Mehmet Akif ile Necip Fazıl!
Birer yıl arayla ayrıldılar memleketten. Necip Fazıl, 1924 yılında Paris’e, Mehmet Akif de ondan bir yıl sonra 1925 yılının sonbaharında Mısır’a gitti.
Necip Fazıl, “Avrupa’da tahsil görüp memlekete Avrupa’yı getirsinler” diye yurtdışına gönderilen ilk “genius” talebe kafilesinin içindeydi. Mehmet Akif ise “tığ teber şahı merdan”dı. Tek başınaydı ve bir gönüllü sürgündü. O, Cumhuriyet kurulduktan sonra memleket dışına çıkan ilk sürgünlerden değildi ama. Hükümet; bir süre önce, Lozan’dan sonra “memlekette yaşamalarından sakınca gördüğü” 150 kişiyi mecburi sürgüne göndermişti o Mısır'a gitmeden.
Necip Fazıl, devletin “okusun da memleketimizi muasırlaştırsın” diye verdiği bursu Paris’te barda pavyonda har vurup harman savurur, kalanı da kumar masasında kaybedip “acele” bir emirle memlekete geri çağrıldığında, Topal Osman Trabzon mebusu Ali Şükrü’yü öldürmüş, Hilafet kaldırılmış, Şapka Kanunu ihdas edilmiş, Süleyman Nazif İskilipli Atıf’la girdiği “serpuş” polemiğini kazanmış, dolayısıyla Atıf Hoca’nın boynuna yağlı ilmik geçmiş, Süleyman Nazif de etkili ve yetkili şahıslara koşup “ama bu sadece bir münakaşaydı, adamcağızı niye astınız” diye dert yana yana derin bir vicdan azabının girdabına kapılmıştı.
Necip Fazıl bize “Avrupa’yı getirmek için” Paris’e gidip devletin verdiği bursu kumarda kaybettiğinde 20; Mehmet Akif, "Avrupai yeni hayat tarzı” içinde kendini dışlanmış hissedip “kumda oynamak üzere” terki memleket ettiğinde 52 yaşındaydı.
Necip Fazıl memlekete döndükten sonra ilk kitabı “Örümcek Ağı”nı çıkardığında Mehmet Akif’in başyapıtı “Asım” bir yaşındaydı.
Mehmet Akif, “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem/Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” deyip o sırada “geçmişe” ait ne varsa üstünden buldozer gibi geçen bir ideolojinin hışmından korunamayacağını biliyordu. Necip Fazıl ise, “Örümcek Ağı”nin ikinci dörtlüğünde “Kalbim, yırtılıyor her nefesinde/Kulağım, ruhumun kanat sesinde;/ Eserim duvarın bir köşesinde;/Çıkamaz göğsümden başka bir seda...” diyerek gümbür gümbür gelmekte olan “Kaldırımlar”ın sesini herkese duyuruyordu.
Şiir çokça gençlik işidir ya; Akif “Asım”dan sonra ikinci bir “Asım” yazamayacağını biliyordu, -çünkü o artık bundan sonra Dücane Cündioğlu’nun deyimiyle bir “Kuran şairi”dir artık- ama Necip Fazıl, henüz “Ataç” soyadını almamış Nurullah Bey’i -ki ilerde “doğrusu bu bir milli marş değil, bir ilahidir” diyerek İstiklal Marşı’nın değiştirilmesi girişiminin ilk işaret fişeğini o yakacak- İkbal Kahvesi’nde, bir tavla anlaşmazlığında “Sende insan tokatlayacak erkeklik ne gezer ‘Örümcek Ağı’ şairi” deyince ona; Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Hilmi Ziya Ülken’in huzurunda “siyah bağa kenarlı gözlüğü” gözünden fırlattıracak bir Osmanlı tokadını tombul yanağına aşk edecek kadar enerji doluydu.
*
Sultan Hamit tahta çıktığında Akif üç yaşındaydı. Necip Fazıl Cumhuriyet ilan edildiğinde 19 yaşında… Mehmet Akif, Abdülhamit devrinde doğdu, babası imamdı, Arnavut’tu; annesi Buhara’dan Anadolu’ya göçmüş bir ailenin kızıydı, babası oğlu kendisine benzesin istiyordu (Akif de oğulları kendisine benzesin istiyordu, bir oğlu eroinman oldu), ona “Ragif” adını verdi, ölünceye kadar oğlunu böyle çağırdı, söylemesi zor olduğu için arkadaşları ve annesi “Akif” dediler ona, adı “Akif” kaldı.
