Bir kış günü eğer bir yolcu…
Ona karşı örgütlenmemiş modern insan için kar, zulümdür. Yolunu kapatır, suyunu, gazını keser, hareketini felce uğratır, yolda bırakır, uçağın içine kapatır, açlık çektirir, üşütür, otobüsünü devirir, arabasını bozar, hasta eder, velhasıl yaşadığına yaşayacağına pişman eder insanı.
Kara karşı örgütlenmemiş şehir, gelmekte olan sele karşı çaresiz insana benzer. Ne kadar çabalarsa çabalasın, beyaz kar ona kara bir cehennemi mutlaka yaşatır.
*
Ama her karlı gün zamanla, yaşadıkça unutamadığı bir anılar demetini de bırakır hafızada insanın. Dönüp geriye baktığında, modern şehir insanının muhayyilesinde berrak bir suyun dibinde parlayan çakıl taşları gibi, o karlı günlerden kalma anlar mutlaka pırıl pırıl parlar.
İstanbul yakın tarihte 1987 karını unutamıyor mesela. O gün çocuk olanlar için de büyükler için de aynı tatta bir gündür bugün dönüp o günü hatırlayanların hafızasında. Son birkaç günden beri İstanbul’a bir zulüm yaşatan karlı kışı da, araya zaman girdikten sonra tıpkı 1987 kışı gibi yer edecek belleklerimizde. İşin zulüm tarafı unutulacak, geriye şehri beyaz bir örtü gibi kaplayan karın zarif resmi kalacak hafızalarda.
*
Ne mutlu karlı bir kış günü çocuk olanlara!
Çocukluğunda karlı bir gün, karlı bir gece yaşamadan çocukluğunu geçirenler eksik yaşamışlardır çocukluklarını.
Uzak dağ köylerinde, hep kar içinde semaya bakan çocuklar, gökyüzü açıldığında şehirde büyümüş çocukların gökyüzüne bakarken gördüklerinden daha fazla şey görürler orada.
Kar ıssızlıktır, kimsesizliktir kar.
Buna karşın karın da bir sesi var ki Yahya Kemal bu sese, “bin yıldan uzun bir gecenin bestesi” der.
*
Kuzey Avrupa’nın bir ülkesinin de kuzeyinde, “karlar ülkesinde” memleketimde yağan kar hikayelerini dinleye dinleye İstanbul’a doğru çıktım yola. İstanbul’da yağan kar, oranın da yollarını kesmişti. İstanbul’dan hiçbir uçak kalkmadığı için başka bir şehirden uçakla geldiğim Stockholm’den de İstanbul’a hiçbir uçak kalkmıyordu. Arkadaşlarım Rıza Polat ile Murad Ciwan yetiştiler imdadıma. Murad Abi beni havaalanından alıp evine misafir diye götürürken babam düştü aklıma.
Babam sınırın öte yakasından katırına kaçak çay, kelle şekeri, sigara kağıdı, anneme fistanlık kumaş, bize hurma, kuru üzüm, kuru incir yükleyip bizi ayıran sınır çizgisine doğru yola çıktığında; ellerini alınlarına siper yapıp göğün dibine bakan havanın ahvalini bilen güngörmüş ihtiyarlar, “gitme, dağda tipiye yakalanırsın” demişlerdi ona. Ama o ne yapıp edecek; "Brüksel Hattı"nı geçecek, bir an önce biz çocuklarına kavuşacaktı. İhtiyarları dinlemediği için tipiye yakalandı. Yükünde arpa da vardı. Yükü indirdi. Katırın kafasını arpa torbasına soktu, o da karnının altına sığındı hayvanın, bekledi, ertesi gün “gitme” diyen köylüler düştüler ardına, Allah’tan katırın kulaklarını örtmemişti henüz kar da buldular, çıkardılar ikisini karın içinden.
İki gün sonra ulaştı eve babam. Ben de aynı sürede vardım memlekete.
*
Böyle; son zamanlarda memlekete yağdığı gibi kar yağarken çocukluğumda, karın yolunu kestiği bir yolcunun evimizde mahsur kalması ne heyecan verici bir şeydi! Her yolcu ayrı bir hikayedir çünkü. Yatak ve yemek parası kimsenin aklından geçmez, yolcunun anlatacağı bir hikaye her türlü mübadele aracından daha kıymetlidir çünkü.
Kar yolları kesmişti, Murad Ciwan bana ben ona hikayeler anlattım oturduğumuz yanan şöminenin karşısında.
Zaman zaman, belki de hayatımın erken bir döneminde okuyup hiç aklımdan çıkmayan o muhteşem romanının adından olsa gerek, aklım hep İtalo Calvino’ya gitti.
*
“Kış” ve “yolcu” kelimeleri yan yana gelince “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” kitabı düşer aklıma… Dedim ki Murad’a, “Abi, sen de bilirsin, bir dağ köyünde büyüdün benim gibi sen de, biz her sabah ‘karın aydınlığına’ uyanırdık, sanırım siz de. Çok yağardı. Sonra güneş çıkardı. Güneş gündüz karı yumuşatırdı. Geceleri ayaz olurdu. Ayaz yumuşak karı dondurur, sertleştirirdi. ‘Kurşe’ diyoruz biz karın bu hallerine. Kızağını kap, vur yamaca, çık yukarılara, bin kızağa, sal kendini aşağıya… rüzgar yüzünü yalar, cennetin sonsuzluğuna gidiyormuşsun gibi gelir sana.”
