzık’ın üç ciltlik “Tek At, Tek Mızrak” kitabı oldu. Bu kitabı yıllar önce okumuş, şirûşeker dilinden dolayı hiç unutmamıştım.
İlk ciltte Kalamış’ta geçen çocukluğundan da bahsediyor Nimet Arzık. Çocukluğu Fenerbahçe’de geçmiş, “ikizdi evler. İki kardeş için. Evler üç katlıydı, bahçe içinde.” O evlerden birinde oturuyorlar. Şöyle devam ediyor:
“Birinde bizdik. Birinde Bedirhanilerden Abdürrahman Bey otururdu, dev gibi, kırmızımtırak yüzlü, porselen mavisi gözlü, hiç susmayan ve uygarlığı yemiş yutmuş Fransız eşiyle. Bir tuhaf yabancılarla evlenirlerdi bizimkiler, kokozluk ve öğrencilik devirlerinden kalma. Gitmez olası; Abdürrahman Bey de Fransa’da okumaya gitmişti. ‘Kadana gibi’ kadındı büyükannemin deyimiyle; sosyete hanımlarının indinde ise ‘Fransız zarafetini’ temsil ediyordu. Hay Tanrım!”
Nimet Arzık hatıratında Abdürrahman Bey’le ilgili de şunları yazar:
“Abdürrahman Bey, doğunun ünlü bir ailesindendi. Haliç’te, bir kocaman evleri varmış, sonradan resmi bir bina haline getirilen. Babası, 83 çocuklu Bedirhan Paşaymış. O seksen ikincisiymiş. Babasının on yedi karısı varmış. Kendisinin sadece üç çocuğu vardı: Leyla, Kerim, Ferit. Anaları onları, boğazlanmış bir Fransız şivesiyle çağırırdı. Ferit ölecekti. Zamanın salgını veremdi. Yıllarca dayandı, bir şezlonga yaslanıp.
Abdürrahman beyin işi gücü yoktu; geliri vardı, gittikçe kırpılan.
İkinci meşgalesi de karısı tarafından horlanmaktı:
‘Vous, les turcs (Siz Türkler)…’
Yaradana sığınıp, iki tokat patlatsaydı güzel olurdu. Ama bizim beyler, yabancı kadınları hırpalamıyorlardı.
Geliri kırpıldıkça zavallının, evdeki bağırtılar göklerin daha yüksek noktasına yükseliyordu.” (Nimet Arzık, Tek At Tek Mızrak Anılar-1, Kaynak Yayınları, s.69-70)
Nimet Arzık, Abdürrahman Bey’in çocuklarından Müveddet’in adını yazmamış. Müveddet Hanım 1928 tarihinde evlenip evden gittiğine göre, o sırada beş yaşında olan Nimet Arzık hatırlamıyor olabilir onu…
*
Müveddet Hanım’ın babası Abdürrahman Bedirhan, Cizîra Botan emiri Bedirhan Bey’in en küçük oğullarından biridir. Babasının Şam’da ölümünden bir sene önce 1867 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Galatasaray Lisesi ve Mektebi Mülkiye’den mezun oldu, kardeşleri arasında Osmanlı bürokrasisinde en hızlı yükselen oydu. Okulda Arapça, Osmanlıca, Farsçanın yanı sıra Fransızca ve İngilizce eğitimini de gördü. Selanik’te bir süre öğretmenlik yaptı, oradan Trabzon’a geçti. Abdülhamit karşıtı faaliyetlere karıştı, içeri girdi çıktı. 1889 yılında izinsiz Avrupa’ya gitti. İsviçre’de Jöntürklerle temasa geçti. Burada Müveddet’in annesi Elisabeth van Muyden’la tanıştı, evlendi, nikah şahitliğini Dr. Abdullah Cevdet yaptı. Ağabeyi Mikdat Mithad Bedirhan’ın 22 Nisan 1889 günü Kahire’de yayınladığı ve tarihe ilk “Kürtçe gazete” olarak geçen “Kürdistan”ın 6 sayısını ağabeyinin ölümü üzerine Cenevre ve Londra’da yayınladı. 1905’te karısı ve bebekleri Leyla’yla memlekete döndü. 1906’da ağabeyi Selimiye Kışlası komutanı Ali Şamil Paşa’nın Arnavut asıllı İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa’yı öldürtmesi üzerine Sultan Abdülhamit; Bedirhan ailesine mensup 12 yaş üzeri bütün erkekleri, aynı aileyle evlilik yapmış kişileri, onların komşularını, arkadaşlarını İstanbul ve diğer şehirlerden toplayıp, eşleri ve kız çocuklarını ev hapsine alarak alayını bir gemiye bindirip Libya’nın Tropolis şehrine sürgüne gönderince o da Libya’ya götürüldü, yargılandı, orada iki yıl hapis yattı, 1908’de ilan edilen Meşrutiyet affıyla İstanbul’a döndü, dönükten sonra da eleştirel tavrını korudu, İttihatçılarla arası iyi olmadığı halde tekrar devlet hizmetine girdi. 1912 yılında Adalar kaymakamı oldu. Şair Yahya Kemal o sırada adada bir ev kiralamıştı. Kaymakam Abdürrahman Bey, aralarında Yahya Kemal, Ali Kemal, Necip Şakir, yazar Tahsin Nahid, tarihçi Ahmet Refik Altınay gibi münevverlerin oluşturduğu entelektüel bir gruba dahil oldu. Birinci Dünya Savaşı başladığında Aydın’da mutasarrıftı. Savaş bittikten sonra İstanbul’a, ailesinin yanına döndü ve Cumhuriyet’ten sonra kendisine bir daha görev verilmedi. Cumhuriyetin ilk yıllarında siyasi hiçbir faaliyetin içinde de yer almadı.
