Gülümse, haydi!
“Halkın Hizmetkârı” (Sluga Narodu) dizisi 16 Ekim 2015’te Ukrayna televizyonunda yayına girdi. Dizinin başrolünde memlekette oldukça meşhur bir komedyen olan Volodimir Oleksandroviç Zelenski vardı. Zelenski, lise tarih öğretmenliğinden gelen bir Cumhurbaşkanını canlandırıyordu. Bu yüzden dizide tarihe referans bir hayli fazlaydı. Dizinin ana teması “Avrupa hayaliyle yanıp tutuşan” Ukrayna ahalisinin halet-i ruhiyesiydi.
Dizi kısa sürede herkesi kendine bağladı. Onu seyreden hemen hemen herkes, “keşke bizi böyle bir Cumhurbaşkanı yönetse” demeye başladı. Alttan alta yayılan bu “temenniyi”, dizinin yapımcı şirketi “Kvartal 95” çalışanları çabucak fark ettiler. Şirket kolları sıvadı, 2018 yılında “Halkın Hizmetkarı Partisi”ni kurdu. Partinin kurucuları şirketin çalışanlarıydı.
Zelenski 31 Aralık 2018’de; 2019 yılında seçilecek olan Ukrayna Cumhurbaşkanlığı’na aday olduğunu resmen açıkladı, bu haberi duyan herkes bu girişimin “film icabı” bir şey sandı. Oysa o son derece ciddiydi, Mart 2019'da Der Spiegel’e bir mülakat verdi. Mülakatta siyasetçilere olan güveni yeniden tesis etmek için siyasete girdiğini, “profesyonel, düzgün insanları yönetime getirmek” ve “siyaset kurumunun havasını olabildiğince değiştirmek” istediğini söyledi.
Kampanya resmen başlayıncaya kadar işin “ciddiyeti” anlaşılmadı.
Bir komedyen “ciddi” bir işe kalkışıyordu. Komedyen ciddi bir işe kalkışmazdı, yoksa Kemal Sunal’ın deyimiyle “ağa bizimle eğleni” miydi? Hayır komedyen kimseyle eğlenmiyordu, ciddi ciddi devlet yönetmeye talip olmuştu.
Şaka buraya kadardı.
Oysa bilmedikleri bir şey vardı; bütün dünyanın ciddiyet sandığı asık yüzlülük ciddiyet değildi, asıl ciddi olan mizah, yani gülmek, güldürmekti.
*
Evet, sahiden de gülmek ciddi bir iştir!
Bunu ben değil, büyük filozof Bergson söylüyor. Siz bakmayın bizde erkeklerin “karı gibi gülme!” diyerek gülme işini kadınlara bıraktıklarına. Gülme o kadar ciddi bir iştir ki, başkasını güldürmek o kadar maharet ister ki, bu işi becermesi mümkün olmayan bir yığın insan, o zor işi becerebilenleri kendi bulundukları yere indirmek için mizahı “hafife” alarak değerini azaltmaya çalışırlar. Oysa Bergson gülmeyi “hayata karşı duyulması gereken bir saygı” olarak tarif etmişti. Büyük alime göre gülmeye ciddiyetle yaklaşmalı, onu zinhar ciddiyetten uzak bir iş olarak görmemeli.
*
“Neden gülüyoruz?” sorusu Aristo’dan beri hem felsefenin hem teolojinin hem de edebiyatın konusu olmuştur. Edebiyattan sanata, tarihten eleştiriye her konuda kalemine dans ettirmiş olan Umberto Eco da bu soruyu sorar ve şöyle bir cevap bulur:
“Neden güldüğümüz, beni her zaman büyülemiştir. İnsan gülen tek hayvandır, çünkü diğer hayvanların aksine ölmemiz gerektiğini biliriz. Kahkaha ölümü evcilleştirmenin bir yoludur, yaşamımızı fazla ciddiye almayarak ölümümüzü fazla ciddiye almamanın bir yoludur,” gülmek.
*
Belki de bu yüzden bu büyük alim edebiyata el atarken “gülme”den yola çıktı. 1980 yılında yazdığı ilk romanının adı “Gülün Adı”ydı ve romanın ana teması gülmeydi. (Adın ne değeri var? Gülün adı gül değil de başka bir şey olsaydı aynı güzellikte kokmaz mıydı?)
Roman o kadar büyük bir ilgiyle karşılandı ki kısa süre zarfında çevrilmediği dil kalmadı, hiçbir kitabın erişemediği bir üne çok kısa sürede erişti ve yine hiçbir kitabın erişemediği bir hızla da klasikleşti.