O büyüdü, mektep bitirdi, evlendi, işe başladı, çocukları oldu, Sultan Abdülhamit hâlâ iktidardaydı.
Abdülhamit 2. Meşrutiyet’i ilan ettiğinde o şiddetli bir muhalifti. Hatta Sultan’ın yüzünü gördüğünde kusacak kadar ondan nefret ediyordu. Hep en yakın arkadaşı olarak kalmış Mithat Cemal Kuntay’ın anlattığına göre hayatında bir kez, o da Meşrutiyetin ilanından sonra Abdülhamit’le karşılaştı. Hünkar o gün Meclis-i Mebusan’ın açılışından dönüyordu. İki arkadaş da yolda yürüyordu. Reşit Paşa Türbesinin oralarda, açık bir arabada giden Sultan Abdülhamit aniden karşılarına çıktı. Akif, Sultan’ı görünce midesi bulandı, sapsarı kesildi, Mithat Cemal “Hasta mısın?” diye sordu. “Boyalı sakallarıyla aniden karşıma çıkınca fena oldum” cevabını verdi. O sırada ahali alkışlayarak arkasından koşuyordu Sultan’ın. Akif, Mithat Cemal’e, “Aman yarabbi, 33 yıl oldu, hâlâ alkışlıyorlar,” dedi hayretle.
Meşrutiyet’in ilanından on gün sonra İttihat Terakki Cemiyeti’ne üye oldu. Cemiyet’e girerken edilen yemindeki “Cemiyet’in bütün emirlerine kayıtsız şartsız riayet edeceğim” ifadesine karşı çıktığı, “sadece iyi ve doğru olanlarına” diye ifadeyi değiştirdiği söylenir. Burada durmadı, “Teşkilat-ı Mahsusa”ya da girdi, bir eleman olarak çalıştı memleket dışında.
Müslüman bir “İttihatçı” olarak onu diğer “dava” arkadaşlarından ayıran şey “inkılaba” bakış açısıydı. İttihatçılar ve sonradan gelen birçok komitacı “inkılapçı”, önce “inkılabı yapalım, yerine ne koyacağımıza sonra bakarız” diyordu. (Hala aynı şeyi söylüyorlar.) O ise bu fikre uzaktı. Ona göre “yıkmak” kolay, zor olan “yıkılanı yeniden inşa” etmekti.
Bu fikrini de “Asım”da şöyle şiirleştirdi:
“Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çolpa herifler de, emin ol, becerir.
Sade sen gösteriver ‘İşte budur kubbe!’ diye;
İki ırgadla iner şimdi Süleymaniye.
Ama gel kaldıralım dedin mi, heyhat, o zaman,
Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan.”
Ona göre “Süleyman” da “Sinan” da “Asım’ın nesli” arasında yetişecekti.
*
Mina Hanım’a “Urgan” soyadını bulan Necip Fazıl, onun anlattığına göre, “oldukça kısa boylu, gövdesine göre bacakları fazlasıyla kısa, hiç de yakışıklı sayılamayacak ama kendisini bir afet, bir erkek güzeli” sanırdı. Mehmet Akif ise Beşir Ayvazoğlu’nun anlattığına göre sahiden de pehlivanlık derslerini almış, pehlivan yapılı olduğu için, ilk karşılaşmada hiç kimse ona şairliği yakıştırmazdı.
Necip Fazıl miting meydanlarının gür sesli ajitatörü; Mehmet Akif ise cami minberinin teskin edici vaizidir. Bütün “vaizler” aynı zamanda iyi birer hatiptir. Şairliğini vaizliğinin emrine verdi, vaiz olarak şiiri sürdü cami cemaatinin yarasına. Ankara’ya gidip Mustafa Kemal’in başlattığı mücadeleye omuz verdiğinde, onun payına tüfek değil, cami cami dolaşarak Müslümanları vatanı için ayaklanmaya davet eden vaizler düştü. Şiiri sadece kendi fikrinde olanlara seslenmiyordu. Kendisinden önceki ve kendisinden sonra gelen şairlerin tersine hemen hemen herkese, her etnik aidiyete, her inanca, her sınıfa, her statüye sahip insanlara söyleyecek bir sözü mutlaka vardı.
*
Necip Fazıl, Oscar Wilde’ın, “Ben dehamı hayatıma sarf ettim, eserime de yeteneğimi” sözünü daha gençken kendine şiar edindi. Mehmet Akif ise dehasını sanatına sarf etti, hayatına ise sarf edeceği hiçbir şeyi yoktu zaten.
