Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Öğrenim hayatınız boyunca çok iyi veya berbat geçen unutamadığınız bir sınavınız olmuş mudur bilmem ama benim böyle bir sınavım var. Unutamadığım bir hatıram artık; hiç çıkmıyor aklımdan.

        İstanbul’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin birinci sınıfındayken, bizi Karl Popper’le tanıştırdığı için hayatım boyunca hep minnettar kaldığım hocamız Ahmet Güner Sayar (ki onunla tanışmadan önce babası Abbas Sayar’ın “Yılkı Atı” romanını okumuş, o güzelim romanı yazmış bir babanın oğlu olmuş olması beni biraz daha yakınlaştırmıştı ona) “Siyasal Düşünceler Tarihi” dersinin ilk sınavında tek soru sormuştu bize:

        “Karl Marks, sosyalist devrimin sanayileşmiş bir Avrupa ülkesinde olacağını varsayarken, tam tersi oldu, sosyalist devrim, bir köylü toplumu olan Rusya’da oldu. Neden?”

        Soruyu okur okumaz, cevabını bir an önce yazmak için heyecanlandığım bugün de aklımda. Katlamalı dört sayfalık sınav kağıdına özene bezene, elim titreye tireye yazmaya başladım sorunun cevabını büyük bir coşkuyla.

        En iyi bildiğim yerden çıkmıştı. Bütün bir ortaokul yıllarımı “Sosyalizmin Alfabesi”, “Felsefenin Temel İlkeleri” gibi kitapları okuyarak geçirmiştim. O yaşta, okuduklarımdan hareketle seminerler veriyordum dernekte, her şeyi su gibi biliyordum. Gerçi ben liseye geçtiğimde 12 Eylül darbesi olmuş, benim okuduğum o kitapların tümü, bizim oralarda Eylül ayında toprağa gömülen otlu peynir tenekeleri misali naylon torbalara doldurulup toprağa gömülmüş, bir kısmı mezarlıkta bir kuytulukta yağmura kara teslim edilmiş, bir kısmı da tandırda yakılmıştı ama olsun, hafızama kaydettiğim bilgileri birileri oradan alıp gömecek değildi ya, ben de onları tıpkı bir hafız gibi yanıma alarak ta İstanbul’a kadar getirmiştim.

        REKLAM

        Demek ki okunan hiçbir kitap boşuna değildi. İşte birkaç yıl boyunca öğrendiğim bütün o bilgileri kağıda dökmenin zamanı…

        Haydi Muhsin kim tutar seni, kap hocadan yüz puanı…

        O gün o kağıtlara yazdığım bütün o abuk sabuk şeyleri (ben ciddi bilgi sanıyordum o sırada) aradan kırk yıla yakın bir zaman geçmişken tekrar buraya yazıp kafanızı şişirmek istemiyorum. Ama önce “devrimin objektif ve sübjektif” şartlarından bahsederek başlamıştım sorunun cevabını yazmaya. Rusya’da “devrimin objektif ve sübjektif şartları” çabuk olgunlaşmıştı. Sosyo-ekonomik yapı objektif, ideolojik-politik şartlar da sübjektifti. Yani proletaryanın içinde yaşadığı durum kötü olacak, o da kurulan bir partinin öncülüğünde isyana kalkışacak falan… Sonra “üretici güçler, üretim ilişkileri” üzerine bir tutam “diyalektik materyalizm”, “sınıf bilinci” falan derken… Of, şimdi yazarken çok sıkılıyorum ama o gün büyük bir heyecanla tam dört sayfayı kısa sürede doldurup kağıdımı teslim ettim, zafer kazanmış bir komutan edasıyla da kantinde yazdıklarımı diğer “devrimci arkadaşlarıma” anlattım büyük bir keyifle.

        *

        Ve birkaç gün sonra sınav sonuçları panoya asıldı. Heyecanla adımın karşısında 100 tam puanı ararken hoca bana 10 vermişti. “Herhalde bir sıfırı unutmuştur” diyerek hızlıca odasına gittim. Adımı ve numaramı söyledim, “Bir yanlışlık olmalı hocam” dedim kendimden emin bir edayla. Hemen kağıt tomarının içinde kağıdımı buldu, göz gezdirdi, gözlüklerinin üzerinden yüzüme bakarak, “Ben de seni merak ediyordum,” dedi gülümseyerek. “Nerelisin evladım?” diye ekledi, “Hakkari” dedim. “Bütün bu zırvaları nereden biliyorsun?” dedi. Postal sesleri henüz eksilmemiş sokaklardan, korktum, anlatsam acaba kendimi ihbar etmiş olur muyum diye tedirginlik yaşadım kısa bir süre, sonra “Bu konuda çok kitap okudum hocam” dedim.

        REKLAM

        “Bu kadar uzun saçma sapan şeyler yazacağına tek cümle yazsaydın tam not alırdın” dedi. “Sorunun cevabı iki kelimedir aslında: ‘Entelektüel patlama…’ Entelektüel patlama o ihtilale sebep oldu Rusya’da…” Sonra başka şeyler de anlattı, söyledikleri bir süre sonra işitmez oldum, “Entelektüel patlama” terimi bir bomba oldu beynimin içinde büyük bir gürültüyle patladı.

