"Kısa yaşayıp uzun ölenlerin" şehrinde!
Memleketim Hakkari’nin kar altındaki bu halini görmeyeli yıllar, yıllar olmuş. O kadar uzun yıllar ki, kalkıp o zamanlara uzanmaya çalışsam birkaç menzilde konaklamam, her menzilde vesait değiştirmem, birkaç handa gecelemem, birkaç dağda aç yatmam, birkaç ovada çarık eskitmem, birkaç nehir geçmem, anlayacağınız feleğe arkamı, yüzümü uğura dönüp tersinden uzun, çok uzun bir yolculuğa çıkmam gerekir.
Bu şehri terk edip kendime herkesin hayalini kurduğu şehri yurt bellediğim günden beri bu dağların bu karlı halini unutmuş gitmişim. O zamandan beri Hakkari’de “bu mevsimi” hiç yaşamadım.
*
Pazar günü karın kalın bir beyaz örtüyle üzerini örttüğü çocukluğumun coğrafyasına ayak bastığımda burnuma gelen ilk koku; bu çok uzun ayrılık yılları boyunca başka hiçbir şehirde hissetmediğim ayazın kokusu oldu.
Ayazın da kokusu var evet. Soğuğu burnunda hissedersin önce. Güneşin sırtını döndüğü yamaçlarda uzayan gölgeler, yakacak odun tedarik etmek için o yamaçlarda odun topladığımız ânı getirdi aklıma; tir tir titrerdik.
Çok üşümek bir süre sonra üşüdüğünü unutturur insana. Böyle zamanlarda küçücük bir hayal bile ısıtır içini. Soğuğa maruz kalmışsan, çaresizsen soğuk karşısında yapman gereken tek şey sıcak bir mekanın hayalini kurmaktır.
*
Andersen’in “Kibritçi Kız” masalını hatırlayın. Acımasız yazar, yedi sekiz kibrit yaktırdıktan sonra kahramanına –ki her kibrit yakışında kız kendini daha sıcak bir yerde hayal eder- artık hayal kurdurmaz; hayal kurmaktan vazgeçtiği an da donarak ölür.
Ama bir sürü modern anne, çocuklarına bu masalın finalini yazarın yazdığı biçimiyle değil de kendilerinin uygun gördüğü bir finali okumuşlar çocuklarına.
Oysa masalı yazanın mesajı netti: Her şart altında sakın hayal kurmaktan vazgeçmeyin, hayal kurmaktan vazgeçtiğiniz anda felaketiniz olur, ölürsünüz!
Çocuklarımız hemen ölüm fikriyle tanışmasın isteriz veya ölümü hep uzağımızda bir yerde tutmaya çabalarız.
Oysa şair sözüdür, kötü olan ölüm değil, utanç verici ölümdür. Allah hepimizi böyle bir ölümden korusun!
Alexandre Dumas’nın “Binbir Hayalet” kitabından not etmişim defterime, der ki büyük usta ölüm hakkında:
“Ölüm hayatı yok etmez, ölüm insan bedeninin bir dönüşüm biçimidir sadece; ölüm hafızayı yok eder, hepsi bu. Eğer hafıza yok olmasaydı, her birimiz dünyanın başlangıcından bugüne kadarki ruh yolculuklarımızı hatırlardık.”
Bu yüzden en kıymetli varlığımızdır hafıza, mukayyet olmak lazım ona. “En çabuk hatırlayanlar, işaretleri en iyi kavrayanlardır” demiş alim. Bir hatıra çöplüğüdür hafıza, tecrübelerimizin ambarı demek belki daha doğru...
Ölümünü bir sonraki yazıya sakladığım Marcel Proust hafızanın bize ettiklerini delik deşik eden ender yazarlardan biriydi; “Kayıp Zaman”ın bir yerinde der ki:
“..., çünkü hafızamızda her çeşit şey bulunur; hafızamız, bir tür eczane, bir tür kimya laboratuvarıdır, elimize tesadüfen sakinleştirici bir ilaç da geçebilir, tehlikeli bir zehir de.”
*
Bu şehir çepeçevre bir şiddetin elektrik akımına uğramıştı. Nereye dokunsan yakıyordu. Mektepten geliyordum ara tatillerde; otobüsün durduğu yerde iki polis dururdu: “Muhsin bey ne zaman döneceksiniz?” Nereye döneyim, zaten şehrime dönmüşüm, burnumda tütüyor çocukluğum, annem beni bekliyor, hatıralarım daha taze, hafıza hiçbir oyun oynamamış henüz bana. Ama şehir, yasak şehirdi dışarıdan gelenlere. İçerdekileri zor ıslah ediyoruz, bir de uğraşmayalım seninle!