Necip Fazıl bohem olarak başladı hayata, bir ara Marksizme meyil etti, baktı ki orada Nazım Hikmet gibi bir dev var, “bir ipte iki cambaz oynamaz” diye oralarda fazla oyalanmadı. Akif gönüllü sürgünlük yaşadığı Mısır’ın Hilvan’ında, Tanburi Cemil Bey’in plaklarını dinleyerek vatan hasreti içinde çile doldururken, yıllar sonra kendi “Çile”sini yazacak olan Necip Fazıl’ın yoluna 1934 yılında Şeyh Abdülhakim Arvasi çıktı, mürşidini buldu, o zamana kadar sadece “şair” sıfatının yanına “mistik” kelimesi eklendi. O artık hidayete ermiş bir Müslümandı.
Bir dava adamı oldu. Mehmet Akif’in safında hem de… Ama Akif’in ölümüne iki yıl vardı ve Akif, Sadri Ertem’in deyimiyle, “hiçbir davanın yalancı şahidi” olmayacak kadar dürüst, iflah olmaz bir ahlakçıydı. Memlekette ne kadar düzensizlik, kötülük, zulüm varsa, hepsinden kendisini de sorumlu tutuyordu çünkü.
Hala anlaşılmış değil... Kırılgan, kavgadan uzaktı.
Nazım Hikmet’in deyimiyle, “Akif inanmış adam/ büyük şair”di.
Akif büyük de Fazıl küçük mü? Kim demiş, Necip Fazıl annesinden şair doğmuştu.
*
Akif’in “İslamcılığı” Birinci Harp’ten sonra yavaş yavaş milliyetçiliğe evrildi. Şiirlerine “ırk” kelimesi girdi. Maarif Vekili Türkçü Hamdullah Suphi’nin ısrarı ve ricası üzerine, Milli Mücadelede umudun çok azaldığı bir dönemde “İstiklal Marşı”nı yazdı. Orada da “ırk” kelimesi iki defa geçer, ona göre “ırkı kahramandı”. İstiklal Marşını yazdığında ödül olarak konulan 500 lirayı almama şartını koydu, o para Hilal-ı Ahmer’e bağışlanacaktı.
Akif’in aslında Atatürk devrimlerine de pek itirazı yoktu. Cumhuriyet’in ilanına da karşı çıkmamış, hilafetin kaldırılmasına da çok öfkelenmemişti. Ama ilk Meclis’teki İkinci Grubun bir mensubu olması mimlenmesine yeterdi. Burdur vekiliydi. 1 Nisan 1923’te seçim kararı alan Meclis dağılınca çoluk çocuğunu aldı İstanbul’a yerleşti, bir daha vekil yapmadıkları gibi, ona küçük bir emekli maaşını bile çok gördüler.
Modern Cumhuriyete uyum sağlaması bir hayli güç görünüyordu, bu yüzden hızla dışlandı. “İstiklal Marşı”nın şairi olduğu halde, birçok kişi onu “hakiki Türk” olarak görmüyordu. O bir Arnavut’tu nihayetinde. Beşir Ayvazoğlu’nun yazdığına göre bir Çanakkale Şehitleri anması sırasında bir hatip, “Şimdiye kadar Çanakkale şehitleri için hiçbir Türk şairi esaslı bir şiir yazmamıştır. Çanakkale için en güzel şiiri maalesef bizden olmayan, Türk olmayan birisi yazmıştır,” deyip Akif’in “Çanakkale Destanı” okudu. Birkaç gün sonra şahsına değil ama fikirlerine düşman Falih Rıfkı Atay da “Hadi git, kumda oyna, bu memlekette işin yok senin” diye yazınca Mısır’a yerleşmeye karar verdi. Giderken Şefik Kolaylı’ya dedi ki:
“Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memleketine ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.”
*
“Bize yeni bir İstiklal Marşı lazım” fikrini ikinci defa, 1937 yılının Ocak ayında, Necip Fazıl’ın tokadıyla gözlükleri gözünden fırlayan Nurullah Ataç ortaya attı. Adıyla tezat fena bir pozitivistti. Ona göre Akif kıymetli bir insan olabilir ama şair değil, bir “mahalle kahvesi hatibi”ydi. Bu yüzden aslında İstiklal Marşı da kötü bir marştı. “Doğrusu bu marş değil, bir ilâhî, bir tazarrudur. O güfte bugünkü Türkiye’yi temsil edemez. Bize şimdi ideallerimize uygun, hiç olmazsa onlarla tezat teşkil etmeyecek bir marş lâzım”dı.
