Kayıp nesil
Birbirine yakın yıllarda doğmuşsanız, yaşadığınız sürece hemen hemen benzer sevinçleri, hüzünleri, benzer sıkıntılar yaşamışsanız, ortak bir gelecek tahayyülü kurmuş, hayalleriniz, ütopyanız birbirine yakınsa, ortak bir kaderi paylaşmış, bir sürü şey karşısında benzer sorumluluklar hissetmişseniz o kişilerle aynı kuşaktan sayılırsınız.
Ama ben “kuşaktan” çok “nesil” kelimesini seviyorum.
Zira Akif’in; “Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:/İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek” mısraındaki “nesil” yerine “kuşak”ı koyun, “Asım’ın beline sardığı kuşak” aklınıza gelir ki evlere şenlik…
*
Herkes mensubu olduğu nesille övünür. Hele gençliğinizin ilk demlerinde “güzel bir gelecek tahayyülüyle” bir araya gelmiş, aynı davaya baş koymuşsanız, olur da bir biçimde başkası yerinize ölüp siz sıyırmışsanız felaketlerden, ileri yaşlara kadar tutunmuşsanız hayata mesela; mensubu olduğunuz nesil aileniz olur çıkar.
O neslin hikayesi sizin de hikayenizdir çünkü.
Her nesil, bize ayrı bir hikaye anlatır.
Her neslin hikayesi bir arayışın hikayesidir. Bazısı çok dokunaklı, bazısı çok neşeli, bazısı çok kanlı, bazısı çok naiftir o hikayelerin.
68 bir isyansa, 78 bir yenilgidir. 40 dergiyse, 50 şiirdir…
Peki ya 20?
20 kuşağının adını Amerikalılar bulmuş; “kayıp kuşak” demişler 20 kuşağına.
*
Bir yazar, bir şair, bir sosyolog falan bulmadı bu “kayıp kuşak” terimini; bu kavram ilk defa araba tamir eden bir ustanın ağzından çıktı.
Bizde “Picasso”, “Üç Hayat”, “Alice B. Toklasın Özyaşam Öyküsü” gibi kitaplarıyla tanınan, 1903 yılında Amerika’yı terk edip Paris’e yerleşen yazar Gertrude Stein’in de onu duydu o ustadan ve diline doladı.
Stein’in arabası bozulur onu bir tamirciye götürür. Almaya gittiğinde arabası istediği gibi bir tamir görmemiş, tamirci çırağı işi baştan savmıştır. Titiz kadın çırağa çıkışır, tartışmaya usta gelir, usta hatasını kabul eder, çırağına kızar ve dönüp ona şöyle der:
“Siz topunuz kayıp kuşaksınız. Savaş sizi böyle yaptı.”
“Kayıp kuşak” lafı o günden itibaren Stein’in diline yapıştı ve edebiyatın malı oldu çıktı.
*
Dünya, Birinci Harbin kabusundan uyanıyor. Herkes herkesi delik deşik etmiş. Yara bere içinde herkes. Savaş sersemletmiş herkesi. Yazarların yönü şaşmış, sanatçılar yeni arayışların peşinde. Genç kuşak yazarlar her şeye saygısını yitirmiş. Savaş kanlarını zehirlemiş, herkes teselliyi içkide arıyor.
Salâh Birsel o günleri şöyle anlatır “Yitik Kuşak” başlıklı denemesinde:
“Amerika, savaş haberlerinden, gazeteleri dolduran ölü listelerinden bıkmıştır artık. Tuhaf bir çağ başlamaktadır. Kadınların dünyası genişlemiştir. Cigara içmeye, dudak boyası sürmeye başlamışlardır. Öteden beri kadın bacaklarını çirkinleştiren kara çoraplar yerlerini ten rengi çoraplara bırakmıştır. Kadın terzileri artık bir entari için çok daha az kumaş kullanmaktadır. Etekler dizlere çıkmıştır. Erkeklerin sevgilisi artık cinsel çekiciliğin kumkuması Clara Bow'dur. Kadın-erkek ilişkileri töresi çözülmeye koyulmuştur. Kızlarla oğlanlar kendilerini kapalı bir yerde buldukları vakit hiçbir şey düşünmezler. Var mı, yok mu o an. Birbirlerini deve gibi yedi yerinden boğazlarlar. Caz müziği de kısa zamanda menteşelerinden çıkmış gençliğin ortak dili olmuştur. Gençlerin yüreğinde koşturma uyandıran şeylerden biri de içkidir. (…) Gerçi bağnazlar 1919 yılında içki yasağını çıkarmışlardır ama bu yasak hiçbir işe yaramaz. Daha önceleri zaten içilen içki, yasaktan sonra daha da artmıştır. 1929 yılında Amerika'da ‘speakeasies’ adı verilen 219 bin gizli meyhane ya da bar vardır. Toplumun bütün katlarından oluşan müşterilere buralarda kaçakçıların (bootleggers) Kanada’dan sağladıkları içkiler yığdırılır. İngiliz gülmece güldürmece yazarlarından Chesterton şöyle diyecektir:
‘Amerikalılar yasa yaparken kaçıktırlar; ama yasalara karşı gelirlerken akıllarını başlarına devşirirler!”
