Reşit Galip, Ziya Gökalp ve lodos
Ulus devletler çağında, başka uluslar gibi kendine bir “genesis” ararken Türklerin payına “kuruyan iç deniz efsanesi” düştü.
Derler ki, evvel zaman içinde Orta Asya’da büyük bir deniz varmış. Bu efsanenin dayandığı “Türk Tarih Tezi”ni icad edenlerden birisi olan Tıp Doktoru Reşit Galip buna “iç deniz” diyor. Ecdadımız o denizin etrafında çadırlarını kurmuş, düzlüklerinde at koşturuyor, sağa sola akınlar düzenliyor, kımız içip pastırma yiyor, bahtiyar bahtiyar yaşıyormuş.
Sonra ne olduysa aniden “iç deniz” kurumuş. (Tarihin bu kısmını yazanlar burayı muğlak bırakmışlar, denizin durup dururken neden kuruduğunu söylemiyorlar, lisede Tarih dersinde bize hikayenin bu kısmını anlatan hocamıza densizlik edip denizin neden kuruduğunu sormuştum bir gün derste, o da “sebebiiii” dedikten sonra bir süre sınıfın tavanına bakmış, ardından aniden aklına bir şey gelmiş gibi, “Arpasuz at aşumas, arkasız alp çerig sıyumas” şeklinde redifli bir Sav söylemiş, sonra da “çıkarın kağıtları yazılı yoklama yapacağım” demiş, ben de hocanın bu panik haline bakıp sebebini onun da bilmediğini anlamıştım.)
“İç deniz” kuruyunca, (geride kalması gereken devasa çukurun yerini yer bilimciler hala keşfetmiş değil) “haydi başka bir iç deniz bulalım” diyerek çadırlar yüklenmiş katırlara, kendileri binmiş atlara, kavim çıkmış yola. Bir “Bozkurt”un rehberliğinde ille de aranan “iç deniz” bulunacak!
Kürt Ziya Gökalp bu yolculuğu “Alageyik” şiirinde şöyle anlatır:
“(….)
Geçtik nice dağ, kaya,
Geldik Demirkapı’ya.
Kapanması, çok yıldı,
Açıl! dedim, açıldı.
Yol verince gizli yurt,
Aldı bizi Bozkurt,
Kaf Dağından geçirdi,
Türk Eline getirdi.”
*
Vardıkları “Türk Eli” Anadolu (Sonra bir de “Rum Eli”miz olacak ki “Türk Eli Anadolu”dan çok daha kıymetli olacak, oranın beylerbeyi protokolde ikinci sırada yer alacak, imparatorluk batıran bir sürü İttihatçı yetiştirecek) bir ırmaklar, nehirler ve dağlar coğrafyasıdır. Gölleri -Van Gölü hariç-, öyle çok büyük değildir. Bir süre, yüksek dağ başlarında, ırmak kenarlarında, İznik Gölü etrafında hayatını idame ettirmiş ecdadımız ama yetmez ille de aranan “iç deniz” bulunacak!
Uzun hikayedir, en sonunda Fatih denilen 21 yaşında tarihe sığmaz bir büyük çocuk, fethedilemez denilen İstanbul’u fethedince nihayet ecdadımız aradığı “iç denize” (Marmara) kavuşmuş.
Evler yapmış İstanbul’da, deniz kenarında. Ama su bu… yatağında durduğu gibi durmuyor. Beladır su, içine düşsen boğulursun. Rutubet yapar, rutubet siyatik azdırır, yosun çıkar her yerde, o halde sudan uzak durmak lazım.
Bu yüzden inşa ettikleri evlerin suya bakan yüzüne kör pencereler yapmış, sırtını denize dönüp yüzünü dağa, bayıra çevirmişler. Çok az kişi rızkını “iç denizde” aramış. Dağa bayıra hububat ekmişler, bağdan bostandan gelene yüz vermişler, sudan çıkan balığa da “sudan çıkan balık” muamelesi yapmışlar. Oysa sudan çıkan her balığın bir adı var, ama bizimkiler o isimlere pek itibar etmemişler. Sadece belindeki kılıca benzeyene “kılıç”, gelen kılıç darbelerini savuşturmak için kullandıkları tencere kapağı misali savunma aletine benzeyene de “kalkan” adını vermişler.
Geride kalan tümüne de “derya kuzuları” diyerek, kuzu etinin üstüne et tanımadıklarını bu vesileyle de dünya aleme bir kez daha duyurmuşlar.
*
Su sadece siyatik azdırmaz. Su lodosla birlikte felaketlere de yol açar. Zira lodos denizin midesini bulandırır. Uzun bir süre su kenarındaki şehirlerde yaşayanlar, özellikle de İstanbul’da güney ya da güneybatı yönünden esen, çoğu zaman kuru ve sıcak, kimi zaman yağış getiren rüzgârın, yani adına lodos denilen illetin insanda peydahladığı baş ağrılarına ve denizi soktuğu hale bir mana verememişler.