        O gün hayatımın en büyük dersini aldım Ahmet Güner Sayar’dan.

        *

        Sanırım; 11 Ocak günü “2021-2022 Eğitim-Öğretim Yılı Sakarya Cemil Meriç Sosyal Bilimler Lisesi Hazırlık Sınıfları 1. Dönem 2. Yazılı Sınavı”na giren talebelerin de artık hayatları boyunca, tıpkı benim gibi unutamayacakları bir sınavları vardır artık.

        Onlar da muhtemelen yıllar sonra benim gibi o sınavı anlatıp duracaklar birilerine.

        Sınav kağıdını bir arkadaşım “Böyle edebiyat öğretmenleri de varmış demek” notuyla bana gönderince, o gün o okulda, o sıralarda oturan bir talebe olmak istedim.

        Sınav soruları şöyle:

        “Umberto Eco çok satacak kitabın gerçek formülünü veriyor:

        ‘İlk önce bir bilgisayar edinmeniz gerekiyor, doğal olarak; bilgisayar sizin adınıza düşünen zeki bir alettir. Bu, pek çok kişiye kesinlikle avantaj sağlayacaktır. Size bütün gereken, birkaç satırlık bir programdır; çocuklar bile becerir bunu. Ondan sonra bilgisayara yüz-yüz elli romanın, bilimsel çalışmaların, İncil’in, Kuran’ın içeriğini ve birkaç telefon rehberini (roman kişilerinin adlarını bulmakta çok yararlı olur) yüklersiniz. Diyelim ki 120 bin sayfa tuttu bunlar. Sonra, başka bir program kullanarak bunları birbirine katın; yani bütün bu metinleri birbiriyle karıştırın, bu arada da bazı düzenlemeler yapın -örneğin bütün e harflerini atın- amacınız sadece bir roman değil, Perec’in yaptığı gibi bazı harfleri bilerek atlanmış bir metin elde etmektir. Bu noktada ‘Yazdır’ düğmesine basarsanız, bütün e’leri atmış olduğunuzdan ortaya 120 bin sayfadan biraz daha kısa bir metin çıkar. Bu sayfaları birkaç kez dikkatlice okuduktan sonra, en önemli paragrafların altını çizdikten sonra hepsini alıp bir fırına götürün. Bundan sonra size bir ağacın altına oturup elinize bir parça kömür ve kaliteli bir resim kağıdı alıp çeşitli şeyler düşünerek iki satır yazmak kalır, örneğin: ‘Ay gökte yükseldi, ağaçlar hışırdıyor’ gibi. İlk başta ortaya bir roman değil de bir Japon haiku’su çıkmış olabilir. Ama önemli olan başlamaktır.”

        REKLAM

        (Genç Bir Romancının İtirafları, Umberto Eco, Çev: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları)

        SORU 1: Yukarıdaki metni yorumlayınız ya da çok satacak kitabın gerçek formülünü siz yazınız.

        • İnsan kendini özler mi?
        • Bir mendil niye kanar?
        • Kim bakardı uzaklara köpekleri saymazsam?
        • Hangi yaz seni nennileyebilir?
        • Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
        • Kalbimi put sanıp da kıran kim?
        • Kim koparmış dalından, bu yabani incirleri?
        • Ya kimmiş, kıyıya çeken hayalet gemileri?
        • Yani Tahir’i Zühre sevmeseydi artık/Yahut hiç sevmeseydi/Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
        • Neden karpuz sergilerinde lüküs yanar?
        • Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye?
        • Kim duyar ses etsem melekler katından?
        • Bu eller miydi masallar arasından/Rüyalara uzattığım bu eller miydi?
        • Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir?
        • İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine?
        • Kim istemez mutlu olmayı ama mutsuzluğa da var mısın?
        • Niye gün ortasında akşam oluyorum?
        • Hiç gül kopardın mıydı gülden?
        • Gece mi tek gerçeğimiz?
        • Kalbim neden isli bir şehir?

        (İsimlerini zikretmediğim şairlerden özür dilerim. Değil mi ki miri malı çalıyoruz.)

        SORU 2: Yukarıdaki sorulara (dizelere) cevap veriniz. (Susanlara hiçbir şey sorulmayacaktır.)

        Not: Her soru 50 puanlıktır. Dolmakalemle cevaplamanız beklenmektedir. Başarılar dilerim.

        REKLAM

        Ercan Yılmaz

        Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

        *

        Arkadaşımın yazdığı “Böyle edebiyat öğretmenleri de var” notuyla birlikte gönderdiği sınav sorularını okuyunca hayatıma giren edebiyat öğretmenlerimi düşündüm. Hakkari’de, lise yıllarımda dersime gelen böyle bir edebiyat öğretmeniyle karşılaşmadım hiç, benimki okul dışındaydı, kütüphanede memurdu, adı Güner Sernikli’ydi ama dersime girip beni etkileyen bir edebiyat hocam olmadı. Tam tersi, edebiyat dersinde çoğu zaman hoca, “ben arkadaşlarına ders anlatacağım” deyip beni dışarı çıkarırdı.

