"Biraz daha ışık"
Gecenin en koyu yerinde, bıçak işlemez kör bir karanlıkta, uzakta yanıp sönen bir ışık kadar gizemli, onun kadar merak uyandırıcı, onun kadar insanı kendine çeken başka bir şey azdır sanırım bu hayatta.
Böylesi zamanlarda, ne kadar uzakta olursa olsun, o ışık çok yakınmış gibi gelir insana.
Karanlık varsa ışık vardır. Bir yerde, yanıp sönen bir ışık gözünüzü alıyorsa bilin ki karanlıktasınız.
*
Çoğu zaman okuduklarım bir yük bindiriyorsa sırtıma, o alemden çıkıp daha uçucu, daha maceralı bir aleme gitmek istiyorsam polisiye veya gerilim romanlarına sarılırım.
Meğer Stephen King benim sandığım o yazarlardan değilmiş.
Uzun bir süre önce bir romanında okuduğum, şimdi ismini tamamen unuttuğum o romandaki o bölüm, bir anda beni yaşadığım yerden, zamandan kopararak çocukluğumun o Allah’a yakın yüksek dağ başındaki Mavi Göl yaylasına götürmüştü.
*
“Reşmal” (kara ev) dedikleri kıl çadırlar yarım ay şeklinde kurulmuş, hepsinin yönü köyden yaylaya gelen tek yolun geçtiği yüksek tepeye bakıyordu. Herkes o yolu gözlüyordu. Çadırlar da…
Karanlık erken inerdi o dağ başına. Aç kurtlar erken ulumaya başlardı. Muhafızlarımız köpekler erken cevap verirdi onlara… Erken yemek yenirdi. Erken masal anlatmaya başlardı annelerimiz. Eğer bir dengbêjin yolu düşmüşse oralara erken başlardı Zaloğu Rüstem’i, Kara At’ı, Memê Alan’ı anlatmaya… Çoğu zaman dengbêjin kelamı ertesi geceye sarkardı.
Sonra fanuslar söner, karanlığa saklanacak ne varsa geceyi üzerine çeker tam uykuya geçecekken, köy yolunun geçtiği tepenin gerisinde, çok ama çok uzaklarda bir ışık belirirdi. Her zaman çıkmazdı o ışık… Arada bir, bazen günlerce beklerdim ışığı… Kim görüyorsa önce, onu şiddetle beklediğimi bildiği için koşar bana haber verirdi. Her zaman geç çıkmazdı. Bazen yatağa uzanmadan önce belirirdi. O ışığa bakardım, o ışığa bakardık. Geziyordu, ama düzenli değil, kavisler çize çize, sanki bir yerden aşağı doğru akar gibi, bazen de bir yere tırmanır gibi…
O ışığa bir mana veremez, onun ne olduğunu da belki de gizemi bozulmasın diye kimselere sormazdım.
Onun arada bir çıkıyor olmasıydı önemli olan, ne olduğu değil…
Gün ağardıktan sonra o ışığın belirdiği yere dikerdim gözlerimi. Uzaklarda, sisin pusun içinde bir dağ sırtından başka hiçbir şey görünmezdi gözüme.
Demek bazı geceler o dağ sırtından gözleri böyle alev alev bir canavar iniyormuş aşağı veya çıkıyormuş yukarıya!
O canavarın verdiği ürpertiyle uyur, çoğu zaman ışıklı rüyalar görürdüm böylesi gecelerde.
*
Stephen King’in şimdi adını unuttuğum ve bendeki bu anıyı canlandıran o romanında çıktı karşıma o izahat. Erkek sevdiği kadını almış, gecenin böyle o yaylada o ışığın gözüme göründüğü o zamanına benzer bir zamanında, deniz kenarında, aysız bir gecede, gökyüzünden durmadan yıldız kayarken bir varoluş hikayesi anlatır sevdiği kıza.
Belki de o sırada bir yıldız daha kayar.
İki sevgili göğün sonsuz boşluğuna dalarlar; adam anlatmaya başlar kıza gökyüzüne bakarak. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyleydi o tirad:
Evet, her şey orada başladı, gökyüzünde; her şeyin her şey etrafında döndüğü o büyülü boşlukta vuku buldu.
Eskiden çok eskiden, henüz yeryüzü ile gökyüzü ayrımına dair hiçbir bilgi yokken dağarcığında insanın, din, bilim diye bir şey bilmezken, ancak ateşi bulup hem vahşi hayvanlardan korunmak hem de ısınmak için etrafında kümelendiği zamanlarda uzaklara bakınca insanlar; kendi yaktıklarına benzer yanan başka ateşler görmüş, böylece karanlıkta kendilerine benzer başka insanların da yaşadığını fark etmişler. Sonra kafalarını gökyüzüne kaldırmışlar. Bir de bakmışlar ki orada da tıpkı etrafta gördükleri kendi ateşlerine benzer yanıp sönen ışıklar var! Onları kendi yaktıkları ateşlere benzetmişler. Henüz gökyüzüne dair hiçbir fikirleri yok. Henüz uzay, zaman, hız, denge, kütle çekim kuvveti, Samanyolu, Virgo kümesi, Albert Einstein, falan filan bunlara dair hiçbir bilgi kırıntısı yoktur dağarcıklarında insanların, bunları bilmeye daha yüzbinlerce belki de milyonlarca yıl var. Gökyüzünde kendi ateşlerine benzer ateş kümeleri olduğuna göre onları yakan başka yaratıklar da mutlaka var diye düşünmüşler. Birbirlerine daha çok sokulmuşlar. O andan itibaren yukarıdaki yaratıklara dair hikayeler anlatmaya başlamışlar birbirlerine. Merakları her geçen an daha da büyümüş.
Etraflarında gördüklerinin bir manası var, en azından o ateşi yakanlar onlara benzer birileridir, peki bu havada asılı duran ışıkları kim yakmış olabilir?
Bu sorunun ardına düşmüşler.
Evet, yukarıda o muazzam ateşleri yakan birisi mutlaka vardır!
Allah mı, Tanrı mı ne derseniz deyin, “büyük yaratıcı” fikriyle tanışması böyle olmuş insanların.
*
Çocukluğumda, o dağ başındaki yaylada, o ıssızlıkta, bazı geceler gözüme görünen o ışığın gizemini merak ettim bir süre sonra. Yaylaya gelen, okula giden, bir sürü köy gezmiş ağabeylerimden birisine sordum günün birinde.
Hem de o ışık tekrar belirmişken.
Güldü ağabeyim.
“O araba farının ışığıdır” dedi. Meğer Beytüşşebap ilçesine giden yol o dağdan geçiyormuş, arada bir o dağa tırmanan uzun virajlardan arabalar geçiyormuş. Benim gizemli ışığım o arabaların farlarından yansıyan ışıkmış.
Hiçbir şey anlamadım. Araba nasıl bir şeydi, neden ışıkları vardı.
“İnsanın nasıl gözleri varsa, arabalarında ışık saçan farları var” dedi ağabeyim.
Yine bir şey anlamadım. Hayatımda hiç araba görmemiştim ki.