"Çorak Ülke"de, Mehmed Uzun'un kabri başında!
Mehmed Uzun’un; ölümünden on beş sene sonra bir kez daha, Diyarbekir’de On Gözlü Köprüye, Kırklar Dağı’na, Hevsel Bahçelerine, coşkun akan Dicle’ye bakan mezarlığın en yüksek yerinde bulunan mezarı başında ellerimi açıp o kırılgan, o coşkulu, o hüzünlü, o “gökkuşağı ruhuna” bir Fatiha gönderdikten sonra kelamın bittiği yerde aklıma T.S. Eliot’un “Çorak Ülke” şiirinden şu satırlar düştü:
“Nisan en zalim aydır, gövertir
Leylakları ölü toprakta, yoğurur
Anılarla istekleri, uyarır
Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla.”
Bahar ürkek filizlerini verdi verecek bu şehirde. Bir gün önce şehrin göğüne oturmuş o koyu duman rengi bulutlardan eser yok bugün. O kadar aydınlık ki buradan bakınca uçsuz bucaksız Diyarbekir ovasına; bir Müslüman mezarlığının huzur verici havasıdır sanki o aydınlığı dağıtan gözün gördüğü her yere.
Şair Nisan’ın mezaliminden bahsede dursun, buralarda Mart bir muştuyla gelir. 21 Mart’ın eli kulağında, o gün havada, suda ve toprakta diriliş tamamlanacak, tabiat başka bir kisveye bürünecek.
*
Kuzeyimizde savaş var haberini vermek istemiyorum şimdi Mehmed’e. (Yaşı bir hayli büyüktü benden, “abi” diyordum ona yaşarken, şimdi ben abisi oldum onun.)
*
Biliyorum en çok savaş karşıtlığı için yormuştu sağ elini. Parmakları arasında sıkıca kavradığı kalemi bize en çok iki dünya savaşını, bu iki savaş sırasında bura ahalisinin çektiklerini, bütün dünyanın karşılaştığı bu vahşetle Avrupalı, Amerikalı yazarların yazdıkları şiirlerle, romanlarla güçlü bir edebiyatla nasıl karşı durduklarını, sonrasında da hesaplaştıklarını, ama ne yazık ki 20. yüzyılın, özellikle iki savaşın Ortadoğu halklarına, bilhassa Kürtlere felaketlerden başka bir şey getirmediğini anlatıyordu eserlerinde. Çektiğimiz acıyı haykıracak bir dil vardı ağzımızın içinde ama aynı dil buralardan kanatlanıp savaş meydanında can vermiş o şairlerin, yazarların dilleriyle buluşamıyordu. Aramızda çağlar vardı!
İşte şimdi Mehmed’in ölümünden on beş sene sonra dünya yine korkunç bir savaşın eşiğinde. Belki de bu yüzden “Fatiha”dan sonra “Çorak Ülke” düştü aklıma.
*
T.S. Eliot, Mehmed Uzun’un sevdiği şairlerdendi. Amerika’da doğmuş, Harvard Üniversitesi’nde okumuş, daha sonra Britanya’ya göçmüş, burada evlenmiş, bir bankada memurdu. Birinci Dünya Harbi’nde kullanılan 125 bin ton sinir gazı 90 bin kişinin ölümüne yol açmış, 1.3 milyon kişinin de sinirlerini tahrip etmişti. (Virginia Woolf’un deliliğini de bu sinir gazına bağlayanlar var.) Eliot’un da sinirleri bozuktu. Çalışamaz haldeydi. İzin aldı, bir yerlere kapandı, “Çorak Ülke”yi yazmaya başladı. Savaş sonrasının harap olmuş, paramparça olmuş dünyasını düşündü; derler ki şiirinin bu kadar çok parçalı olmasının sebebi savaşın yarattığı bu parçalanmışlığa sanatsal bir göndermedir.
Savaş hem her daim kendini hatırlatır ama onu yaşayan bu hatırlatmaya direnir, unutmak ister her defasında. Savaş sonrası nesil çok uzun yıllar boyunca hatırlamayla unutma arasında gidip gelir.