Murad Abi dedi ki: “Benim de o zamanlara dair bir korku hikayem var, anlatayım sana. Beni dağın başında bıraktı babamın beni teslim ettiği adam, kasabaya gideceğim mektebe, ben burada bekliyorum, sen git, gözden kayboluncaya kadar bakacağım sana dedi. Sözünü ettiğin sertleşmiş karda saldım kendimi aşağı. Çocuğum. Arkamdan bir ses duydum, adımlarımı hızlandırdım, ses de hızlandı. Kesin vahşi bir hayvan kovalıyor beni sandım ama dönüp o korkuyla yüzleşmeye korkuyorum, bir ara koşmaya başladım, ses de koştu, sonra aynı ürkütücü ses sağ yanımda belirdi ve beni geçti, meğer rüzgara kapılmış bir kuru yaprakmış. O ses hâlâ kulaklarımda.”
*
Nasılsa arkadaşım okumamış Calvio’nun o romanını, o yüzden aklımda geçenleri anlatmadım ona.
Bir yazı yazacağım yolculuğuma ve memlekette hayatı esir alan kara dair. Kafamda cümleler geçiyor. Ama Calvino’nun kitabı kara dair değil ki, romanın adı aklımda geçenlere denk düşüyor sadece, içeriği ise yazıya dairdir. İşte zaten ben de öyle yapacağım, yazı yazacağım. O halde biraz daha yaklaşabilirim Calvino’ya.
Bana göre, edebiyat tarihinin gelmiş geçmiş en şaşırtıcı açılış cümlelerinden birisi olan şu cümleyle açılıyor roman:
“İtalo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu adlı yeni romanını okumaya başlamak üzeresin. Rahatla. Toparlan. Zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin.”
İkinci tekil şahısla anlatıyor hikayesini yazar. Ama ortada bir hikaye yok. Tam tamına on hikaye var. Her birisi başlı başına bir roman olabilecek kadar güzel hikayeler ama yazar bütün o güzelim hikayeleri bol keseden harcıyor, hiç birisinin sonunu getirmiyor.
Sanki, “benim gibi yazarlara hikaye lazım değil, bakın nasıl bol keseden kıyıyorum malzemeye, benim yazma yeteneğim var ve ne istersem ondan yazı, hikaye, roman çıkarabilirim” diyor bize.
Bize ne demek istediğini söylemiyor yazar, o buraları çoktan aşmış. Tıpkı “kurşe” halini almış karın üzerinde, yüzünde rüzgarın kamçısı sonsuz bir cennete doğru kızak üzerinde hızla kayan çocuk gibi kayıyor yazının büyüyle sertleşmiş dünyasında, altında kızak yok, kalem götürüyor bizi, biz okurların ağzını açık bırakan diyarlara. Kitabın konusu okuma eyleminin kendisidir. Başkahraman da okurdur. Yüzlerce anlatı var içinde.
Romanın birinci bölümünde okur, İtalo Calvino’nun “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” romanını almak üzere kitapçıya gider. Bu metin yarım kalır. Bir süre sonra aynı kitapçıya gittiğinde, orada bir kadın okurla tanışır, ikisi birlikte değişik bir maceraya dalarlar. İki okur, yazar, sanatçı, profesör, editörle tanışır. Karşılaştıkları her kişi onları yeni romanın sayfalarıyla tanıştırır. Bütün o romanlar yarım kalmıştır.
Her şeyi yazardan beklemeyelim, biraz da biz gayret edelim, eksik kalmış bazı metinleri de biz tamamlayalım!
Hiçbir metnin ve hiçbir anlatının sonu yoktur. Tam sona giderken hevesini kursağında bırakır okurun yazar ve onu 10 kez yeni bir romana başlatır. Okur da o hikayeleri tamamlayamaz. Her şey yarımdır… Romanın adı bile!
Roman şöyle bir cümleyle biter:
“Siz her öykünün bir başı ve sonu olması gerektiğine mi inanıyorsunuz? Çok eskiden bir öykü ancak iki şekilde biterdi: Bütün sınamalardan geçtikten sonra erkek ve kadın kahraman ya evlenirler ya da ölürlerdi. Bütün öykülerin ana fikrinin iki çehresi vardır: Hayatın devamı; ölümün kaçınılmazlığı.”
*
“Bir Kış Günü Eğer Bir Yolcu”, tamamlanmamış bir cümledir… Hadi hep beraber düşünelim… Bir kış günü eğer bir yolcu “ne yaparsa” o yolcunun işi rast gider?
Neyse ki çıktığım yolculukta üç gün sonra vardım menzile.
Bir kış günü eğer bir yolcu, yolculuğu anlatan bir yazı yazarsa yazının içine mutlaka kara dair birkaç anı sızar yazar kurgulamasa da.