Raskolnikov'un rüyası!
Bu yazının başına oturduğumda bir süre debelenerek “Suç ve Ceza” romanının kahramanı Raskolnikov’u tek cümlede tanımlamaya çalıştım önce. İçinde “cinayet”, “katil”, “tefeci kadın”, “vicdan azabı” gibi kelimelerin geçtiği birkaç cümle kurdum ama hiçbirisi; bir yazarın hayal ürünü, 1866 yılında romanın yayınlanmasıyla birlikte doğmuş ve bu yıl 156 yaşına girmiş olan, dünyanın neresine giderseniz gidin oranın sokaklarında karşınıza çıkacak Raskonikov’u; İtalyan yazar Cesare Pavese’nin “Yaşama Uğraşı” adlı kitabından alınma “Kötü bir davranış yüzünden pişmanlık duyduğumuz zaman, bizi tedirgin eden başkalarına verdiğimiz zarar değil, bunun bize getirdiği rahatsızlıktır,” cümlesi kadar iyi anlatamazdı, o halde başka cümle kurmama gerek yok dedim ve vazgeçtim onu tanımlayacak yeni bir cümle kurmaktan.
Romanı okuyanlar bilir, devamlı terleyip durur Raskolnikov, rahatsızdır. Bir süre sonra yazarın üstün yeteneğine o kadar kaptırırız ki kendimizi katilin yakalanma “ihtimali” karşısında biz de terlemeye başlarız, aynı tedirginlik bize de geçer. Yakayı ele versin istemeyiz, hatta sempati bile duymaya başlarız Raskolnikov’a.
İşte bu karabasanlar içinde Raskolnikov bir gece bir rüya görür, romandan aktarıyorum:
“Tüm dünyanın Asya'nın derinliklerinden Avrupa'ya gelen korkunç, yeni ve tuhaf bir pandemiye mahkûm edildiğini hayal etti. Seçilen çok azı dışında herkes yok olacaktı. Bazı yeni tür mikroplar insanların bedenlerine saldırıyordu ama bu mikroplara akıl ve irade bahşedilmişti. Onların saldırdığı insanlar hemen deli ve öfkeli hale geliyorlardı. Ama bu insanlar kendilerini entelektüel ve mutlak gerçeğe sahip olarak gördüler; kararlarını, bilimsel sonuçlarını, ahlaki inançlarını yanılmaz gördüler. Bütün köyler, bütün kasabalar ve halklar enfeksiyondan deliye döndü. Herkes çok heyecanlıydı fakat hiç kimse birbirini anlayamıyordu. Her biri gerçeği bildiğini ve diğerlerine bakarak perişan olduğunu düşünüyordu, göğüslerine vurarak ağlıyor ve ellerini ovuşturuyorlardı. Nasıl yargılayacaklarını bilmiyorlardı ve neyin kötü, neyin iyi olduğu konusunda anlaşamıyorlardı; kimi suçlayacaklarını, kimi haklı çıkaracaklarını bilmiyorlardı. İnsanlar anlamsız bir inatla birbirlerini öldürdüler… Yangınlar ve kıtlık vardı. Tüm insanlar ve her şey yıkıma karıştı. Pandemi yayıldı ve daha da ileri gitti. Tüm dünyada sadece birkaç insan kurtarılabilirdi. Onlar, yeni bir yaşam kurmaya, dünyayı yenilemeye ve arındırmaya mukadder seçilmiş kişilerdi ama kimse bu insanları görmemişti, hiç kimse onların sözlerini ve seslerini dahi duymamıştı.”
Raskolnikov bu rüyayı gördüğünde, Dostoyevski onun rüyasını yazdığında tarih 1866’dır. Henüz 18 ayda 50 milyon insanı öldüren pandeminin, İspanyol gribinin çıkmasına 52 sene, şu anda yaşamakta olduğumuz Covit-19 salgınına da 153 yıl var.
