Bizdeki yazar evleri veya "Faust'un mürekkep lekeleri"
Siz bakmayın büyük Dostoyevski’nin, “Kederli hallerimiz gözümüze batar da saadetimizi kolay kolay fark edemeyiz” benzeri bir kelam etmiş olmasına; adamakıllı mutluydum ve bunun farkındaydım.
Nasıl mutlu olmayayım ki?
Şehre yağan tekmil karı güneş birkaç günden beri toplamıştı. Hava sıcaktı. Sağda solda, bir ağaç gövdesinin arkasına, güzel bir sokağın denize giden uzantısına saklanmış yalancı bir bahar sanki aniden yoluma çıkıp göz kırpacakmış gibi geliyordu bana.
Suadiye’de bir arkadaşımla birlikte yana yakıla Kemal Tahir’in evini arıyorduk.
*
Budan 39 sene evvel İstanbul’a ilk geldiğimde bu muhitte mukimdim. Vedat Günyol’un evi biraz aşağıda Bostancı’da, Kasaplar Çarşısı’ndaydı. Orada kalıyordum. Ev değil de kütüphaneydi. Zira yazarlar eskiden kendilerine değil kitaplarına ev ararlardı. Vedat Hoca’ya da bir öğrencisi bu üç odalı evini vermiş, buraya kitaplarını yerleştirmiş, o da geceleri Suadiye’deki kız kardeşinde kalıyordu. Ev ise bana kalmıştı; o evde binlerce kitap arasında ’83 yazını geçirdim hiç beklemediği bir anda cennete düşmüş bir mümin saadetiyle.
*
Şimdi Kemal Tahir’in evini aradığımız Şaşkınbakkal’dan Kızıltoprak’a kadar bütün o sokakları o yaz, balkonlardan sarkan sakız sardunyalara, mercan çiçeklerine, inci tanelerine hayran hayran baka baka dolaşmıştım.
Cemil Meriç’in, Aziz Nesin’in, Salâh Birsel’in, Haldun Taner’in, Çetin Altan’ın ve Vedat Günyol’un diğer dostlarının buralarda yaşadıklarını biliyordum ama Kemal Tahir’in evinin de bu yakınlarda bir yerlerde olduğunu kimse söylememişti bana.
Ben İstanbul’a geldiğimde Kemal Tahir vefat edeli on yıl olmuştu. Demek ben o sokaklarda gezerken, şimdi müze haline gelmiş olan o evde eşi Semiha Hanım tek başına yaşıyordu. (Yoksa o da ölmüş müydü?!)
*
Ümit Meriç, babası Cemil Meriç’i anlattığı kitabında bahseder; baba kız, 1960’ların ortalarından itibaren her sabah Göztepe’deki evlerinden çıkar, yolda babası kızına, “bizim üstün tarafımız imanımız, o üstünlüğümüzü muhafaza ederek Batı’yı almalıyız kızım” diyerek ona Dostoyevski’yi, Weber’i, çileyi anlatır, derken muhabbet koyulaşır bir anda kendilerini “sakız gülleriyle çevrili bir balkonun arkasındaki odasında harıl harıl çalışan” Kemal Tahir’in evinin önünde bulurlardı. Burası bahçe içinde, şirin müstakil bir evmiş.
Kemal Tahir bir süre sonra Şaşkınbakkal’da bir apartman dairesine taşındı. Kitaplarını da buraya getirdi, ev apartmanın ikinci katındadır. Büyük yazar 1973 yılının bir Nisan gecesi bu eve girerken, girişteki komşunun dairesinde öldü.
O öldükten sonra evin perdelerini açık bırakan kardeşi Ratip; sokakta devriye gezen polislerin o kadar çok kitabı bir evin duvarlarını kapladığını görmesi üzerine “burası mutlaka bir anarşi yuvasıdır” diyerek bastıkları, babasından yadigar kılıcını alıp götürdükleri ev de bu evdir işte.
Benim de geçen Pazar günü aradığım ev de o evdi.
*
İçim içime sığmıyordu, heyecanlıydım. Her şeyi senden benden daha iyi bilen Google’da “Kemal Tahir Müze Evi” diye bu adres vardı ve ben de bu evde biraz sonra yazarın çoğu okunmuş, kenarlarına notlar düşülmüş dokuz bin kitabını, el yazmalarını, daktilosunu, çalışma masasını, farklı tarihlerde çekilmiş fotoğraflarını, aldığı ödül plaketlerini, uyuduğu yatağını, mütemmim cüzü o kalın çerçeveli gözlüğünü, piposunu, saatini, bir yığın şahsi eşyasını ve en önemlisi Nazım Hikmet’in ona bıraktığı “oliver” marka daktilosunu ve o cezaevindeyken eşi Semiha Hanım’ın durmadan dikiş dikip parasını ona gönderdiği o emektar dikiş makinasını görecektim.