Ölüm kol geziyordu her yerde. O gün bu şehirde doğanlar, bugün kırk yaşında. Bu kadar uzun bir süre şiddetin, kanın içinde debelenmiş bir çocuğa Andersen’in masalının finalini değiştirerek okusan ne yazar, değiştirmesen ne; her durumda güler sana.
Çöplüklerde ekmek arayan çocuklar boş mermi kovanlarını bulurdu. Ben, bisküvi isminden önce hangi boş kovanın hangi tüfekten çıktığını öğrendim şimdi bu yazıyı yazarken tam karşımda duran Sümbül dağının öteki yüzünde bulunan bir dağ başı yaylasında.
Hafıza en çok acı verici şeyleri muhafaza etmede ustadır ama anlatırken insan en çok güldüklerini hatırlar.
Bir gece şehir ablukaya alınmıştı. İzli mermiler bir kutlama seremonisinde göğe yükselen havai fişekler gibi yırtıyordu geceyi. O gece sabaha kadar bir senfoniyi dinler gibi dinlemiştim ağız üstü uzandığım odanın ortasında o silah seslerini. Herkes sanki “tıp” oyunundaymış gibi mevkiini muhafaza etmişti. O geceyi anlattık birbirimize geldiğim ilk gece kardeşlerimle, istisnasız hepimiz güldük o geceki halimize.
Yoluma çıkan yaşlı bir bilge, “Bu şehirde sadece üç yüz sene önce yaşamış bir nesil rahat yüzü gördü, o kadar” dedi bana.
*
Her şeyi olduğu gibi değil, hatırladığımız gibi anlatırız ve her zaman yüzde yüz yanılırız. Bu yüzden zalim, hatta kafamızın içinde gezdirdiğimiz bir düşmandır hafıza.
Bu kez memleketimde bana düşmanlık yapmadı hafızam. Hep uysal, tatlı, şefkatli bir dost gibi davrandı bana. Beni çocukluğumun soğuk gecelerine götürdü. Ay ışığında kurt ulumalarını hatırlattı bana.
Kar, çocukluğumda yağdığı gibi yağmış şehre. Kurtlar inmiş şehrin çeperlerine. Köpekler saldırmış kurtlara. Kurt sürüsü bir köpeği yakalamış. Hani insan yaralı bir insanı nasıl taşıyorsa aceleci, telaşlı ve özenli, öyle taşıyıp götürmüşler köpeği aç kurtlar. Kanun bu, ya kurt köpeği ya da köpek kurdu… Köpek esir düşmüş kaderine, müdahale etmemiş insanlar hayvanların işlerine.
*
Hafıza bir derleme ustasıdır, işini iyi bilen usta bir arşivci aynı zamanda… Stefan Zweig’a göre, hafıza bir şeyi tesadüfen saklayan, diğerini ise tesadüfen kaybeden bir şey değil, olayları bilinçli olarak düzene sokan ya da bilgece unutan bir güçtür. Kendi hayatlarımız hakkında unuttuğumuz her şey, uzun zaman önce bir içgüdü tarafından unutulmaya mahkûm edilmiştir aslında ona göre.
Eğer bir şeyi kendimiz için saklıyorsak, mutlaka o başkası için de kıymetlidir. Hatıralarımıza bir de bu gözle bakmalıyız derim size.
*
Bu mevsimdi. Kar yerde yaşayanların başına geleceklere aldırmadan günlerce yağmıştı. Şehir tıpkı şimdi olduğu gibi kart altındaydı. Ferit Edgü’nün “O” romanından uyarlanan “Hakkari’de Bir Mevsim”in oyuncularını getiriyordu bir minibüs Anitos köyünden şehre. İçlerinde biz Hakkari Lisesi halk oyunları ekibinin oyuncuları da vardık. Filmin düğün sahnesinde bizi de figüran olarak kullanmıştı yönetmen Erden Kıral. Zap vadisinin kuytu bir yerinde kar yolları kesti, bir yol üstü lokantasına sığındık, soba yanıyordu çıtır çıtır, dışarıda kar yağıyordu, Erden Kıral kısa bir süre önce çektiği ama Yılmaz Güney’in beğenmeyip ondan alarak imha ettiği, yerine Şerif Gören’e “Yol” adıyla çektirdiği “Bayram” filmini anlatıyordu bencileyin lise öğrencisine. Keşke filmi imha etmeseydi. Eserimi bana verseydi, o istemedikten sonra kimseye göstermezdim ki! Beni hiç tanımıyordu ama belli ki yarasını birisine göstermek istiyordu. O yara onu buralara getirmişti, “ustaya” “ustalığını” gösterecekti.