İşte o bunalımlı günlerde Stein, karşısına çıkan bu yazarlara hep aynı şeyi söyleyip durur:
“Siz busunuz. Başınızdan bir savaş geçmiş olan sizler kayıp bir kuşaksınız. Savaştan kurtuldunuz ama içkiye esir düştünüz.”
Yukarıda adını andığım denemesinde bize bu hikayeyi anlatan Salâh Birsel’e göre, Stein’in bu sözlerine pek aldırış eden olmaz ama 1920-1940 arası ürün vermiş, aralarında Thomas Wolfe, Ernest Hemingway, F. Scott Fitzgerald, John Dos Passos, E.E. Cummings, Archibald MacLeish ve Hart Crane gibi baba yazarların da bulunduğu kuşağın adı “kayıp kuşak” olarak kalır.
*
Bu yazarların bir kısmı, savaş bütün cephelerde sürerken, sağda solda atılan vatanseverlik nutuklarından etkilenerek askere yazılmışlardı. Bizde yazar olarak askere gittiğinde “bu adamın eli kalem tutuyor” diye “yazıcı” yaparlar ama sözünü ettiğim yazarların önemli bir kısmı cephede ambulans şoförü veya kamyon şoförü olarak geri hatlarda görevlendirildiler.
Savaştan sağ kurtulup Amerika’ya dönenler hayatlarının o kısmına kadar hiç karşılaşmadıkları ve ruhları üzerinde derin tahribatlar yaratmış olan bir yığın şeyle dönerler. Cephede hüznü, kederi, acıyı, ölümü, kanı, gözyaşını, dostluğu, fedakarlığı görmüş, yaşamışlar. Savaş sonrası yeni hayatları tam bir kabustur. Her şeylerini kaybetmişler. Paha biçilemez, bir daha yeri doldurulamaz, kıymetli hasletlerini Avrupa’da savaş meydanında bırakıp dönmüşler. Bir daha savaş öncesi hayatlarına dönemeyecekleri için umutlarını yitirmiş, hayata küsmüş, her şeyi ıskalamışlar. Hepsinin ortak yanı farkına vardıkları şeyin aynı şey olmasıdır. Birindeki hissin aynısı ötekinde de var.
Savaş hayata bakışlarını değiştirmiştir. Hepsi ruhsal çöküntü içindedir. Dine, siyasete başka bir pencereden bakarlar. Memleketlerini bırakıp eski savaş meydanına, Avrupa’ya geri kaçarlar. Küskündür hepsi. Köksüz, yersiz, yurtsuz hissederler kendilerini. Umutsuzdur hepsi, hiçbir şeye karşı sorumluluk hissetmezler. Sanat dışında her şeye boş verirler. Bir ideal uğruna çabalamak boş iştir onlara göre. Esas olan yerleşik değerlere başkaldırıdır. Bu durum da onları topluma karşı tamamen yabancılaştırır.
“Kayıp nesil” olmaları bundandır.
*
Amerikalı yazarlar cephe gerisinde ambulans veya kamyon şoförü olarak görev yaparken; bizde “Arap Haşim” lakabından mustarip Ahmet Haşim, Türklüğünü ispat etmek için yedek subay olarak savaşa katılmak ister, silah kuşanır koşar cepheye.
O sırada cephede savaşan hiçbir yazar ya da sanatçı yoktur. Devlet, elinde sopayla durmadan kovaladığı sanatçıları bu sırada hatırlar.
Dönemin adı yeni yeni duyulmaya başlayan yazarlarını, şairlerini, ressamlarını, hikayecilerini toplar da cepheye götürse, onlar da dönüşte gördüklerini, hissettiklerini hikayeye, romana, şiire, resme dökerlerse sanat ilk defa “bozguncu işlevinden” sıyrılarak vatan imdadına yetişir, işe yarayabilir, ahaliye moral verebilir, bu durum da cephedekilerin iman gücüne güç katabilirdi.