*
Müveddet Hanım, Alman profesörün Kadıköy’de ikinci el kitap satan bir kitapçıda bulduğu “sık daktilo yazısıyla yazılmış otuz üç sayfadan oluşan elyazması” anılarını 90’lı yılların başında, karlı bir kış günü Fenerbahçe eşrafından Ömer Lütfü Bey’in kızı İlham’a yazdırmış. Nüshalarını aile arasında dağıtmış. Alman profesörün eline geçen nüshanın bir sahafa düşmesinin hikayesi ise bir muammadır.
Müveddet Hanım ailesinin kökenlerini tarif ederek başlıyor anılarına. Baba tarafından dedesi Emir Bedirhan’dır. Onun sürgününü anlatıyor. Ancak hiç zülfü yâre dokunmuyor. Onu Osmanlıyla hep dostça bir ilişki sürdürdüğünü söylüyor. Sonra da babası Abdürrahman’a geçiyor. Galatasaray Lisesi ve İsviçre’deki eğitiminden bahsediyor, Jöntürklere katılmasını, ardından da imparatorluk bürokrasisindeki yerini tarif ediyor.
Sonra da annesini anlatmaya başlıyor.
Annesi Elisabeth van Muyden İsviçrelidir. Cenevre’de dünyaya gelmiş. Sanatçı bir aileden, babası ünlü bir ressamdır. Abdürrahman Bedirhan’la evlenmesine ailesi karşı çıkar. O yine de evlenir. Kızları Leyla dünyaya gelir, 1905 yılında da Türkiye’ye dönerler. Erenköy’de akrabalarının yanında bir konağa yerleşirler.
1906 baharındaki Rıdvan Paşa cinayeti üzerine Abdürrahman Bey de Libya’ya sürgüne gönderilince, Türkçe bilmeyen İsviçreli eşi ve kızı İstanbul’da ev hapsine alınır. Kadın evdeki kıymetli eşyaları satarak bebeğine süt parası yapar. Kızıyla birlikte Cenevre’ye gitmek için uğraşır, sonunda izin alır. 1908 yılında İkinci Meşrutiyetle birlikte gelen afla Abdürrahman Bey İstanbul’a dönünce, Elisabeth ve kızı Leyla da İstanbul’a geri döner.
*
Müveddet Hanım, 1991 Şubat’ının karlı bir kış günü, dışarıda “kar taneleri kelebekler gibi uçuşurken” anılarını yazmaya karar verir. Gelin geldiği o muhteşem konaktan bugüne kadar bütün hayatı kalabalık bir ailenin içinde geçmişti. Çocukları bugün memleketin yüz akıydı. Yaşadığı hayat kıymetliydi, gelecek kuşaklar, torunları, akrabaları yaşadıklarını öğrenmeliydi. Bu kahredici “tecritten”, “yalnızlıktan” ancak yazarak kurtulabilirdi.
Yazarken dışarıda yağan kar onu çocukluğuna, gençliğine götürür.
1910’da doğmuş, anılarını yazmaya başladığında 81 yaşında olmalı. Bu evde yalnız yaşıyor, kocası Tevfik Bülent Bey öleli de çok olmuş, taa 1977’de… Şimdi Ankara’da olan oğlu arada bir uğruyor, ressam olan kızı da fırsat buldukça geliyor yanına. Bütün hayatı Kalamış’ta geçmiş. Çocukluğunda cennetti buralar, şimdi o cenneti ara ki bulasın!
