"Artık ölebilirim"
Edebiyat aleminde çıtayı kendisinden sonra bir daha kimsenin üzerinde atlayamayacağı bir yüksekliğe koyan, ünlü bir doktorun oğlu, annesine aşık, züppe bir gençlik yaşamış, eşcinsel bir hayatın sancılarını iliklerine kadar hissetmiş, hayatı boyunca türlü hastalıkla boğuşmuş, ardı arkası kesilmeyen astım krizlerinden mustarip, hayatından bir sürü yılı har vurup harman savurarak harcamış, son on yılını “Kayıp Zamanın İzinde” adını verdiği devasa eserine ayıran, bu yüzden perdeleri sıkı sıkıya kapalı, dışarıyla ilişkisi kesilmiş bir eve kapanarak, yatak odasından dışarı çıkmayarak binlerce sayfayı bulan romanını tamamladıktan sonra “artık ölebilirim” diyerek henüz 51 yaşında sahiden de ölen yirminci asrın en büyük yazarlarından Fransız romancı Marcel Proust öleli tam tamına 100 yıl oldu.
Yedi ciltlik “Kayıp Zamanın İzinde” romanına hayatının 17 yılını verdi. Kitap bir milyon iki yüz elli bin kelimeden oluşuyor. Toplamı 3 bin sayfadır.
1905 yılında annesi ölünce romanı yazmaya başladı. İlk cildi 1913 yılında yayınlandı. Son cildini tamamladıktan sonra da öldü, kitap yayınlandı ve uzun bir süre, aradan 25-30 yıl geçtikten sonra 1950’li yıllarda ne kadar kıymetli bir kitap olduğu anlaşıldı.
*
Yaşamak için yazan değil, yazmak için yaşayan bir yazardı Proust. Sanatın katı kanununa kendini teslim etti. Hayatı boş verdi. Zaten ileri düzeyde bir astım hastasıydı. Daha çocukken yakalanmıştı bu hastalığa. Hasatlık bütün hayatını kuşattı. O da hastalığa kafa tuttu. Hem yatak hem de çalışma odası olarak kullandığı mekanı mantar levhalarla kaplattı. Odanın penceresi çiftti. Hem nemi hem de dışarının gürültüsünü kesiyordu bu çift pencere. Perdeleri kalın kumaştandı. Ne pencereler ne de perdeler hemen hemen hiç açılmadı. Gündüzleri bile odayı ruhsuz bir ampul aydınlattı.
Her sabah uyanır uyanmaz tütsü yaptı, astıma iyi geliyordu tütsü. Céleste Albaret hem hizmetçisi hem de can yoldaşıydı. Kadın sabahları tütsüden sonra her odaya girişinde kalın, yoğun bir duman tabakasıyla karşılaştı. Céleste çağrılmadan zinhar odaya giremezdi. Dışarıda Proust’un zili çalarak onu çağırmasını beklerdi. Bir seferinde Proust kırk sekiz saat boyunca onu odaya çağırmadı. Kadın büyük bir korkuya kapıldı, yine de içeri girmeye cesaret edemedi. Sadece belirli aralıklarla kulağını kapıya dayar içeriyi dinledi, o kadar.
Proust tozdan ve mikroplardan, yılandan korkan bir insan nasıl korkuyorsa öyle korkardı. Misafirleri geldiğinde aceleyle eldivenlerini giyerdi. Toz aksırtıyordu onu. Bir temizlik hastasıydı. Sabunu bile insan imalatıdır diye kullanmazdı, ona göre doğal değildi. Ellerini yakacak kadar sıcak suyla yıkardı o kadar. Mikroplara karşı yanında ilaç bulundururdu. Kolonyaya elini sürmez, kremi kendinden uzak tutardı. İkisinin de nefesi daralttığına inanırdı. Buna karşın kağıt ve mürekkep kokusundan korkmazdı. Her sabah gazeteyi satır satır okurdu.