Bağdat Caddesinde Kadıköy yönüne giderken sol kolda denize doğru uzanan Küçükağa Sokağı’na saptık. Git git, sokak uzun. Nihayet Alan Sokağın kestiği noktaya geldik, Google hazretleri burayı işaret ediyor ama benim düşündüğüm apartman falan yok buralarda. Sağda bir kafe var, birkaç kişi oturmuş, bazıları bağrını güneşe vermiş, bazıları da yarenlik ediyor.
“Buralarda Kemal Tahir Müzesi olacak, nerede acaba?”
İçlerinden birisi “Hangi takımda oynuyor?” der gibi baktı yüzüme, öteki ise “ne ben onu takip ediyorum ne de o beni” diyen bir sosyal medya takip insanı gibi... Öyle birisini hiç duymamışlardı. Sağ tarafta ev yemeklerini yapan bir lokanta vardı, girdik ona sorduk. O biliyor. Elini uzattı, “aradığınız yer tam karşı apartman” dedi.
Döndüm, lokantanın karşısında göğe uzanan dün yapılmış gibi pırıl pırıl, tertemiz, modern bir bina var. Hani son yıllarda böyle balkon korkuluklarını gri bir metalle süsledikleri, dış görünüşü granit benzeri bir kaplamayla diğerlerinden ayrılan tertemiz apartmanlar var ya onlardan biri, üzerinde “Alan Apartmanı” yazıyor. Uzun süre baktım apartmana, hakkında onca şey okuduğum Kemal Tahir Evi bu apartmanda olamaz! Ama dış kapının girişinde müzenin tabelası var ve fakat kapalı… Ne zaman açılacağı da yazmıyor, kapalı işte!
Demek ki yakın bir zamanda apartmanı müteahhite vermişler, o da yenilemiş. Doğrusu bu yeni hali Kemal Tahir’in oturduğu ev olmadığı için, açık olsaydı bile girmezdim içeri.
Ondan kalan izlerin tümü, yeniden yapılan bir inşaatın molozları altında kalmış besbelli…
*
Bizde ölmüş yazar evleri arasında, sahibi onu terk ettikten sonra az buçuk aslı gibi kalan tek ev -Sait Faik’in Heybeli’deki evini saymazsak- Tevfik Fikret’in “Aşiyan”ıdır.
Hayalleri büyük bir şairdi Fikret. İstibdat döneminde “bu memlekette yaşanmaz” diyerek Yeni Zelanda’ya gidemeyince arkadaşlarıyla, Manisa’nın Sarıçam köyünde gitmeye kalkıştılar, o da olmadı, Aksaray’daki baba köşkünü sattı, öğretmenlik yaptığı Amerikan Kolejine bitişik Farsça “kuş yuvası” anlamına gelen, şu anda hem o semte hem de oradaki mezarlığa adını veren hayalindeki “Aşiyan”ı inşa etti. Fikret aynı zamanda amatör bir mimardı, projesini de kendisi çizdi, inşaatında da çalıştı. Ancak o evde çok az yaşadı, sadece dokuz yıl... O öldükten sonra evin odalarını Robert Koleji öğrencileri kiraladı, bir süre sonra Amerikalılar satın almak isteyince köşkü karşı çıkanlar oldu, dönemin Maarif Vekili Hasan Ali’nin girişimleriyle ev “Aşiyan Müzesi” halini aldı.
İstanbul’a geldiğim günden beri (birinde çocuklarımı gezdirdim) iki defa “Aşiyan”ı ziyaret ettim. Oraya gidenlerde hep aynı hal peydah olur. Sanki biraz sonra evin bir köşesinden Salâh Birsel’in deyimiyle, “kadife yeleği, kadife gömleği, kadife takkesi, geniş göğsü, parlak siyah saçları ve açık alnıyla” Tevfik Fikret ortaya çıkacak.
“Kurutulmuş Felsefe Bahçesi” adlı kitabında yer alan bir denemesinde Salâh Birsel, bize “Aşiyan”ı gezdirir, o da Ruşen Eşref’i rehber seçer kendine, ben de onu rehber yapacağım.
*
Deneme ustasına göre, duvarlar çiçek bezeli, tavanlar hafif eğiktir Aşyan’ın. Kadifeye düşkün Fikret kanepe ve sediri kadife kaplatmış, sedir sedef kakmalıdır. Fikret Servet-i Fünun’u yönettiği dönemde, akşamları bu kanepede az biraz kestirdikten sonra kalkar, derginin işleriyle uğraşır.