*
Velut yazar bu romanda bizi alıp 1327 yılına, gizemli bir manastıra götürüyor. Manastırda bir cinayet işlenmiştir. Benedict Manastırı Başrahibi Abbonne cinayeti çözmek için Rahip Baskerville’li William ile çömezi Adson’u görevlendirir. (Bir nevi Sherlock Holms ile Dr. Watson.) William, manastırın her yerinde araştırma yapma yetkisine sahiptir, bir tek manastırın kütüphanesi hariç… (Bir nevi “kırk oda” masalı…)
Manastırın kütüphanesi, kütüphane değil bir labirenttir adeta. “Aedificium” denilen olağandışı büyüklükte, manastırın diğer yapılarından eski ayrı bir binadır. Tasarımını yalnızca kütüphaneci bilir ve bu sırrı kendinden sonraki kütüphaneciye aktarır… Buraya kütüphaneden sorumlu rahip ile yardımcıları hariç hiç kimse giremez. Burada bulunan bazı kitaplar, günümüzün deyimiyle “sakıncalı”dır, sapkın ve yanlış bilgiler içerdikleri için engizisyon tarafından okunmaları yasaklanmıştır. O “yasak kitapların” arasında Kuran-ı Kerim de vardır.
Bu bilgilerle donanan William'ın kütüphaneye girme isteği daha da artar. William ve Adson yedi günde yedi cinayetle karşılaştıktan sonra gerçeğe ulaşırlar.
Katil, kör rahip, bilgin Burgos’lu Jorge’dir. Bütün o cinayetleri bir kitap yüzünden işlemiştir. O kitap da Aristo’nun “Poetika”sının ikinci cildidir. Aristo’nun bu kitabında, engizisyonun yasakladığı gülmenin teorisi vardır çünkü.
Katil kör rahip Jorge’a göre gülmek imansızlıktır, günahtır. Gülmek insanda kuşkuya yol açar, bu yüzden tehlikelidir. Şöyle der katil rahip: “Gülme bedenimizin güçsüzlüğüdür, yozlaşması, yavanlığıdır. Köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür. (…) Köylü, şarap boğazından lıkır lıkır geçerken güldüğü zaman kendini bey sanır. Çünkü derebeylik ilişkilerini tepetaklak etmiştir.”
Peki bunun Aristo’nun kitabıyla ne ilişkisi var? Bu soruya da Jorge şu cevabı verir:
“Bu kitapta gülmenin işlevi terse dönüyor, sanat düzeyine yükseliyor, bilginler dünyasının kapıları gülmeye açılıyor; böylece gülme felsefenin ve eksiksiz tanrıbilimin konusu oluyor.”
William, çömezi Adson’a, Jorge’nin Aristo’nun kitabından neden bu kadar korktuğunu şöyle açıklar:
“Jorge, Aristo’nun ikinci kitabından korkuyordu. Çünkü o kitap, belki de gerçekten, kölesi olmayalım diye tüm gerçeklerin yüzünü nasıl değiştirebileceğimizi öğretiyordu. Belki de insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmektir. Çünkü biricik gerçek, gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kendimizi kurtarmayı öğrenmektir.”
Bu yüzden bu kitap çok tehlikelidir. Jorge, kitabın tehlikesini şu sözlerle açıklar:
“Bu kitap basit insanların dilinin bilgelik taşıyıcısı olduğu düşüncesini haklı çıkarabilir.”
Rahibe göre gülme ölüme ve beden çürümesine yakın bir şeydir. İnsanı sarsar, yüz çizgilerini bozar, insanı maymuna çevirir. Gülmek imanı gevşetir, İblis işidir gülmek, zaten İsa da hiç gülmemiştir!
*
Umberto Eco bu romanında gülmeyi zekanın bir davranışı olarak görüyor. Mizah iktidarları değiştirebilir, yerleşik kalıpları da kırabilir… Kendi egemenliklerinden başka bir alternatif istemeyen efendilerin iktidarlarına gülerek karşı durmak mümkündür. Güç sahipleri muhalefetten korkmaz, asıl korktukları kendileriyle dalga geçilmesi, mizahın malzemesi olmalarıdır, bu yüzden faşistler, zalim diktatörler hiçbir şeyden korkmadıkları kadar mizahtan korkarlar!
Yazının tam burasında sözü Gogol’a bırakmak gerekir:
“Gülme, kamçı değil de nedir? Yoksa gülme bize boşu boşuna verilmiş bir şey midir sanıyorsunuz? Dünyada hiçbir şeyden korkmayan bir ahlaksız ondan boş yere mi korkuyor? Demek ki o bize, iyi bir işe yarasın diye verilmiştir. O bize insan güzelliğini çirkinleştiren her şeyi vurmak için verilmişse niçin onu kendi ruhumuzu lekeleyen şeylere karşı kullanmayalım? Evet, onu içimize sokmalıyız. (…) Her küçük tutkumuz, her bayağı tarafımız kendini güzel göstermek istiyor.”