Hayatının son on yılını yatakta geçirdi. O devasa romanı yatakta yazdı. Bitkilerden uzak dururdu ama çiçekleri hiç aklından çıkarmazdı. En çok halk arasında “yemişen” olarak da bilinen alıç çiçeğini severdi. Hatta bir seferinde dayanamayıp evden çıkmış, arabasına atlayıp bir vadide, uzaktan elma ve alıç ağaçlarını seyretmeye gitmiş. Bir seferinde de arabacısından bir alıç dalını kopartıp getirtmiş, adamın getirdiği dalı arabanın içinde camın arkasından uzun uzun seyretmiş.
Arkadaşlarına durmadan çiçek gönderirdi. Hem de en pahalı, en alımlı olanlarından…
Onun için gece diye bir şey yoktu. Bütün gece roman yazardı. Ne zaman çalışır ne zaman uyurdu bunu kendisi de bilmezdi. Céleste’e ne zaman uyuduğunu bilmediğini söylerdi
Hiç misafir kabul etmezdi. Çat kapı gelenleri de kapıda kovardı. Bütün vaktini yazıya vakfetmişti. Yazı dışında geçen zamanı “kayıp zaman” sayardı. Yazıya ayıracağı zamanı başkalarıyla paylaşmaya kıyamazdı. Kardeşini de eve kabul etmezdi. Eve gelenler Céleste’ten iyi haberleri alır onu görmeden geri giderlerdi. Aynı apartmandaki komşuları da ona saygı gösterir, sabahları işlerine giderlerken Proust yeni uyumuştur diye gürültü etmemeye çalışırlardı.
Romanı her şeyiydi. Acelesi vardı. O romanı bitirmeden ölmeyecekti. Bu yüzden eseri için gerekli sessizliği ve rahat çalışma ortamını bulmak için daha çok hasta görünmeye çalışırdı. Dostlarına yazdığı mektuplarda, “Günde yedi-sekiz saat tütsü yapıyorum, bu durumda sizi nasıl kabul edebilirim” gibi bahaneler ileri sürerdi.
Ama bazılarına da iltimas geçerdi. Bir tek çocukluk arkadaşı Reynaldo Hahn elini kolunu sallaya sallaya eve girebilirdi.
*
Ne kadar büyük yazar olursan ol, istersen Marcel Proust ol, bir okurun eserine gösterdiği ilgi her yazarın başını döndürür. Proust bu tür okurları bilirdi, bunlardan birisi geldiğinde geri çevirmez, “artık yoruldunuz” diye kendisini uyaran Céleste’e, “ne yapayım çok kibar bir adam” derdi. Odasına girmelerine izin verdiği bu misafirlerine bazen de “Gözlerimi kapar sizinle konuşmazsam kusura bakmayı, dinlenmem gerek” derdi.
Canı isterse misafir kabul eder, istemezse de etmezdi. Bazı davetlere de gitmişliği vardır ama çok az kişiyi evine yemeğe davet ederdi. Dışarıda bir dostunu ağırlayacaksa gecenin saat onunu beklerdi.
Romanında anlattığı kendi hayatı değildi. Ama yazdıklarını yaşamak isterdi. İnsanlarla ilişkisi de yazdıklarına benzerdi. Tanıdığı herkesin her davranışını inceden gözlemler, her anlarında nasıl davrandıklarına bakar, onları romanına malzeme yapardı. Kıyafetlerini merak ederdi görüştüğü insanların, çoğuna o kıyafetleri nerde diktiklerini sorardı. Bir ayrıntı için daha önce buluştuğu kişiyle yeniden buluşurdu. Tanımadığı ama bildiği bazı insanlara romanında yer vermek için araya tanıdık birilerini sokardı.
Dedikoduya çok meraklıydı. Gerçi romanında pek dedikodu yoktur ama Ritz Otelin lokantasında olup bitenleri öğrenmeye can atardı. Kim kiminle yemek yedi, hangi kadın hangi kıyafeti giymişti, masada neler konuşulmuştu, bütün bunları öğrenmeye can atar, orada olup bitenleri kendisine aktarsın diye otelin garsonlarından birisini maaşa bağlamıştı.
