Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yazıya oturdum. Ağzımda pas tadı. Aklımda Attila İlhan’ın “an gelir” şiir… Şiiri açtım, tekrar okudum, ağzımdaki tat aynı kaldı.

        *

        Ben bu yazıyı bir “Mac” bilgisayarda yazıyorum. Biliyorum hepinizin evinde veya işyerinde bu bilgisayarlardan vardır. Bu bilgisayarların amblemi ısırılmış elmadır, ecnebiler “Apple” diyor ona…

        Müslüman camianın son yıllarda yetiştirdiği en önemli entelektüellerden ve çok erken bir yaşta kanser illetinin bizden aldığı rahmetli Hüsamettin Arslan “Mac” bilgisayarların amblemi olan “ısırılmış elmanın” bir sembol olduğunu yazar. (Bugünkü bilgisayarların kurucusu İngiliz matematikçi Alan Turing, 8 Haziran 1954’te bir elmayı siyanüre batırdı, ondan bir ısırık alarak kıydı canına.)

        Büyük Rus düşünürü Nikolay Berdyaev’den referansla Hüsamettin Arslan; Tanrı’nın “yemeyin” dediği, Adem ile Havva’nın da “şeytanın sesine kulak vererek” yedikleri “yasak meyve”nin (bu meyvenin elma olduğu konusunda bütün dinler aynı fikirde değil) aslında “iyilik ile kötülüğün bilgisi” olduğunu söyler. Onu Tanrı’nın buyruğuna uyarak yememek “iyi”, şeytanın sesine kulak vererek yemek ise “kötü”, yani “günah”tır. Adem ile Havva “yasak meyveyi” yiyerek “ilk günahı” işlediler.

        REKLAM

        O günden itibaren de insanlar “bölündü” ve “kirlendi”… Çünkü bilgi “kirletir”. Mesela atom bombası muazzam bir “bilgilenmenin” neticesidir.

        *

        Adem ya da Havva veya ikisi beraber, Tanrı’nın o meyveyi yemelerini neden yasakladığını merak etmeseydi... Yani “merak” denilen günaha sevk eden o kışkırtıcı dürtü olmasaydı, belki de “ilk günah” işlenmeyecek, bilgi denilen bir şey olmayacaktı hayatımızda, biz de kirlenmeyecek, pür u pak, tertemiz yaşayıp gidecektik melekler gibi; muhtemelen amblemi “ısırılmış elma” olan bilgisayar da icat edilmeyecekti.

        Peki bilgi bize ne getirdi?

        Bu mevzua dair Hüsamettin Arslan şunları yazar:

        “Gündelik hayatta, bilgiyle kirlenen insanlar, sıradan insanların cennetinden ‘sağduyunun’ cennetinden kovulurlar; geriye dönüşleri imkansızdır; dünyevi cehennemlerin zebanileriyle yaşamak kaderleridir; içlerine ‘şeytan’ girmiştir. Müslümanlığın ‘şeytan taşlama’ ritüelleri, belki de tarihte hiçbir zaman modern dünyamızdaki kadar anlamlı olmamıştır.”

        *

        Tolstoy "sıradan insanların cennetinden kovulmuş" "içine şeytan girmiş" bir büyük sanatkardı. “İtiraflarım” kitabında “bilme” üzerine Hint bilgeliğinden seçtiği eski bir hikaye anlatır.

        Kendisinden hastalık, yaşlılık ve ölümle ilgili her şeyin gizlendiği, bu konularda hiçbir şey “bilmeyen” Sakya Muni adında genç ve mutlu bir mihrace bir gün arabasıyla gezintiye çıkar.

        İlk olarak yoluna dişleri dökülmüş, ağzından salyalar akan, korkunç görünüşlü, yaşlı bir adam çıkar. O zamana kadar yaşlılık nedir bilmeyen mihrace mihmandarına adamın kim olduğunu ve o korkunç duruma nasıl geldiğini sorar. Mihmandar bu durumun insanın kaderi olduğunu, günün birinde kendisinin de yaşlanarak aynı duruma geleceğini söyler ona. Mihrace gezmeyi keser, bir an önce sarayına dönmek ister. Yaşlılık denilen şey üzerine düşünmek ister, kendini bir odaya kapatır ve düşüncelere dalar.

        REKLAM

        Bir süre sonra kendini teselli eden bir çıkış yolu bulmuş olacak ki tekrar aynı mutlulukla gezintiye çıkmak ister. Bu sefer de yoluna hasta bir adam çıkar. Adam hastalıktan bir deri bir kemik kalmış, beti benzi gitmiş, adeta yaşayan bir ölüdür. Kendisinden o zamana kadar hastalık denilen şey gizlenmiş olan mihrace adama ne olduğunu sorar mihmandarına. Mihmandar gördüğü şeyin hastalık olduğunu, herkesin başına geldiğini, günün birinde aynı illete kendisinin de tutulabileceğini söyler ona. Tekrar neşesi kaçar, tekrar saraya dönme emrini verir mihrace. Uzun uzun düşünür bir odada, tekrar bir teselli bulur ve hemen yeniden gezintiye çıkmak istediğini bildirir.