Raskolnikov’un bu rüyası, bizim anladığımız anlamda bir pandeminin habercisi olan bir rüya değildir ama. Daha sonra yazdığı “Puşkin Konuşması”yla Birinci Cihan Harbinin gelmekte olduğunu otuz beş sene önce haber veren bir “kahinin”, edebiyat dünyasında “peygamber mertebesine” ulaşmış bir büyük yazarın politik “öngörüsü” veya yeni bir dünya tasarımıdır. Zira Raskolnikov’un rüyasına soktuğu “pandemi” Asya’nın, yani Doğu’nun cehaleti, barbarlığıdır. Bu “pandemiyle” baş edecek tek “aşı” da Batı’nın Rusya’nın önderliğini kabul edip birlikte “ideal bir dünyayı” kurmalarıdır.
*
Ona göre Asya, yani Doğu bir barbarlar yurdudur. Barbarların lideri de Osmanlıdır. Bu yüzden Türkler baş düşmandır.
Batı’dan yola çıkmış bir komünizm tehlikesi var, aynı zamanda Asya’dan da yola çıkmış bir “barbarlar” tehdidi… İkisi de birbirine benzer, ikisi de çok tehlikelidir. Ama Asya’dan gelen tehdit bütün dünyayı yok edecek bir pandemiye benzer.
Bu durumda insanlığı kurtaracak tek güç Rusya’dır. Rusya hem Batıyı içine girdiği çıkmazdan kurtaracak, hem de Doğu’ya diz çöktürecektir. Doğunun bütün barbar milletleri Rusya’nın sömürgesi olacak ve canı gönülden ona hizmet edecekler.
Bunu başarmanın yegane yolu da Bizans’ı yeniden diriltmek, İstanbul’u ele geçirmek, Ayasofya’nın başındaki hilali indirip kutsal haçı tekrar oraya dikmektir. Rusların “Kızıl Elma”sı İstanbul’dur. Rus aydınlarını, Rus halkını ve Çar’ın ancak bu “ideal” bir araya getirebilir. Bu yüzden İstanbul elbet Rusların olacak. O gün geldiğinde Ayasofya’da Hıristiyan ayini yapılacak, bütün Türkler silahsızlandırılacak, Türkler İstanbul ve Anadolu’dan asıl yurtlarına, Asya steplerine sürülecek, Halifelik silah zoruyla değil, akıl yoluyla sonlandırılacak, Ortodoks Hıristiyan inancı şehirde yaygınlaştırılacak, şehir ele geçirildikten sonra bir zamanlar Müslümanların Hıristiyanlara yaptığı şey ters döndürülecek, Müslümanların silah taşıması yasaklanacaktır.
*
Dostoyevski edebi metinler ve edebiyat dışı metinler olmak üzere iki tür eser vermiş bir yazardır. Edebi metinleri, özellikle Sibirya sürgünü sonrasında yazdığı, aralarında “Suç ve Ceza”, “Ecinniler”, “Karamazov Kardeşler” gibi dev eserlerin yer aldığı romanlar olarak bilinirken; edebiyat dışı metinleri ise “Bir Yazarın Günlüğü”, “Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları” ve “Puşkin Üzerine Konuşma” gibi kitaplarıdır.
Edebi metinleri, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, yerküre üzerinde yaşayan bütün insanlığa hitap eden “evrensel” metinlerken, politik fikirlerini aktaran kitapları ise dar bir dinci Rus milliyetçisinin yerel kalmış çiğ, basit, öfke dolu hezeyanlarıdır. Aslında iki tür eserinde de derdi aynıdır; bizim de hep ezeli meselemiz olmuş “Batılılaşma” meselesini irdeleyip durmuş bütün kitaplarında. Ama edebi metinlerde bunu gözümüze sokmadan büyük bir ustalıkla yaparken, politik metinlerinde basit bir politikacı gibi davranmış.