Her şeyi öğrenmek isterdi. Ecza konusunda, astroloji, bahçıvanlık, terzilik, bitkiler, ağaçlar, hayvanlar hakkında durmadan bilgi toplardı. Müzik konusunda eksik bilgisini dostu Reynaldo Hahn tamamlardı. Resim konusunda dara düştüğünde Jean-Louis Vaudoyer’ye, geçmiş zamanların modası hakkında bilgisini de Bayan Strauss’a ya da Bayan Catusse’e müracaat ederdi.
Hayatı boyunca ünlü müzisyen Georges Bizet’in karısı Bayan Strauss’a büyük bir tutku besledi, ona hayrandı. Ağırbaşlı ve zarif kadın hazırcevaplığıyla ünlüydü. Proust, kadının kırmızı pabuçlarını aldı, romanındaki Guermantes düşesinin ayaklarına geçirdi, kafatasını da keskin zekasıyla doldurdu…
Romanın kahramanlarını çevresinde gördüğü kişilerin özellikleriyle donatmıştı. Kadın kahramanlarına samur kürkler giydirir, yürüyüşlerini, kıyafetlerini, boynunun güzelliğini, takıp takıştırmalarını sürüp sürüştürmelerini hep çevresindeki kadınlardan almıştı.
Hani yazının bir yerinde, bir kez hizmetçisi Céleste’in kırk sekiz saat kendisinden haber almadığından bahsetmiştik ya, işte o 48 saatini romanda ölümün ne demek olduğunu yazmak için kullandı Proust. Romanda yazar Bergotte diye bir kahraman var. İşte o kahramanın, yani aslında kendisinin ölüm karşısındaki hissiyatını çözmek, bilinç kaybının nasıl bir şey olduğunu saptamak için Veronal alır, yatağa uzanır ve kendinden geçer. Kendine geldikten sonra o bölümü yazar.
*
Ölümden korkmayan bir yazardı Proust, tek korkusu romanını bitirmeden ölme ihtimaliydi. Romanı Tanrısıydı. Çevresine hep zamanın darlığından bahsederdi. Bu telaşı yüzünden yaşamaktan vazgeçmişti, bütün gündelik işlerini Céleste yapardı. Gözlerinin feri azaldığında gözlükçüye bile gitmez, Céleste bir sürü gözlük getirir, uygun olanı alır, ötekilerini geri gönderirdi.
Yemek yemeye bile zaman ayırmazdı. Bütün günü iki fincan sütlü kahve ve iki kruvasan ile geçirirdi. Yemeğin kafasını bulandırmasından, duygularını köreltmesinden çekinirdi. Ender zamanlarda, o da dışarı çıkması gerekiyorsa, güç toplamak için dil balığını yerdi. Kimi zaman da sabahın köründe soğuk bira içerdi.
Bir iki başarısız denemeyi saymazsak hiç evlenmemişti. Romanı her şeyiydi, karısıydı, çocuklarıydı. Partiden partiye, terziden terziye koşacak bir kadınla bu romanı yazamayacağını inanıyordu.
Son aylarını, yazdıklarını düzeltmekle geçirdi. Bronşit izin verdikçe romanın beşinci cildi “Mahpus”un prova baskısını düzeltmekle geçirdi. Sıcak bir kliniğe yatıp tedavi olmayı istemedi. Oysa aylardan Kasım’dı, hava soğuktu. Duman nefesine iyi gelmediği için şömineyi de yaktırmıyordu.
O son anları hizmetçisi, can yoldaşı, tam sekiz yıl boyunca her türlü kaprisini çeken Céleste Albaret, “Monsieur Proust” (düz yazı yayınevi) kitabında şöyle anlatır:
*
Hep pişmanlığını yaşadığım üzere günlük tutmadığım için tam tarihini söyleyemeyeceğim. Fakat en azından 1922 senesinin ilkbahar aylarında olduğunu, bu aylar hiç unutamadığım bir dönem olduğu için hatırlıyorum.