Kadıköy’de doğmuştu ama hep bir gezgin çocuk olarak hatırlıyor çocukluğunu. Babası idareciydi, oradan oraya gidiyordu. Cihan Harbi başladığında babası Abdürrahman Bey Adalar kaymakamıydı, Büyükada’da yazlık bir ev hatırlıyor. Anneleri çocuklarıyla Fransızca konuşuyor, çocuklar Türkçeyi de babalarından öğreniyordu. Rum bir hizmetçileri vardı, ondan Rumcayı öğrenmişti. Ama babasının anadili olan Kürtçeden hiç bahsetmiyor. Ne çok yazar, şair, münevver girip çıkıyordu evlerine… Onlardan biri olan büyük şair Yahya Kemal’in şişman bedeni hayal meyal bugün de gözünün önünde…
*
Birinci Cihan Harbi bitikten sonra babası Aydın’a mutasarrıf olarak gönderilir. Aile İzmir’e taşınır. 1919’da şehir işgal edilince aile büyük zorluk çeker. Bin bir güçlükle İstanbul’a gelirler. Geniş Bedirhani ailesi onlara sahip çıkar. Amcası; Celadet ve Kamuran Bedirhan’ın babası Emin Ali Bedirhan’ın Kızıltoprak’taki köşküne sığınırlar. 1919’da babası da İstanbul’a gelince Erenköy’de bahçe içinde bir kiralık konak tutarlar. Müveddet Fransız mektebine yazılır, annesi Elisabeth babasından kendisine kalan parayla bir aile evi satın almaya karar verir.
Kalamış macerası böyle başlar. “Etrafını büyük ve düzenli bir bahçenin çevirdiği, pembe taşlarla yapılmış bir evdir” yeni evleri. Nimet Arzık’ın anılarında hafif alay ederek anlattığı ailenin oturduğu ev bu evdir işte.
Müveddet’in annesi, bir süre sonra ek bir gelir elde etmek için evin geniş bahçesine ek bir bina yapar. O tarihlerde Kalamış yazlıkçıların tercih ettiği bir semtti. Ressam Bedri Rahmi ile karısı Eren Eyüboğlu yaz aylarında onların kiracılarıydı.
*
Yeni Cumhuriyet yönetimde Abdürrahman Bedirhan gibi eski “mimli” bürokratlara yer yoktu. Sıkıntılar baş gösterir. Müveddet’in annesi Fransızca ve piyano derslerini vermeye başlar, ablası Leyla bir kız kolejinde sekreter olarak çalışır.
Evlerine gelen akrabalarından pek bahsetmez Müveddet Hanım. Odun ticaretinden zengin olmuş, babasının akrabası, senarist Ayşe Şasa’nın babası Avni Şasa hariç. O da Kalamış’ta oturuyor ve sık sık uğruyor babasına.
*
Görkemli bir konakta oturan aslen Selanikli Talat Bey adında bir komşuları var, aile yerleşik, eğitimci, hukukçu bir aile… Ailede Emel adında bir kız var. Onunla arkadaş olur. Onun aracılığıyla da Robert Koleji’nden mezun, hukuk okumuş ağabeyi Bülent’le tanışır.
O yıllarda modadır, zengin evlerinde dans partileri veriliyor. Talat Bey’in muhteşem konağında verilen bu partilere Şairiazam Abdülhak Hamit’ten bestekar ve piyanist Fulya Akaydın’a kadar devrin bütün meşhurları katılır.
Müveddet ve Bülent gittikçe yakınlaşır, nişanlanırlar; düğünü evin kızı, arkadaşı Emel'in düğünüyle denkleştirirler, 1928 yılının Ocak ayında bu görkemli konakta, bütün İstanbul sosyetesinin katıldığı şaşalı bir çifte düğünle evlenirler Müveddet ile Emel.