*
Peki Ferit Edgü’nün ne işi vardı buralarda? Kendi deyimiyle “gemisi kayalara çarpmış” kendini burada bulmuştu. Burada yedek subay öğretmendi, “yabancılar arasında bir yabancı”ydı.
Yakup Kadri “Yaban”la Türk aydınının gözüne gezmediği, görmediği Anadolu’yu sokmuştu. “O” yaban bir diyara yolu düşmüş başka bir “Yaban”dı. “Yaban”ın da anlatmadığı bir “yaban”.
Romanda şöyle bir pasaj var:
“... ihtiyar kitapçı, sizi ilgilendireceğini umduğum birkaç kitabım daha var, ne yazık ki, onlar bizim dilimizdendir, dedi.Benimle, benim dilimden konuşuyordu. Demek onun bir başka dili vardı. Öz dili. Ana dili.
Güldü.
Sizin bilmediğiniz.
Ama benim bilmediğim o kadar çok dil var ki, dedim.
Onlardan biri, dedi.”
Adı henüz konmamıştı Kürtçenin. Benim, “Allah’ın yalnızca Kürtçe bildiğini sandığım” yıllardı…
Daha kitabının girişinde “yaban” bir diyarda, onun bilmediği ama buralarda yaşayanların çok iyi bildiği bir “yabancı dilin” yurdunu (Hakkari) bir “yaban”ın gözüyle şöyle anlatır Edgü:
“Adın gibi garip bir kentsin Hak.
Kafka, karabasanlarında gördü belki seni, ama adlandıramadı
(ya da girmedin onun düşlerine)
bilseydi, senin gibi bir yer var yeryüzünde
en korkunç kitabın konusu sen olurdun.
Tolstoy bilseydi seni
soyluluğundan bin beter utanırdı.
Ve kim bilir belki yazarlığında
-şimdi benim utandığım gibi-
Avvakum bilseydi yakınında senin gibi bir kent olduğunu,
Kafkasları aşıp çile çekmeye sana gelir,
senin mağaralarında yaşardı.
Dostoyevski sürülseydi sana
Yer Üstünden Notlar'ı yazardı
ya da Suç ve Suç'u.”
*
Film ekibi şehrimize gelmeden önce adını duymuştum “O”nun. Fellik fellik aramış bulamamıştım. Ortaokul yıllarında bu kitaba kavuşmak, kavuşamadığım her şeyin listesinde ilk sıradaydı. Çok sonra buldum, arka arkaya birkaç kez okudum. Kitapta şöyle bir bölüm var:
“Alaaddin geliyor. Gece.
Hoca benim kardeş hasta, diyor.
Nesi var? diyorum.
Ateşi var çok, diyor. Ölecek.
İlaç vereyim mi? diyorum.
Hayır portakal ver, diyor.
Portakal yememiştir hiç.”
Ben de yememiştim. Komşumuz getirmişti şehirden. Üç tane portakaldı. Saplarıyla, yapraklarıyla, üç güzel üç portakal… Seyit’in evine gelen portakalı seyretmeye gitmiştik. Duvara asmıştı iple Seyit. Portakal görmemiş birkaç çocuk karşısına geçmiş, saatlerce seyretmiştik portakalları.
Yıllar sonra Paris’te, Louvre Müzesi’nde Mona Lisa’nın karşısında durduğumda, o portakalların karşısında duran çocuk halim geldi aklıma.
Sevdiğimiz her sanat eserini, hafızamızın bir yerinde saklanmış bir hatıramızı tetiklediği için severiz.
“O” romanında anlatılanlar, çocukluğumda yaşadığım her anımdı. Romanı okudum, romandan çekilen filmde figüran olarak rol aldım, gittiğim şehirde Ferit Edgü’yle aynı reklam ajansında birlikte çalıştım.
*
Ferit Edgü’nün deyimiyle “Kısa yaşayıp uzun ölenlerin” şehrinde, tekmil şehir kar altındayken, o karlı halini yıllardan beri görmemişken, hafızamın en saklı yerinde depreşen kurtçuklar gibi kımıldayan hatıraların sisleri arasında hafızaya dair bir yazı okutmaya çalışıyorum size.
Yazı bu, belki sizin de hafızanızda bir şeyleri tetikler.