Geç vakte kadar konuşmuştuk. Sabah saat dokuz olmaya yakın yanından ayrılmıştım. Öğleden sonra saat bir veya ikide uyandım, her şeyi yerli yerine kaldırıp kahvesini hazırladım. O zamanlar, artık uzun süredir kruvasan istemediği, yalnızca sütlü kahve içtiği dönemlerdi.
Zili çaldığımda saat dört civarıydı. Küçük salonun yanına geldim. Zili tek bir kez çalmıştı, dolayısıyla elim boş gittim, kahve tepsisini götürmemi istediği vakitler iki kez çalardı. İçeri girdiğimde yatağında uzanıyordu, omuzları ve başı her zamanki gibi yastıkların yardımıyla biraz yüksekteydi ve küçük lambadan gelen ışık, yüzünün sol tarafını gölgede bırakıyordu. O her zaman sizi izliyormuş veya takip ediyormuş gibi duran güçlü bakışlarıyla bakıyordu. Uyandığında buhar tedavisini yapmadığını hemen anlamıştım. Odayı o günkü gibi dumansız gördüğüm vakitler hep şaşırırdım.
Önceden de söylediğim gibi, genelde ilk anda her şey sessizce ilerledi; teşekkür etmek için bir bakış, şayet gerekliyse bir şeye ihtiyacı olduğunu belirtmek içinse başka bir bakış… Konuşmaya gerek yoktu, her hareketini anlardım.
Çok yorgun görünüyordu, geldiğimi görünce gülümsedi. Bir anda konuşmasıyla irkildim.
Yatağın yanına geldiğimde başını bana doğru çevirdi, dudaklarını araladı ve konuşmaya başladı. Onunla beraber yaşamaya başladığım günden itibaren, uyandığında kahvesini içmeden konuştuğu tek andı bu. Ölümüne kadar da bir daha olmadı. Çok şaşkındım, orada kuşku içinde kalakaldım.
“Günaydın Céleste…”
Kısa bir anlık şaşkınlığımı görmüş olacak ki gülümsedi. Ardından devam etti:
“Biliyor musunuz, bu akşam harika bir şey oldu.”“Ne oldu efendim?”
“Tahmin edin.”
Çok eğleniyordu. Hemen aklımdan neler olabileceğini geçirdim. Beklenmedik bir ziyaret olamazdı, mutlaka bilirdim, hiç değilse duyardım. Üstelik kapıyı hiç kendisi açmamıştı. Kalkıp dışarı çıkmış olması da imkânsızdı, paltosunu ve şapkasını hiç kendi elleriyle vestiyerden almazdı, her şeyin hazır olması gerekirdi. Düşünürken bir yandan da odayı inceledim. Kendi kendime: Kimse gelmemiş, kıyafetlerini istemedi, dışarı çıkmadı, elektrikli çaydanlığını kullanmamış, bir şey kırılmamış, her şey yerli yerinde… dedim.
Ve ona da şöyle söyledim:
“Efendim, ne olabileceği hakkında hiçbir fikrim yok, tahmin edemiyorum. Anlayabilmem için bir mucize olması lazım. Bana söylemelisiniz.”
Neşeli ve tamamen yenilenmiş haldeydi, şaka yapmış bir çocuk gibi coşkundu.
“Pekâlâ, Céleste, o halde söylüyorum. Harika bir haber. Bu gece, ‘son’ sözcüğünü yazdım!”
Her zamanki gülüşüyle ve o ışıl ışıl bakışlarıyla şöyle ekledi:
“Artık ölebilirim.”
*
Céleste’e dediğini yaptı, 18 Kasım 1922 günü öldü. Öldüğünde henüz 51 yaşındaydı.
Hayatını bir hiç uğruna harcamamıştı. Aradan 100 yıl geçtikten sonra da yaşayacağını biliyordu çünkü.
***
Yaralandığım Kaynaklar:
Céleste Albaret, “Monsieur Proust”, düz yazı yayınevi
Sȃlah Birsel, “Kurutulmuş Felsefe Bahçesi”, Sel Yayıncılık