İşin özü belki de “Gülün Adı” romanında şu cümlede gizlidir:
“Gülmek korkuyu öldürür ve korku olmadan inanç olmaz. Çünkü şeytan korkusu olmazsa tanrıya ihtiyaç kalmaz.”
*
Şimdi yazının başında sorduğumuz sorunun cevabına tekrar dönebiliriz: Neden gülüyoruz sorusuna işin ehli birçok kişi; “bir topluluk içinde o topluluğun bir parçası olduğumuzu oradakilere hissettirmek, şakaya maruz kalandan üstünlüğümüzü göstermek veya karşımızdakine değer verdiğimizi belirtmek için güleriz” cevabını verir. Gülmenin dili yoktur. Evrensel bir dildir gülmek ve o dilden yeryüzünde yaşayan bütün insanlar anlar. Birbirinden farklı yüzlerce dil, onlardan bir o kadar fazla lehçe konuşan insanların tümü aynı şekilde gülerler. Bebekler, konuşmayı öğrenmeden önce gülerler. Bunlara doğuştan kör ve sağırlar da dahildir.
“İyi gülebilmek için her şeyden önce içli biri olmak gerekir” der Dostoyevski ve sözünü, “İnsanların karakterini gülüşleri ele verir. Bir insan güzel gülüyorsa o iyi bir insan demektir,” diyerek bağlar.
*
Bergson’a göre insan, sadece gülen bir canlı değil, aynı zamanda güldürmesini bilen tek canlıdır.
Ukraynalılar, uzun bir süre kendilerini güldüren bir komedyeni, yüzleri daha çok gülsün diye Cumhurbaşkanı yaptılar. Bu seçim “film icabı” bir seçim değildi. Bir filmde görüp özendikleri hayata kavuşmayı umarlarken, şu ana kadar dudağında bir tebessümün izi bile belirmemiş Putin adında bir “ciddi adamın” saldırısıyla karşı karşıya kaldılar. Gülen ve güldüren adamla ile somurtkan ve gülmeyen adam karşı karşıya geldiler. Herkes asabinin kısa sürede komediyi ezeceğini sandı. Ama yumuşak komedyen, asık yüzlü zalimin önünde şu ana kadar diz çökmüş değil, bu gidişle çökeceği de yok.
*
Erken çiçek açmış bir badem ağacının yaprağına rengini veren şey, tatlı bir gülümsemedir. Gülümseme, daldan gövdeye çiçeğe kesmiş görkemli bir erik ağacıdır ilkbaharda. Yeni yeni, ürkek ürkek ayağa kalkan bir bebeğin annesinin avucundaki parmağıdır gülümseme… Bir çocuğun çizdiği kargacık burgacık resimdedir. Sevgiliye yollanacak bir fotoğrafın donan karesindedir gülümseme… Uzun süre hasret kaldığımız birisini karşılama anındadır.
O halde Kemal Burkay’ın şiirinde dediği gibi;
“Hadi gülümse bulutlar gitsin
İşçiler iyi çalışsın, gülümse
Yoksa ben nasıl yenilenirim
Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.
Sazlarım vardı, ırmaklarım vardı çok
Çakıl taşlarım vardı benim
Ama sen başkasın anlıyor musun
Tut ki karnım acıktı, anneme küstüm
Tüm şehir bana küskün
Bir kedim bile yok anlıyor musun
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse.”
***
AYDIN ENGİN’İN ÖLÜMÜ
İnançlı bir komünistti Aydın Abi. Güzeldi. Güzel günlere inanıyordu, motorları maviliklere sürecekti. 82 yaşında, birçok yoldaşı gibi “o günü görmeden” o da öldü. Ama onu diğer dava arkadaşlarından ayıran bir vasfı vardı; hayata gülümseyerek bakıyordu. Sert, asık yüzlü o hayatın alnında mutlu bir tebessüm halesi gibi duruyordu. Günün birinde yazar olursam eğer onun gibi yazan bir yazar olmak istedim yazılarıyla tanıştığım 1979 yılından itibaren. Kalemi kıvrak, fikri berraktı. Büyüdüm, tanıştım onunla. Nereye çağırsa gittim. Kadife çeketine Yılmaz Güney'in kokusu sinmişti. Son yıllarda hiç görüşmedik. Yazılarını okuyordum. Hastalığını bile duymadım, ondan aldığım son haber ölüm haberi oldu. O kadar üzüldüm ki... "Bir gülümseme daha eksildi hayatımızadan" dedim.
O halde, Kemal Burkay’ın yukarıya aldığım şiirinden Sezen Aksu’nun yaptığı “Gülümse” şarkısı bugün Aydın Abi’in ruhuna gitsin.
Allah rahmet eylesin! Nur eksilmesin kabrinden!