Müveddet ile Bülent balayı için Büyükada’ya gider. Otelde evlilik cüzdanını isterler, henüz yok, alıp karakola götürürler. Ankara’dan, aile dostu bir yüksek yargıç girer devreye serbest bırakırlar. Karakoldan çıkarken Müveddet’in aklına burada geçen günleri gelir, çok değil on sene önce babası buranın kaymakamıydı. Herkes tanıyordu onları. Şimdi babası işsiz, geliri az, huzursuz bir evde ömür tüketiyordu. Ne zaman annesi arasa onu; Kalamış’ta Todori Çarkas tarafından işletilen, herkesin “Todori’nin Bahçesi” olarak bildiği yerde içerken buluyordu. Selahattin Pınar ile Neyzen Tevfik en yakın arkadaşlarıydı ve ikisi bu bahçede müzik yapıyordu. Afife Jale’nin terk ettiği Selahattin Pınar yıllar sonra bir gece bu bahçede fazla içkiden ölür.
*
1929 yılında Müveddet Hanım’ın ilk oğlu Feza gelir dünyaya, ancak çocuk erken bir yaşta denizde boğulur. Acısını unutmak için uzun bir Avrupa seyahatine çıkar, bir süre Macaristan’da yaşar. 1931’de de küçük kardeşi Ferit’i zatürreden kaybeder. Aileyi çok sarsar bu ölüm, oğlunun acısıyla baş edemeyen babası Abdürrahman da kısa bir süre sonra vefat eder. Şöyle anlatıyor:
“Bu felaketin acısı henüz daha geçmeden iki yıl sonra, biraz içki yüzünden, fakat aslında çektiği acı yüzünden (babam oğlunun ölümüne dayanamıyor) o da ölüyor. O da henüz yaşlı değil, daha 67 yaşında”ydı.
Önce oğlunu, sonra eşini kaybeden annesi Elisabeth teselliyi dinde bulur, din değiştirir, “eşinin ve evladının yanına gömülmek istediği için” Müslüman olur ve “Emel” adını alır.
1932 yılında kızı Beyza Nimet gelir dünyaya Müveddet Hanım’ın. Dört sene sonra da 1937’de ikinci oğlu Emre doğar.
*
Bütün bu felaketlerden sonra Müveddet’e göre geniş ailenin Kalamış’taki köşkte geçen bundan sonraki yılları hayatının en mutlu yıllarıdır.
Bu mutlu günler Müveddet Hanım için çocuklarının ortaokulda evden ayrılıp yatılı okumalarıyla sona erer. İki çocuğu da hem kızı hem de oğlu babalarının mezun olduğu Robert Kolej’de okumaya başlar. Bir süre sonra eşi Bülent Bey’e, mezun olduğu Robert Kolej’de hukuk dersleri verme teklifi gelir, kabul eder, aile kolejin kampüsüne taşınır. Müveddet Hanım burada kampüsün diğer profesör eşleriyle kaynaşır, dostluklar kurar, yeni bir çevre edinir.
Daha sonra da Bebek’teki meşhur Yılanlı Yalı’ya taşınırlar. Müveddet Hanım kocası Bülent Bey, kolejde okuyan iki çocukları, Kevork adında bir Ermeni bahçıvanları, Ayşe Dadı ve Fatma adında hizmetçileriyle bu yalıda yaşamaya başlarlar.
Müveddet Hanım’ın kızı ve oğlu kolejden mezun olunca tekrar Kalamış’a dönerler. Büyük köşkte kayınbabasıgillere yardımcı olmak lazım! Kızı Beyza Nimet’e tıpkı kendi düğününe benzer bir düğün yapar bu köşkte. Bir süre sonra da oğlu Emre’yi evlendirir Karadenizli Koçibeyler’den Aylin Hanım’la.
Sonra iki çocuğu da yurtdışına gider Müveddet Hanım’ın.
Bu yıl vefat eden kızı Beyza Nimet Gönensay ünlü bir ressam olur. Müveddet Gönensay bu hatıraları yazdıktan beş sene sonra 1996’da oğlu Emre Gönensay Dışişleri Bakanı olur.
*
Karlı bir kış günü Kalamış’ta pencereden dışarıya bakan yalnız, kederli ve kendini tecrit edilmiş hisseden yaşlı bir kadın; kar her yağdığında, kelebekler gibi uçuşan tanelerinin çocukluğuna, gençliğine, uzun hayatına, bu memleketin hüzünlü tarihine ve hatıralarına yağdığını biliyordu. Hepimizin bildiği gibi...
Kar yağışını bu yüzden severiz; hatıraları tetikler...
***
Yararlanılan Kaynaklar:
Barbara Henning, “Osmanlı-Kürt Bedirxani Aile Tarihinin İmparatorluk ve İmparatorluk Sonrası Bağlamındaki Anlatıları: Devamlılık ve Değişimler”, Avesta Yayınları
Nimet Arzık, “Tek At, Tek. Mızrak Anılar-1”, Kaynak Yayınları