Yaşadığı dönemde, Napolyon saldırısı sonrasında dünyanın merkezine yerleşmiş olan Rusya’da bir yığın fikri akım kıyasıya birbirine girmişti. Dostoyevski’ye göre Rus aydını kendi kökünden kopmuş, gerçeğinden uzaklaşmış, “ikinci el” Batı düşüncesiyle sorunlarını çözmeye çalışıyor. Oysa bu Batıcı fikirler ithal ve yabancıdır. Aydınlar Batıcı fikirlerin kölesi durumuna gelmiş, kendi aklına güvenmiyor, “düşünce uşaklığı” yapıyorlar. “Suç ve Ceza” romanında kahramanı Razumihin’e şunları söyletir:
“Yalan bile olsa kendi yalanımızı söyleyelim. Başkasının aklıyla yetinen hazırlık sınıfı öğrencileriyiz”.
*
Dostoyevski bütün bu fikir akımlarından bir sentez yaratmaya kalkıştı. Ona göre Rusya Asyalı değildir. Asya’nın “barbarlarına” karşı Batı’yı ancak Rusya koruyabilir. Avrupa “Rusların ikinci vatanıdır”. Batı köhnemiş ve “ideallerinden” uzaklaşmıştır. Bu yüzden “yeni Avrupa” Rusya’dır. Bütün insanlığı ancak Rusya birleştirebilir hem Doğu’ya hem de Batı’ya yol gösterebilir. Batının yapması gereken tek şey Rusya’nın yol göstericiliğine inanmaktır, “evrensel birlik” ütopyası ancak böyle gerçekleşebilir.
Rus aydınının Batı hayranlığı temelsizdir, Batı’dan bir şey çıkmaz, ideal burada, Rusya’dadır. Rusya bütün insanlığın kurtarıcısı olabilir, insanlık derken kastettiği Batı ve Rusya’dır. Doğu’da insanlar değil barbarlar yaşar. Oralar beş para etmez. Batıyı, içinde bulunduğu bunalımdan kurtarmak için eleştirir. Rusya’da, Rus olmayan hiç kimse kalmamalı, Kırım Tatarları derhal sürülmeli, “Rusya Ruslarındır” çünkü. (Hürriyet Gazetesinin logosunun altındaki ifade Dostoyevski’den çalınmış olmasın sakın!)
*
Ona göre Doğu demek Osmanlı demektir. Kırbacı Ruslara hediye eden Türklerdir. Türkler Rusya’nın en büyük düşmanıdır. Türkler “savunmasız insanların celladı, kelle avcıları”dır. “Çocuklarının gözleri önünde babaların derilerini yüzüyorlar”, bu “en bayıldıkları işkence”dir. İnsanların gözlerini oyup kazığa geçirirler, bebeklerin gözlerini hazla oyarlar. Türk milleti “vahşi bir sürü”dür. Bebekleri öldürmekte uzmanlaşmış, ölülerin burunlarını keserler, “bu alçak ülkeye insanca davranmak mümkün değildir”. (Bir Yazarın Günlüğü, YKY)
Hayatında hiç İstanbul’u görmemiş, hiçbir Türk’le ilişki kurmamış, Osmanlı hakkında çok az şey bilen Dostoyevski Türkler hakkındaki bütün bilgileri, 93 harbi sırasında Rus gazetelerinde çıkan ve çoğu “asparagas” olan haberlerden alır. Ve bu öfkesi, bu “çirkin” ifadeleri, “yabancı düşmanı” milliyetçi eğilimlerinden gelir.
Dostoyevski’ye göre Avrupa geleceğini Amerika’nın keşfinde buldu. Rusya’nın Amerika’sı da Asya’dır. Asya’yı sömürgesi haline getirdiğinde Rusya huzur ve refaha kavuşacaktır.
*
Dünyanın en büyük romancısı Dostoyevski ne kadar büyük bir romancıysa o kadar kötü, berbat bir dinci-milliyetçidir. Sadece kendi ırkını, Slavları sever. Gerçek hayatında da sanatında da Slav ırkını dünyaya hakim kılmak ister. Ruslar dışında hiçbir milleti sevmez. Koyu bir Ortodoks’tur, ona göre İsa bile Rus’tur. (Bizde de 1930’ların Kemalist-milliyetçileri Hazreti Muhammed’in Türk olduğunu söylüyorlardı.)