“Lodos” da tıpkı balık isimleri gibi ecnebice… Sonra bir isim bulmuşlar insanı ve suyu bir hallere sokan bu lanet cenub rüzgarına. Üstadımız Refik Halit Karay’ın yazdığına göre önceleri “filiz koparan” diyenler olmuş, bunu beğenmeyen başkaları da hayır o “koz koparan”dır demiş. Bu kelimeleri biraz fazla “entel” bulan ahali ise ikisine de itibar etmeyip “dost bozan”, “karı koca ayıran”, “numara kıran”, “kaza çıkaran”, “metres yaralayan” demeye başlamış özellikle İstanbul lodosuna.
*
Üstat diyor ki:
Lodos zamanlarında İstanbul’da çiçek fiyatları yükseliyormuş. (Refik Halit’in dostu başka bir üstadımız Çetin Altan da der ki; “Eskiden çapkınlar cenaze merasimlerini kovalarlarmış, ölüm karşısında insanın üreme dürtüsü kabarıyormuş. Bunu bilen çapkınlar, özellikle bu tür merasimlere gidip…” neyse mevzuyu dağıtmayalım.) Çiçek fiyatları artıyor çünkü arz talep dengesini bozuyormuş lodos. Çiçekçilerin tezgaha çıkardıkları çiçekler lodos günlerinde çabucak pörsüyor, soluyor, hemen ölüveriyorlar. Arz azalınca talep artıyor, talep artınca da fiyatlar yükseliyor. (Ne sebep ne sonuçtur bilmiyorum ama enflasyon bu olsa gerek!) Çiçeklerin bu hale gelmesi olağan. Zira lodos bazen ağaçları kökünden söküyor, “damlatmasın yeter” diyerek bir külah gibi apartmanın başına geçirilmiş ve hiçbir destekle tutturulmamış olan saçtan çatıları uçuruyor, o çatılar yoldan geçen insanların; insanların canından çok sevdiği, kadife bezle parlattığı, her daim bir kılıfla üstünü örttüğü canım arabalarının üzerine düşüyor, önce arabalarını, dolayısıyla da sahibi insanları haşat ediyor, pelteye çeviriyor… çiçek ne yapsın?
*
Ne toplumsal sorunlara yol açıyor bu lodos denilen illet bir bilseniz; bunu sadece İstanbul’da yaşayanlar biliyor.
Üstat bu sorunları şöyle sıralıyor:
Bir kere hava lodosa çevirir çevirmez, yani “Metres yaralayan fırtınası” kopar kopmaz insan vücudu hemencecik gevşer, şakaklarda ve ense kökünde bir ağrı peydahlanır, bacaklarda böyle yorgan iğnesinin ucunu batırıyorlarmış gibi bir sızı başlar, bırak derya kuzusunu, kuzunun bizzat kendisini getirsen kimsenin yüz vermeyeceği bir iştah kesilmesi baş gösterir, dilini böyle paslı bir demire sürmüşsün gibi bir tat gelir ağzına, milletçe bizde pek bulunmayan çalışma arzusu azalır, irade gücü zayıfladıkça zayıflar. Yalnızlıktan mustarip, aşkı fazla kafaya takıp kederlenen çağımız insanına has bir hastalık olan “depresyon” alametleri belirir, ne fena, atalarımızın “Bugünün işini yarına bırakma” nasihatına kimse riayet etmez, atalarımızın ölmüş ruhlarını incite incite bugünün işini yarına bırakırız. Yürümek istemeyiz, konuşmaya mecalimiz kalmaz, çalışmayı bırakır, yorgunluktan şuradan şuraya adımımızı atacak halimiz kalmaz. Ve en önemlisi yaşamaktan zevk almaz, zevki nerede arayacağımızı şaşırır, tavuk gibi su içip Allah’a bakarız sadece.
Bu hale üstat, “lodos hastalığı” adını veriyor işte. Bu hastalığın hiçbir tedavisi yoktur dostlar. Ne doz doz aşısı var ne de hapı… “Endemik” ve “epidemik”tir, başka coğrafyalarda yaşayanları pek ilgilendirmez; “pandemik” değildir yani…
Üstadımız Refik Halit Karay “bu hastalığın acayip bir tarafı da iyi işlerde irade kuvvetini düşürdüğü halde kötü işlerde bizi coşturmasıdır” dedikten sonra şunları yazar:
“İstatistiği yapılmamış olmakla beraber eminim, arkadaşlar arasında en çok dargınlık, karı koca geçimsizliği, ticaret muamelelerinde uyuşmazlık, otomobil kazası ve kahve, meyhane, alışveriş kavgası, belki de cinayetler lodoslu havalara rastlar.”
*
Gözünü sevdiğimin Orta Asya’sı! Kurumadan önce o güzelim “iç denizde” esen hiçbir cenup rüzgarı bunların hiç birisine sebebiyet vermiyormuş meğer. En azından tıp doktoru Reşit Galip oralarda esen hem denizi hem de insanı sersemleten lodostan hiç bahsetmiyor, oralarda esen rüzgar hep ılgıt ılgıttır anlatılan “iç deniz” efsanesinde.
Bütün suç Reşit Galip ve Ziya Gökalp’te…
Bizi oradan getirmeyeceklerdi!