        Bu kez yeni bir durumla karşılaşır. Bir grup insan omuzlarına bir şeyler almış büyük bir saygıyla taşıyorlar. Taşıdıkları şeyin ne olduğunu sorar mihmandarına, mihmandar da “ölü taşıyorlar mihracem” der. “Ölü ne demek?” diye sorar, ona ölmenin tabut içinde taşınan adam gibi olmak olduğu anlatır mihmandar. Mihrace cenazeye yaklaşır, üstünü açar ve bakar. “Ona şimdi ne olacak?" diye sorar. Ona cenazenin toprağa gömüleceği söylenir. “Niçin?” “Çünkü bir daha hayata dönemeyecek, kokacak ve kurtlanacak.” “Bu da tüm insanların kaderi mi? Aynı şey benim de başıma gelecek mi? Beni de gömecekler mi? Ben de kokacak mıyım? Beni de kurtlar yiyecek mi?” “Evet.” “Çabuk beni saraya götürün! Bir daha eğlenmek için gezintiye çıkmayacağım, bir daha asla bu maksatla saraydan dışarı adımımı atmayacağım!”

        O günden itibaren Sakya Muni hayata dair hiçbir teselli aramaz, aramadığı için de bulamaz. Tam tersine hayatın bütün kötülüklerin başı olduğuna karar verir. Bütün gücünü kendini bu hayattan kurtarmaya adar.

        “Bilmek” o zamana kadar mutlu yaşayan mihraceye büyük bir mutsuzluk getirir, keder içinde akıbetini beklemeye başlar.

        *

        Tolstoy ise öğrendiği her yeni bilgiyle bir adım daha öteye gitti. İnsan denilen muammada derine indikçe yeni durumlarla karşılaştı. Büyük bir ahlakçı, iyi bir dindar oldu. Bu ona çok ıstırap verdi ama her durumda kendisi gibi büyük bir yaratıcı olan Geothe’nin, “İnsanoğlunun ıstıraptan dili tutulmuşken Tanrı bana, çektiklerimi söze dökme yeteneğini verdi” dizelerine sığındı ve onlardan güç aldı. Bu yüzden, edebiyat tarihinde onun kadar okurunun karşısında soyunan çok az yazar vardır. “İtiraflarım”da üstündeki bütün libası çıkardı. Üryan kaldı. Sonra oturdu o “büyük çaresizliğimizi”ni yazdı. Kendini eski bir Doğu meselinin kahramanı olarak gördü hayatının bir evresinde.

        REKLAM

        Hikaye şöyleydi:

        *

        Ormanda yalnız bir adamı vahşi bir hayvan kovalamaya başlar. Kaçarken adam aniden yoluna çıkan bir kuyuya düşer. Derin kuyunun dibine doğru giderken can havliyle bir duvardan çıkmış bir dala tutunur. Bir de bakar ki kuyunun dibinde bir ejderha ağzı açmış onu bekliyor, kafasını yukarı kaldırır onu kovalayan vahşi hayvan da kuyunun ağzında ona bakıyor… Aşağıda canavar, yukarıda vahşi hayvan. İki yerde de ölüm bekliyor onu. Dalı tutmuş ellerinde, kollarında güç gittikçe azalır. Derken iki fare görür. Biri siyah biri beyaz. Fareler tutunduğu dalın üzerinde geziniyor ve durmadan dalı kemiriyor. Biraz sonra incelen dal kopacak ve adam ejderhanın ağzının içine düşecek. Artık ölümden kurtuluş yoktur. Can havliyle etrafına bir göz atar. Tutunduğu dalın yapraklarında birkaç damla bal görür. Gayri ihtiyari dilini uzatır balı yalamaya başlar.

        *

        Bu hikayede Tolstoy hayatının bir döneminde kendini görür. Hepimizin başına gelmez mi aynı durum? Biz de tıpkı o adam gibi o balı niye yaladığımızı bilmeden yalayıp duruyoruz yaprağı…

        O balın tadı neye benziyor, hiç kimse bilmiyor ne yazık ki.

        Sanat da kurtarmıyor böyle durumlarda insanı. Evet, sanat hayatın albenisidir, hayatı süsler ancak eseri yaratan için hayat cazibesini yitirmişse, o eserin okuyana bir faydası dokunur mu?

        *

        İntihar fikrinden vazgeçip büyük bir malikanenin sahibi olduktan sonra Tolstoy kendisi için büyük eserler yaptırdı, kendine evler inşa ettirdi, üzüm bağları diktirdi, meyve bahçeleri yaptı, her türden meyve ağacı diktirdi, gölcükler inşa ettirdi, o gölcüklerle ağaçların yetiştiği ormanı sulattı; kendine erkek ve kadın hizmetkarlar tuttu, kendi evinde doğan hizmetkarları oldu, ayrıca büyük bir sürüye sahip oldu; kendisi için gümüş ve altından hazineler toplattı; erkek ve kadın şarkıcılar getirtti ve insanoğlunun tadabileceği bütün zevkleri, müzikli eğlenceleri, hepsini tattı. Muhteşemdi, herkesten daha zengindi. Ayrıca bilgelik de onu terk etmemişti. Gözlerinin görüp arzuladığı hiçbir şeyden kendini yoksun bırakmıyordu. Gönlünde hiçbir mutluluğu esirgemiyordu. Sonra emek harcayarak meydana getirdiği bütün eserlerine baktı, bir de ne görsün, yaptığı her iş boştu ve ruhuna sıkıntı veriyordu. Yarattığı onca şey o öldükten sonra başkalarına kalacaktı… Bütün o uğraşların sonucunda ona kalan tek şey kederdi.

        REKLAM

        *

        Yine de “hayata sanatın aynasından bakmaya” devam etti Tolstoy.

        Aşağıda ejderha, tutunduğun dalı kemiren fareler, yukarıda onu bekleyen vahşi hayvan ve ağzında neye benzediğini hiçbir zaman bilmediği o tatla…

        *

        Ağzınızın tadını mı kaçırdım? Benim ağzımda da hiç tat yok…

        Diğer Yazılar