Beşir Ayvazoğlu, “Edebiyatın Çanakkale’yle İmtihanı” kitabında anlatır, Ağaoğlu Ahmet, Orhan Seyfi (Orhun), Enis Behiç (Koryürek), Celal Sahir (Erozan), Hıfzı Tevfik (Gönensay), Hakkı Süha (Gezgin), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), ressamlar İbrahim Çallı, Nazmi Ziya, Selahattin, Ali Canip (Yöntem), Ömer Seyfettin, Mehmet Emin (Yurdakul), Gazeteci Muhittin, musikişinas Ahmet Yekta (Madran), Yusuf Razı Bey ve İbrahim Alaeddin (Gövsa) bir binbaşı ve bir yüzbaşının mihmandarlığında, bir doktor ve bir fotoğrafçıyla birlikte 11 Temmuz 1915 günü sol kollarında “çifte yeşil defne dalından işaretli haki keten elbise” giyerek Sirkeci Garı’ndan Çanakkale Cephesi’ne gitmek üzere ayrılırlar.
Bu sanatçıların tümü gençtir ve hemen hemen hiçbirisi henüz meşhur değildir. Meşhurlardan Abdülhak Hamit, Mehmed Akif, Halit Ziya, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin, Tevfik Fikret, Samipaşazade Sezai, Rıza Tevfik gibileri davet gittiği halde heyette yoktur. Bu meşhur kalemşorların hepsi o günlerde ya hasta ya bir seyahatte veya geçerli bir mazeretleri vardır. Ahmet Haşim’e ise davet gitmemiştir.
Onları cepheye gönderen Harbiye Nezareti sanatçılara; “savaş meydanını gezin, duygu ve düşüncelerini sanat diliyle ahaliye ve gelecek nesillere anlatın ama zinhar eserlerinizde birilerine methiye düzmeyin, ‘askerin cevherine ve milletin kabiliyetine dair gerçek tasvirler yapın” cümlesiyle özetlenebilecek bir “brif” vermişti.
Heyetin cephe gezisi on beş gün sürer. Heyet 23 Temmuz günü İstanbul’a geri döner.
Ancak ne yazık ki devletin kendilerinden beklediğini sanatçılar yerine getiremez. Cepheden döndükten sonra yazdıkları şeylerin hiçbirisi kalıcı olmadı. O günleri anlatan ne bir roman ne bir hikaye ne bir beste ne de bir resim kaldı o günden bugüne.
Bana göre o anlardan bugüne kalan en acıklı şey, Ahmet Haşim’in “etnik kimliğinden”dolayı heyete dahil edilmemiş olmasından dolayı duyduğu üzüntüdür.
*
Büyük savaş edebiyatımıza Amerikan edebiyatına yaptığı gibi bir etki yapmadı ama bizde de bir “kayıp nesil” yarattı.
Savaşta o kadar çok erkek kaybetmiştik ki Anadolu’da sahipsiz vahşi çocuk sürüleri dolaşıyordu. Kadınlar bir başınaydı. Biraz daha sürse nüfus tükenecekti. Bu yüzden askere kısa süreli ev izinleri çıkartıldı, boşalan yerler de 1315 doğumlu (miladi 1898-1899 yıllarında doğmuş) lise öğrencileriyle dolduruldu.
Evlerine izinli giden askerler eşlerinin rahmine bir çocuk nüvesi düşürürken, dokuz ay sonra doğacak o çocuğun yerine 17-18 yaşlarında bir çocuk toprağa düşüyordu.
Misal, 1912 yılında 60 mezun veren Galatasaray Lisesi 1915 yılında 15 mezun verdi. 1916 yılında ise hiç mezun vermedi, 1917’de ise sadece 5 kişi mezun oldu bu mektepten. Çanakkale’ye, izne giden ağabeylerinin yerine savaşa giden lise talebelerinin kolunda sarı kurdele bağlıydı. Taarruzda bu sarı kurdele onları hedef olmaktan kurtaracaktı. Daha çocuktular. 19 Mayıs taarruzunda İstanbul Lisesi’nden tam 50 talebe şehit düştü.
Bize kalan ise onlara türkü yakmak oldu:
Hey onbeşli onbeşli
Tokat yolları taşlı
Onbeşliler gidiyor
Kızların gözü yaşlı
*
Bizim “kayıp neslimiz” o on beşlilerdir. Onların ne romanı ne hikayesi ne de şiiri yazıldı. Resmi de yapılmadı, sadece bir türkü… Uçsuz bucaksız isimsiz şehitler yurdu Anadolu’nun ortasından, Tokat’tan yükselen yanık bir türkü…
Hepsi o kadar!