        Bizim dönemimizde bir yazardan bir metin veya bir şiir seçilir (ki o da “sakıncalılardan” olmayacak, mutlaka müfredata girmiş olanlardan olacak) talebelerden de ondan ne anladıkları sorulurdu. Ve genellikle “şair yaşadığı yeri bir çöle benzetir”, “teşbih sanatını” kullanarak da söylemek istemediğini “dolaylı” yolla anlatırdı. Böyle böyle mesela şiirin bir “dolaylı anlatım yolu olduğu” belletilirdi talebelere. Onlar da bir iki Yahya Kemal, bir iki Faruk Nafiz, Behçet Kemal şiirini ders kitabında görür, onları manalandırmak için uğraşır, bir süre sonra da şiirden nefret eder, edebiyatı da “güzel söz söyleme sanatı” diye bellediğinden ve kendisi güzel söz söyleyemediğinden edebiyattan da nefret eder, doğru düzgün bir iki cümle kuran arkadaşını da büyüklerinden öğrendiği “edebiyat yapma” sözüyle aşağılar, aşık olduğu kıza mektup yazmaya sıra gelince de dili tutulur, yana yakıla o aşağıladığı arkadaşına gidip sevgiliye mektup yazdırırdı.

        REKLAM

        Şahane edebiyat öğretmenleri yok muydu bu ülkede? Olmaz olur mu, vardı ama yolları pek düşmedi bizim memlekete.

        *

        Yukarıdaki “yazılı yoklama kağıdının” müellifi Ercan Yılmaz sadece bir edebiyat öğretmeni değildir. Bir şair, hem de çok iyi bir şairdir… Başka kitapları da var ama “Rüya Kasrı” kitabı ustası saydığı Hilmi Yavuz’un deyimiyle, “Ercan Yılmaz’ı geleceğin ‘sahih’ Türk şiirindeki en ayrıcalıklı yere götürmeye hazır bir kitaptır.”

        Şiirle rüya el ele verir, “Doğu aleminde” bir gezintiye çıkarır bizi şair. Bizi götürdüğü kasır, şiirden inşa edilmiş bir kasırdır. Rüya mı şiir, şiir mi rüya bilemeyiz.

        “Dil’in fenerine kendini asmış” bir şairdir Ercan Yılmaz.

        *

        Yakın bir zamanda Sakarya’da ders verdiği lisede düzenlediği “Dünya Roman Kahramanları Günü” etkinliği dolayısıyla da adını duyduk onun. “Cemil Meriç” adını taşıyan ders verdiği lisede 21 Aralık günü öğrencilerine okudukları roman kahramanlarının kıyafetlerini giydirdi ve bir karnaval havası estirdi Sakarya’dan hepimize. Milli Eğitim Bakanlığına şikayet edenler oldu onu, “Ne bu, böyle eğitim mi olur, çocuklarımıza palyaço kıyafeti giydirmişler” diye. “Kürk Mantolu Madonna”yı şarkıcı Madonna sanan edebiyat alimlerinin yaşadığı bir memlekette Ercan Yılmaz gibi edebiyat öğretmenlerinin yaşaması da bu memleketin mucizesidir herhalde.

        *

        Sınav sorularının cevaplarına gelince.

        Bu sorulara talebelerinin verdiği cevapları ne kadar çok merak ediyorum şimdi anlatamam. Bu muzip sorularla talebelerinden nasıl cevaplar bekliyordu Ercan Hoca bilmiyorum, doğrusu tam puan alan veya benim gibi 100 beklerken 10 alan var mı onu da bilmiyorum ama eğer o gün o imtihana giren bir talebe olsaydım eğer, o iki soruya nasıl cevaplar vereceğim düşündüm bu yazıyı yazarken.

        Umberto Eco da “muzip” bir yazardı toprağı bol olsun. “Romanlarınızı nasıl yazdınız?” sorusuna başta verdiği tek bir cevap vardı, o da “Soldan sağa doğru”ydu.

        Ercan Hoca’nın sorduğu formülü sonradan geliştirmiş. Bu formül üzerine “çok tutacak bir kitabın gerçek formülünü” yazmalarını istiyor ya talebelerinden Hoca, o gün o sıralardan birinde oturan bir talebe olsaydım eğer cevabım muhtemelen şu olurdu:

        Önce yorum: “Sen kelimeler hakim olur, konu nasılsa arkadan gelir veya köpek yürür ve hikaye başlar”. Formül ise şu: Çok tutacak bir roman yazmak için üç kural vardır. Bunların ne olduğunu ne yazık ki kimse bilmiyor.” (W. Somerset Maugham)

        İkinci sorunun cevabına gelince:

        “Şairin sorduğu soruya cevap vermeye kalkışacak göz var mı bende Hoca?”

        *

        Şairin sorduğu soruya cevap arayacak kadar budala değilim ama yine de şu sorunun cevabını düşünmenizi istiyorum ben de sizden:

        “Soruyu şair mi, yoksa şiir mi sorar?”

        Diğer Yazılar