Salonun ortasında bir masa var. Masa ince bir seccadeyle örtülüdür, üzerinde de Japon işi yüksek bir lamba durur. Lambanın yanında yer yer yosun tutmuş bir taş. Onun yanında tunçtan bir heykelcik. Köşede bir taht var; abanoz renklidir, sedef menevişli, bol yastıklı, şalı büzmedir; buraya Fikret’ten başkası oturamaz. Öteki odalar da hakeza… O eski gümüş el aynaları, eski sırma ve ipek işlemeli yastıklar, perdeler abani kumaştan, eski divitler, kalemler, rahleler, arabesk sandalyeler, el yazması kitaplar odaların her tarafını kaplar.
Salâh Birsel’in demesine göre Fikret, Aşiyan’ın her köşesine ayrı bir ad takmış. Dış kapının sahanlığı altında bir pencere var, sarmaşıklar sarmış, taşları eğridir, bu bodrum penceresine Fikret “Sokrat Penceresi” der mesela. Bahçede kayalar içine oyulmuş sedirlerin yanındaki üç serviye Tiziano ile Raphaello’nun tablolarından mülhem, “Üç Güzeller” diyor şair.
Evin bu halleri Fikret o evde yaşarkenki halidir. Fikret’in ölümünden otuz sene sonra evi müze olmuş. Bu sürede çok şey değişmiş. Eşyalar talan edilmiş. Şairin kitaplığını bile eşi Fatma Nazime Hanım Galatasaray Lisesi’ne hediye etmiş.
Reşat Ekrem Koçu’nun verdiği bilgiye göre, Şair-i Azam Abdülhak Hamit öldükten on sene sonra 1947 yılında eşyaları (onun da kendine ait bir evi yoktu) Aşiyan’ın bodrum katına taşındı. Gidip gezerseniz görürsünüz; Hamit’in bir yığın kişisel eşyası bu bodrum odalarında sergileniyor şimdi. Sanki Hamit eve misafir gelmiş de oraya yerleşmiş gibi… Fotoğrafları, çiçekli İtalyan kadifeli iki koltukla kanepesini, şairin bütün kitaplarının karalamalarını, üst cebinde beyaz bir keten mendil sarkan lacivert takım elbisesini, fesini, kılıcını, bala üniformasını, kadife yakalı paltosunu, rugan iskarpinlerini, silindir şapkasını eşi Lüsyen Hanım hediye etmiş Aşiyan Müzesi’ne.
Aşiyan’ın üst katında da Ruşen Eşref’in anlattıklarından eser yok. Yatak odasındaki karyola bile Fikret’in orijinal yatağı değil, Salâh Birsel’e göre bunun ilk farkına varan Reşat Ekrem Koçu olmuş. Başucundaki resimden de bunu çıkarmak mümkün. Müzeyi düzenleyenler çok benzer bir yatak bulup getirmişler buraya. Salâh Birsel’in demesine göre, sadece Fikret’in yazı masası ile koltuğu kendisinindir. Gerçi bunlar da bir ara Edebiyat Fakültesine hediye edilmiş ama müze kurulurken, şairin bir arkadaşının hatırlaması üzerine fakültenin ambarına atılmış olan o masa ile koltuk, çürümeye terk edildiği o tozlu ambardan alınıp buraya getirilmiş.
Ruşen Eşref evin ilk hallerini anlatırken, şimdilerde Boğaz’a bakan geniş yatak odasının önündeki o gövdesi çok uzun, dalı olmayan, böyle telgraf direğinin tepesinde kondurulmuş leylek yuvasına benzeyen o çirkin ağaç var mıydı bilmiyorum, muhtemelen sonradan oraya dikilmiş, yatak odasından görülen o muhteşem Boğaz manzarasının kesiyor bu ağaç ama kimse sökemez sanırım artık onu oradan.
*
Şimdi Aşiyan’dan kalkın da Almanya’ya, Frankfurt’a gidelim biraz. Bir trendeyiz. Aynı trende Ahmet Haşim de var. Böbreklerinden mustariptir şair, kireçlenmiş. Yakın dostu, Çankaya sofrasının o sırada en itibarlı müdavimlerinden Yakup Kadri yardım elini uzatmış, o da tedavi için Frankfurt’a gidiyor. Sekiz saatten beri şimendiferdedir. “Tren boş ve neşesizdir, içi sıkılıyor.” Frankfurt’a gece yarısından sonra saat ikiye yirmi kala varır. Bir otele yerleşir. Sabah kahvaltıdan sonra çıkar otelden. Etrafına bakmaz. Kendini Victor Hugo’nun “İstanbul’u ilk defa gören o meşhur patlak gözlü adamı” gibi hisseder. Geniş, temiz ve düzgün caddeler aklını alır şairin. Ya o binaların pencereleri… Sokaklarda şarkı söyleyip mızıka çalan işsizler, dilenciler… Her yerde pis suratlı Hitler askerleri… Onlara yan bakarak “işsiz ve karanlık” dolaşan “kırmızı kravatlı” genç komünist bir de...