Nurullah Ataç bunları yazdığında Mehmet Akif vefat edeli tam bir sene olmuştu.
Mısır’da siroz hastalığına yakalanmış, 17 Haziran 1936 günü memlekete dönmüştü. O güçlü pehlivan gitmiş, canlı bir cenaze gelmişti çok sevdiği İstanbul’a. Memlekette sadece altı ay yaşamıştı. 27 Aralık 1936 Pazar günü saat 19.45’te son nefesini vermişti. En yakın arkadaşı Mithat Cemal’in “doğduğu ayın aynı gününde, onun bir zamanlar oturduğu Mısır Apartmanında, onun yatak odasında, onun yattığı noktada” ölmüştü. Şehir soğuktan titriyordu. Caddeyi Kebir’deki Mısır Apartmanı’ndan çıkan cenazesi Beyazıt Camii’nden kalkacaktı. Camide çok az insan vardı. Bir arabadan çıplak bir tabut indirildi. “Kimsesiz bir garibanın tabutu” sandılar önce ama kısa sürede tabutun “İstiklal Marşı’nın Şairinin” tabutu olduğu anlaşıldı. Darülfünun talebeleri cenazeye koştu. Caminin yanındaki Emin Efendi Lokantası’nın kapısına asılı Türk bayrağını getirip tabutu örtüler. Bir de yeşil örtü… Örtü nerde bulundu, hala muammadır. Gözyaşları arasında cenaze namazını kıldılar. Talebeler tabutu omuzlarına aldılar, Edirnekapı Şehitliği’ne kadar taşıdılar.
Cenaze merasimine hiçbir devlet yetkilisi katılmadı. Katılanlar da polis tarafından teker teker tespit edildi. Haklarında soruşturma açıldı.
Onu gömdüklerine göre sıra yeni bir “İstiklal Marşı”nı yazdırmaya gelmişti.
CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi; Nurullah Ataç, Falih Rıfkı ve birçok köşe yazarının yazılarından sonra yeni bir İstiklal Marşı yarışması düzenledi. Necip Fazıl’ın demesine göre “gaye açıktı”, “Akif’in manzumesindeki İslami hava, sonu laisizmada karar kılan bir rejimin kaynağındaki heyecana, daha doğrusu maksada uygun sayılmıyordu.”
Yeni İstiklal Marşı’nı yazana o zamanın parasıyla on bin lira mükafat verilecek ve şiir TBMM’de yeni İstiklal Marşı olarak kabul edilecekti.
*
Teklif götürülen şairlerden birisi de Necip Fazıl oldu. Necip Fazıl’ın Akif’e bakışı diğerlerinin bakışından çok farklı değildi aslında. Ona göre Akif’in şiirlerinin sanat değeri zayıftı. Hatta yazdıkları şiir bile değildi. Küçük bir sanatçıydı. Davasını sahiplenecek cesareti yoktu. Mücadeleci değildi. “Başındaki fesi çıkarmamak için Mısır’a kaçmıştı.” Türklüğü konusunda da diğerleri gibi düşünüyor, satır aralarında Türk değil Arnavut olduğunu ihsas ediyordu.
Daha sonra “Büyük Doğu”da “Edebiyat Mahkemesi”ne çıkardı Akif’i Necip Fazıl.
Ona göre Akif, “Müslümanlığı nâmütenahî derin ve girift, saffet, hakikat ve esrariyle” kavramamıştı. Bu yüzden, “saf şiir ve sanatta üstün bir sese yükselebilmiş bir insan” değildi.
Yargılamanın neticesinde hem savcısı hem hakimi hem de avukatı olduğu Akif konusunda “gereğini düşünerek” şu hükme vardı:
“Doğru yolun kifayetsiz mütefekkirine, küçük şairine, fakat hayatiyle büyük feragatkâr ve namuskârına Allah rahmet etsin… ”
*
Necip Fazıl’a, yeni bir İstiklal Marşı yazma teklifini Falih Rıfkı Atay götürdü. Necip Fazıl’ın anlattığına göre “ısmarlama” işleri sevmezdi. Hem dünyada “milli marş halinde bir şiir harikası” da yoktu zaten. Ama, “On bin lira o kadar tatlıdır ki, gerekirse Halk Partisi Genel Sekreteri Recep Peker’in Keçiören’deki evinin bahçesini bu para karşılığında çapalamayı kabul edebilirim; fakat bu rejim havası içinde ve birtakım şahıs pohpohlamaları uğrunda şiirimi alçaltmaya razı olmam,” dedi.