*
Toprak henüz ölü bedenlere doymamış. Üzerine düşmüş o cesetlerden alacağı mineralleri içine çekmemiş yani. Cesetler dağınık bir şekilde duruyor toprak üzerinde. Onları gömmek lazım ama hangi cesedin nerede olduğunu bilen yok. Madem öyle, bir şair onları gömebilir. İşte “Çorak Ülke”, girdiği ruhi buhran sonucu, toprak üzerinde kalmış cesetleri gömmeye karar vermiş bir şairin dilinden çıkmış bir şiirsel törenin adıdır.
Belki de Mehmed Uzun’u bu şiire çeken “Çorak Ülke” ismidir, kim bilir? “Deha iki bin sene önce yaşadığım toprakları terk etti ve bir daha uğramadı buralara” derken memleketindeki “çoraklığın” hangi veçhesinden söz ettiğini biliyoruz. Zira bereketli topraklardır şu anda, bulunduğum mezar başından önümde sonsuzluğa uzanır gibi uzanan bu topraklar. İnsanoğlunun en temel ihtiyacı olan iki şey gıda ve giyim ambarı olmuş buralar tarih boyunca. Amenna ama gelin görün ki toprağın bereketi burada yaşayan insanların kendi elleriyle yarattıkları bentlere çarpmış. Yaratıcılık gelişmemiş, bulduklarıyla yetinen bir insanın eline kalmış, ötesini merak etmemiş, çabalamamış, “çorak” kalmış bizim coğrafyamız da.
*
Sırtımı döndüm şehrin surlarına, yönümü Kırklar Dağı’na çevirdim. Uzakta, sonsuzluk hissi veren ufkun bitiminde bir yerde Siverek’te dünyaya gelmişti Mehmed Uzun.
1995 senesiydi. Beni Stockholm’e davet etmişti. Orman içinde kaybolmuş, bir göl kenarında, ıssız bir yazlık evi vardı. Göle doğru çıktığımız bir akşamüstü gezintisinde, ot kokuları arasında, yazmakta olduğu ve “Nar Çiçekleri” adını verdiği bir denemesinden bahsetti. Türkçe yazmıştı denemeyi, dilini gözden geçirmemi istedi benden, fazla dokunmadım diline, daha sonra bir kitabına da isim olacak o denemenin ikinci paragrafı şöyledir:
“Birbirine çok benzeyen günlerle dolu o kapalı ve tekdüze günlük yaşamımızda, nar ağaçları ve alımlı çiçeklerinin, benim için özel bir yeri vardı; onlar yaşamın, var olmanın renkleriydiler. Bazen karlı ama genellikle yağışlı geçen kış aylarından sonra, T.S. Eliot’un 'Çorak Ülke'deki dizeleriyle, ‘köklerin dirildiği, ölü topraktan leylakların açmaya başladığı’ dönemlerde, iki çeşit ağaç zamanın ve renklerinin değişmekte olduğunu bize bildirirdi; badem ve nar ağaçları. Badem ağaçları yavaş yavaş, nazlı bir gelin gibi, beyazlarını kuşanmaya başlardı. Nar ağaçları da ilkin yeşillere bürünür, ardından o kırmızı, kan kırmızısı çiçeklerini açardı.”
Nar remizdir. Tarih öncesinden beri bereket tanrısının elinden düşmemiş. Doğumu, çoğalmayı ve bereketi temsil eder. Çok erken çiçeklenir ama çiçeğin nara dönüşmesi çok zaman alır.
Bu kış hepimize, şairin deyimiyle “büyük geliyor”, savaş var kuzeyimizde, güneyimizde; Haydar Ergülen’in sözüne uyalım “nara gidelim” diyeceğim ama Birhan Keskin’in sesi sanki daha baskındır.
“Dürtme içimdeki narı
Üstümde beyaz gömlek var.”