İflah olmaz bir kumarbazdır. Kumarı para kazanmak için değil, kumar oynamak için oynar. Şehvet düşkünüdür, evli kadınları ayartır; hırsızdır, karısının elbiselerini bile çalıp satmış, kumar oynamıştır. Kendisini idama mahkum etmiş, ardından kürek cezasına çarptırmış, taş kırdırmış olan Çar’a onu Petersburg ve Moskova’ya giriş izni versin diye övgüler dizer. Gurur ve onur kelimeleri onun sözlüğünde yoktur. Kumara yatıracak para bulmak için her şeyini vermeye hazırdır. Onu tanıyanlara göre aşırı kıskanç, acınacak kadar zayıf bir insandır ama büyük bir dâhidir. Askeri doktor bir babanın oğludur. Ne Tolstoy gibi soylu ne de Gorki gibi ayak takımından gelir. Annesi, babası tarafından parayla alınmış basit bir köylüdür. Babası zalim bir alkolik, annesi dokunsan kırılacak yufka yürekli bir kadındır. Baba aynı zamanda entelektüeldir. Çocuklarına şiir ve roman okumayı mecburi kılmış, onlara Fransızca ve Latince öğretmiş. Hayatı boyunca bir insanın başına gelmesi mümkün olmayan bir yığın trajedi yaşamış. Sefaletin dibini görmüş, idamdan kurtulmuş, çocuklarının ölümünü görmüş, memleket memleket dolaşmış, arkadaşlarıyla ölümüne kavgalar yapmış, borç batağına batmış, alkol, kumar ve uyuşturucunun pençesinde debelenmiştir. Erken yaşlarda annesiz babasız kalmıştır. Köleleri babasının ellerini ayaklarını bağlar, hayalarını taş ve tekmelerle paramparça ederek öldürürler. Meşhur sara nöbetlerini, aslında nefret ettiği ve “Karamazov Kardeşler”e de ilham veren babasının bu vahşi ölümüne bağlayanlar da var. Asıl mesleği mühendisliktir ama yazarlık dışında başka bir işte çalışmamıştır.
Puşkin’in bir düelloda pisi pisine ölmesi üzerine yaptığı konuşma orada bulunanları kendinden geçirir, konuşma bitince kalabalıktan “peygamber, peygamber” nidaları yükselir. Ancak ününün sefasını sürmeye pek vakit bulamaz, 1881 yılında ölür. Tabutunun arkasından 30 bin kişi yürür. Bu o zamana kadar Rusya’da yapılmış en kalabalık cenaze törenidir.
Psikoloji biliminin gelişmesi Dostoyevski’nin ne kadar büyük bir yazar olduğunu bir kez daha ispatlar. Zira bu alanda inilen her derinlikte orada Dostoyevski’yle karşılaşır psikologlar. Özellikle Freud ve Nietzche’nin dibini düşürür. İnsanoğlunun en karanlık yanına kimse şimdiye kadar onun gibi ışık tutmadı ve yine şu ana kadar hiç kimse insanın içindeki derinliğe onun indiği kadar inmedi.
*
Sahi, Putin Ukrayna’yı işgale kalkışınca İtalyanlar Dostoyevski’den ne istemiş olabilir? Sayın Abdullah Gül’ün meşhur deyimiyle, “İnsan gerçekten hayret ediyor”.
"Raskolnikov'un rüyası" mı? O rüyadan sonra insanlık iki dünya savaşı ve iki büyük pandemi yaşadı.
***
Not: Bu yazıyı yazarken büyük ölçüde Onur Güneş Ayas'ın, Avrasya İncelemeleri Dergisi'nde yayınlanmış olan, "Batı Sorunu Çerçevesinde Dostoyevski'de Türk ve Doğu Algısı" başlıklı makalesinden yararlandım.