Ahmet Haşim seyahatnamesinde, Frankfurt’a gelen herkesin sorduğu ilk sorunun, “Goethe’nin evini gezdin mi?” sorusu olduğunu söyler.
Onun demesine göre, “Frankfurt şehri şair Goethe’nin vatanı olmakla iftihar eder.”
İlk gün şehirde fazla dolaşmadan, hastaneye gitmeden önce Goethe’nin evine koşar Haşim.
Günlerden pazardır. Eski bir İstanbul sokağını andıran gürültüsüz, tenha, temiz, loş bir sokakta eski bir İstanbul konağının tokmaklı kapısının önünde durur. Ve bir elektrik zilinin düğmesine dokunur.
Haşim, Goethe’nin evinin önünde durduğunda, büyük şair öleli tam yüz yıl olmuş. Haşim, aradan bu kadar zaman geçtiği için, bu “neşeli ve güneşli sonbahar sabahında” fende, bilimde, teknikte bu kadar ilerlemiş, mucizeler yaratan doktorların memleketinde “eski bir şairden başka bir şey olmayan” Goethe’yi ölümünden yüz sene sonra pek kimse ziyaret etmez diye düşünmüş buraya gelirken.
Ama meğer yanılmış. Bir mezara girecekmiş gibi soğuk bir ürpermeyle açılan kapıdan içeri girdiğinde, hayretten dona kalır. “Ruhun aydınlığı bir şafak ziyası gibi” yüzüne vurur. Evin içi hınca hınç doludur. Kızlı erkekli talebeler, şık erkek ve kadınlar, yaşlı efendiler, hepsinin heyecanı yüzüne vurmuş. Tümü de Alman...
Haşim’in verdiği bilgiye göre, Frankfurtlu zengin iki üç aileden biri olan Goethe ailesinin oturduğu evin kendi kuyusu var. O zamanlar kuyusu olan ayrıcalıklı sayılırdı, umum sokak çeşmelerinden tedarik ederdi suyunu. Haşim mutfaktaki kuyunun başında durur. O muhteşem kuyuya hürmetle bakar. Goethe’nin annesinin kullandığı elli altmış pasta ve tatlı kapı mutfak dolabında dün oraya konmuşlar gibi yan yana dizili duruyor. Ev olduğu gibi muhafaza edilmiş. Bütün pencerelerde eski çiçekli tül perdeler dün asılmış gibi...
“Şairin hatırası bu evin her tarafında nefes alıyordu” der Haşim.
Yüz sene evvel içinde son nefesini verdiği oda, memleketin her tarafından yeni gönderilmiş çiçeklerle doludur. Haşim şaşkındır, şöyle yazar:
“Sanki şairin cesedi henüz kaldırılmamıştı ve havada esen şan ve şerefin ıtırı, o sabah açılmış iri bir kırmızı gülün kokusu gibi taze ve kuvvetliydi.”
Evin her yerini gezdikten sonra nihayet sıra büyük Goethe’nin çalışma odasını görmeye gelir. Mihmandar kafileyi, “üstü baştan başa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masasının önüne” getirdiğinde orada durur ve der ki:
“Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler Faust’un lekeleridir!”
Herkes çok heyecanlanır.
Haşim şunları yazar:
“Herkes o mukaddes gölgeleri yakından görmek için medeni nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine yol açmaya çalışıyordu. Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, fakat bir ebedi lacivert semada namütenahi yıldız serpintileri idi.”
*
Yaşar Kemal, “İnce Memed”i 1954’ün o yaman kışında yazdı. İstanbul Boğazı’nda büyük büyük buz parçaları yüzüyordu. Eşi Tilda Hanım’la Beşiktaş Serencebey’de her tarafından soğuk giren iptidai bir evde yaşıyorlardı. Yakacak yok, yakacak olsa sobaları yok…
Ben ondan duydum, belki de yazmış veya bir röportajında da anlatmıştır. Kafasına Kars’tan getirdiği karapapağı geçirmiş, ellerine halat toplayan çımacıların giydiği kalın yün eldivenleri takmış, yemek masasına oturmuş, gece gündüz demeden elle yazmış “İnce Memed”i soğuktan titreye titreye.
O ev, o kalpak, o eldivenler şimdi nerde acaba?
“Faust’un mürekkep lekeleri” bile duruyor hâlâ o çuhada.
*
Kemal Tahir'in evinde ondan kalan eşyaları görmeden geldiğim sokaktan kös kös Bağdat Caddesi'ne çıkarken aklımda şu cümle vardı:
Bir iki varlıklı yazarı, şairi çıkar, Türk edebiyatının ses bayrağını yükselten geride kalan yazar ve şairlerin alayı kiracıydı.