*
Birinci Cihan Savaşı için bir “şairler savaşı” diyenler de var. Zira bu savaşta birçok şiar cephede omuz omuza çarpışmış. Birçok şair bu korkunç vahşetin ortasında içindeki çığlıkları şiire dönüştürürken aslında kendi ölümünü yazmış. Ölmeyenler, o soğuk, vıcık vıcık çamur deryası berbat siperlerde yüzyıl gibi uzun günler geçirmiş, savaşın vahşetine bizzat kendi bedenleri üzerinde tanıklık yapmışlar.
T.S. Eliot o sırada cephede, bir siperde değildir. Cephede olup bitenleri gazetelerden takip ediyor. Her şeyi okuyor savaşa dair. Şairlerin çığlıkları beynini o kadar istila ediyor ki, bir savaş şiirini yazmak yerine, savaş bitiminde, o zamana kadar savaşa dair yazılmış şiirlere bir tür cevap, bir nevi hafıza tazelemesi diyebileceğimiz bir tahlil olarak nitelendirilen “Çorak Ülke”yi yazıyor.
Bundan tam 100 sene önce… 2022, Eliot’un “Çorak Ülke”sinin yüzüncü seneyi devriyesidir.
Bir piyes gibi tasarlamış şiiri Eliot, beş perdelik bir oyun gibi… Her perdenin bir adı var: “Ölülerin Gömülüşü”, “Bir Satranç Partisi”, “Ateş Vaazı”, “Suda Ölüm” ve “Gök Gürültüsünün Dedikleri”… Şair şiirini Ezra Pound’a adamış.
O Ezra Pound ki “Çorak Ülke”yi önüne alır ince ince çalışır üzerinde. Derler ki eğer o olmasaydı “Çorak Ülke” şimdiki halinden iki kat uzun bir şiir olacaktı.
Birçok kişi “faşist” diye bilir Pound’u. İsmet Özel’e Pound’a hayran olup olmadığı soruluyor, şair şu cevabı verir:
“Ona hayran olmaktan yüksünmem; ama böyle bir şey yok. Ezra Pound ve T. S. Eliot, 20. yüzyıl şiirinin inkâr edilmez iki ismi. Fikriyat ve estetik yapı itibariyle burun bükülemeyecek ürünler koydular ortaya. Ezra Pound’un şiirinin ötesinde de bir etkinlik alanı var. Amerikan vatandaşı ve bayağı bir vatanperver. Roma Radyosunda Mussolini’nin görüşlerini savunuyor. Ama bu İtalyanlar çok esaslı insanlar mânâsında değil, bir medeniyet tasarımı içinde meseleyi kavramaya çalışmış. Yahudi düşmanıydı. Çünkü Batı medeniyeti adına işlenen hataların Yahudilerin eliyle işlendiği düşüncesindeydi. Şöyle bir yaklaşımı var: Yahudi eşittir faiz, faiz eşittir kapitalizm, kapitalizm eşittir… Bunlar Ezra Pound’un fikirleri. Neden hayran değilim? Çünkü o, Batı medeniyetinin sıhhatiyle meşgul, ben aleyhtarıydım.”
*
“Batı medeniyetinin” “gel gel gel” demesiyle; Deli Petro’nun bedenine Stalin üniforması giydirilmiş postmodern Çar Putin’in bugün dünyayı yeni bir felaketin eşiğine doğru götüren Ukrayna harekatına kalkışması belki de Özel’in bahsettiği “Batı medeniyetinin sıhhat” arayışında aramak gerekir, kim bilir.
Bu gidişle aynı medeniyet hem kendi hem de dünyanın başına yeni bir faşizm belasını saracak gibi…
*
Mehmed Uzun’un mezarı başında aklımda savaş, şiir, nar çiçekleri gidip gelirken telefonuma bir masaj geldi o sırada. Bülent Korman güzel şeyleri dostlarıyla paylaşmayı seven bir abimizdir. Bu kez gönderdiği şeyin altında “Biliyorum kimsenin zamanı yok ama lütfen bu yazıyı okuyun” diyordu. “Benim zamanım var” diye yazdım ona ve gönderdiği; yazarlık hayatı boyunca hep “zamanı toplamış” olan Svetlena Aleksiyeviç’le Gülçin Aras’ın yaptığı mülakatı okumaya başladım. Mehmed Uzun, Aleksiyeviç’in Nobel Edebiyat Ödülünü almasını göremedi. Görseydi çocuk gibi sevinirdi eminim, zira Aleksiyeviç'in deyimiyle “20. yüzyılın kâbusları hakkında kurgu yazmak günahkârlıktır”.