Ama Falih Rıfkı ve ötekiler -ki Necip Fazıl onların adını yazmaz- ona o kadar “asılırlar” ki, her şartını kabule hazır olduklarını söylediler, o da yazmayı kabul etti ancak bir şartı vardı:
“Peki yazayım; ama içinde hiçbir has isim bulunmayacak ve sadece milletimden aldığım heyecan ve o heyecana vereceğim yön görünecek.”
Tamam dediler. Oturdu, yazdı. “Burhan Belge zevkinden çıldırır, keşke bu bizim marşımız olsa" diye haykırdı.
Ona göre “Akif’te hoşa gitmeyen İslami hava, asıl bu şiirde, gizli bir iklim kokusu halinde mevcuttu.” Mesaj, onun deyimiyle “kaba tebliğ” ön planda değil “inceden”, herkesin dilediği yere çekebileceği şu mısrada gizliydi:
“Nur yolu izinden git KILAVUZ’un!”
Buradaki KILAVUZ Falih Rıfkı’ya göre kim olursa olsun, Burhan Belge’ye göre de isterse Marks veya Lenin olsun; onun nazarında “kainatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Peygamberler Peygamberinden başka kimse olamazdı.”
Necip Fazıl’a göre içinde geçen ve o güne kadar düşünmediği “Büyük Doğu” adını ona armağan eden şiire Kemalistler “bayıldı”, adeta onu “yuttular”. Onu asıl kabul makamı olan Atatürk’e sumak üzere bir kadın görevlendirdiler (bu kadının adını yazmıyor Necip Fazıl, muhtemelen Afet İnan’dır) ama araya Mustafa Kemal Atatürk’ün hastalığı girdi. Bir süre sonra da Atatürk vefat etti.
Böylece Necip Fazıl’ın, Mehmet Akif’in artık “beğenilmeyen” marşının yerine yazdığı “Yeni İstiklal Marşı” “Büyük Doğu Marşı” olarak kaldı siyasal tarihimizde.
*
“Büyük Doğu” dergisi çok uzun süre İslamcı-muhafazakar gençlerin “okulu” oldu. Necip Fazıl hayatının son yıllarında İslamcılıktan çok milliyetçiliğe meyil etti. 1980’e doğru giderken bu kez “ülkücü” gençleri daha çok heyecanlandırdı.
Kürt tarihçi Murad Ciwan’ın yazdığına göre eşi Neslihan Hanım, Süleymaniyeli ünlü Kürt Babanzadeler ailesine mensuptu. Musa Anter hatıralarında Necip Fazıl’la sık sık görüştüklerini anlatır, bir gün kendisine, “Benim karımla şeyhim Kürt’tü, o yüzden Kürtleri severim” dediğini yazar.
25 Mayıs 1983 günü vefat etti. Cenaze namazı Fatih Camiinde kılındı. Mahşeri bir kalabalık vardı. Cenazeye katılanlar arasında o yılın sonuna doğru Başbakan koltuğuna oturacak olan Turgut Özal da vardı.
*
Yazıyı bitirdikten sonra, “Acaba günümüzün İslamcıları, bir çeşit ‘evin gariban oğlu’ Mehmet Akif’i mi, yoksa mahalleye bir konaktan sonradan teşrif etmiş ‘matmazel mürebbiyenin büyüttüğü yüksek sosyeteden üstat’ Necip Fazıl’ı mı daha çok seviyor?” sorusu takıldı aklıma. Bu yazıda amacım, bu sorunun cevabını aramak değildi ama. Siz sorunun cevabını düşünedurun, ben Mithat Cemal Kuntay’ın şu sözü üzerine biraz daha düşüneceğim:
“Mehmet Akif, yalan söylemeye muhtaç olmadan hayatını baştan başa anlatabilirdi”.
Sahiden, var mı böyle insanlar bu memlekette?
***
Yararlanılan Kaynaklar:
Beşir Ayvazoğlu, "1924 Bir Fotoğrafın Hikayesi", Kapı Yayınları
Dücane Cündüoğlu, "Bir Kuran Şairi", Kapı Yayınları
Necip Fazıl Kısakürek, "Babıali", Büyük Doğu Yayınları
Necip Fazıl Kısakürek, "O ve Ben", Büyük Doğu Yayınları
Mithat Cemal Kuntay, "Mehmet Akif, Hayatı Seciyesi", Timaş Yayınları
Musa Anter, "Hatıralarım", Avesta Yayınları