Aleksiyeviç haykırıyor:
“Koro yok, koro dağıldı! Herkes farklı bir şey için bağırır ya da sessiz kalır oldu. Kimse kimseye inanmıyor. Vaizler ve doğrular ortadan kayboldu! Bir yerdeler ama duyulmuyorlar. (...) Savaş insanların dünya görüşünü daralttı. Bir karıncanın süründüğünü duymak veya ağaçların çiçek açtığını görmek zordur. (...) Kötülük, insanın ebedi yoldaşıdır. Ancak 20. yüzyılda özellikle yırtıcı ve sofistike hale geldi. Kimin insan, kimin insan olmadığı savaşlarda belli olur.”
Gözlerimizin önünde ölüyor çocuklar. Her dram evlerimizin içinde yaşanıyor, her cinayet gözlerimizin önünde işleniyor. Birinci ve bir nebze olsun İkinci Savaş biraz daha "mertçeydi" sanki. Şimdi çocukları öldürüyorlar önce. "Adil savaş yokur" bu yüzden.
Şöyle bir misal veriyor Aleksiyeviç:
“Naziler, çocukları yetimhaneden alıp kamp hastanesine götürür, orda kanlarını pompalarlar ve onları yürüyen küçük cesetlere dönüştürürlerdi. Ama çocuklar bunu bilmiyorlar, yabancı askerlere koşuyorlar ve bağırıyorlar:
‘Babalar geldi! Babalar geliyor.”
21. yüzyılda dün Irak’ta, İran’da, Yemen’de, Bosna’da, Suriye’de bugün Ukrayna’da cepheye giden babasının elini bırakmayan, cesetleri soğuk deniz kıyılarına vuran çocukların görüntülerini seyreden bizlerin durumunu şöyle anlatır Aleksiyeviç:
“Biz yetişkinler dünyayı uzaktan, görüşlerin, zihniyetin zamanının ruhunun prizmasından bakıyoruz. Ama çocuklar temiz. Yaralı bir kuş, öldürülen bir kedi yavrusu görünce dünya onlar için çöküyor.”
Keşke herkes hakikati çocukların gözüyle, onları gördüğü gibi görebilseydi!
“Eğer dünyanın tek bir yerinde tek bir çocuk bile acı çekiyorsa Tanrı yoktur,” demişti büyük dindar Dostoyevski.
*
“Çorak Ülke” savaştan dönen şair askerlerin savaşa dair yazdıklarını harmanlayıp yeniden yaratan bir şiirdir. Gökkubbenin altında söylenmemiş söz yoktur, sanatı besleyen daha önce yapılmış sanattır. Sanat aslında insan hakkında sandığımız gibi pek fazla şey bilmiyor, Aleksiyeviç’in deyimiyle “sanat, sanatla besleniyor ve nadiren yeni metinler” çıkıyor ortaya.
*
Mehmed Uzun’un mezarını çevreleyen duvarda Kürtçe, “Size uzak bir ülkeden seslendim” diye başlayan bir cümlesi yazılıdır.
“Ancak çok uzağa gitmeye cesaret edenler, bir kişinin ne kadar uzağa gidebileceğini görebilirler,” dizesi de Eliot’undur.
Savaş haberleri arasında, ağlayan, ölen çocuk görüntüleri içinde, bir hayli uzun bir süreden beri ziyaret etmediğim dostumdan ayrılırken, Eliot’un çok “uzak, çorak bir ülkeden” gelen sesi duyuluyordu arkamdan, kim bilir belki de Mehmed Uzun’un kabrinden geliyordu o ses:
“İşte böyle kopacak kıyamet,
İşte böyle kopacak kıyamet,
İşte böyle kopacak kıyamet,
İşte böyle kopacak kıyamet,
Gürültüyle değil, iniltiyle.”