Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Jay Parini çok beğendiğim bir yazardır. İlknur Özdemir her yeni kitabını çevirdiğinde, bana çok güzel bir hediye vermiş gibi olur.

        Bu kez de öyle öyle; “Borges ve Ben-Bir Karşılaşma”yı bir kitapçının rafında görünce heyecanla aldım ve hemen okumaya başladım. Sevdiğim bir başka yazar Britanyalı Ian McEwan’ın kitabın arka kapağına alınan notunda belirttiği gibi “Harika bir kitap bu. …. edebiyat sevgisiyle pırıl pırıl parlıyor.”

        Kitabın bir yerinde anlatıcı yazar, hayatının büyük bir kısmını “Shakespeare ile deniz arasındaki ilişki” üzerine düşünerek geçirmiş Profesör Falconer’den bahsediyor. Falconer, bir bilim adamının Shakespeare’in kayıp yıllarında mutlaka hukuk alanında çalıştığını, yoksa bu alanda o kadar kolay ahkam kesemeyeceğini söylemesini alaya alıyor ve bunu söyleyen bilim adamını “şarlatan” olarak nitelendiriyor.

        Sonra yağmurlu bir günde anlatıcı yazar bir kez daha Falconer’e rastlıyor. Başında, kafasına büyük gelen fötr bir şapka vardır. Şapkasını tek eliyle tutar, suratını kırıştırır ve dalgın dalgın “Denizde acımasız bir gece, evlat” diye bağırır. Profesör on yıl sonra demansa yenik düşer, son günlerini bir akıl hastanesinde geçirir.

        Profesör akıl hastanesine düştüğünde Shakespeare’in sonelerinin kendi soneleri olduğuna inanmaya başlar, etrafa da böyle yayar. Shakespeare adında bir şair hiç dünyaya gelmemiş ona göre. Ona mal edilen bütün soneleri bizzat kendisi yazmış. Bütün gün oturur, defterine ezber bildiği o soneleri büyük bir heyecanla yazar. Yazdıklarına hayran hayran bakar, ne kadar büyük bir şair olduğunu düşünerek tamamlar ömrünü.

        Ne harika bir son meşguliyeti değil mi?

        *

        Son yazılarımda sık sık andığım Attila İlhan, daha lisedeyken tanışır hapishaneyle. Sevdiği kıza, sevdiği bir şairden Nazım Hikmet’ten şiir-mektuplar yazdığı için… Cemşid adında bir arkadaşıyla atarlar kodese genç şairi. Selim İleri’ye anlattığına göre, yaşı küçük olduğu için tutuklanır tutuklanmaz fazla içerde kalmasın diye avukatı, “Bu çocuk hastadır, müşahade altına alınması lazım” diye bir istida verir mahkemeye, amacı hapishane yerine hastanede yatırmanın yolunu açmaktır çocuğun…

        Mahkeme günü gelir, hakim çocukları dinler, savcıyı dinler ve ikisini de tutuksuz yargılamaya karar verir. İkisi de serbest kalır, çok sevinirler ama bir süre sonra sevinçleri kursaklarında kalır.

        Bir kere okuldan “tart” etmişler ikisini de. İki çocuk artık Karşıyaka sokaklarında “mahkum” damgasıyla dolaşırlar, yanlarına kimse yaklaşmaz, yaşıtları korkar onlardan, bazıları da komünist diye yaklaşmaz.

        Cezaevinde boş durmamış, bazı şiirler yazmış bir de romana başlamış çocuk. O sırada Yeni Edebiyat dergisiyle karşılaşır, Hasan İzzettin Dinamo, Arif Dino falan yazıyorlar dergide, o da “Balıkçı Türküsü” şiirini yazar, gönderir dergiye, bu onun yayınlanan ilk şiiridir.

        Şiiri gönderdikten kısa bir süre sonra savcılıktan bir tebliğ alır. Tebliğde falan tarihte Manisa Akıl Hastanesi’nde bulunması gerektiği yazılıdır. Tahliyeden önce müracaat ettikleri için şimdi tımarhaneye girmesi gerekiyor, o sırada İzmir’deki hastane doktoru askere alındığı için en yakındaki hastane Manisa Akıl Hastanesi’dir.

        Bir kamyon kasasında yola çıkar babasının bir adamıyla birlikte. Adam onu tımarhaneye teslim edip döner İzmir’e.

        Bir onbaşı alır “hastayı”, yukarı kata çıkarken genç şair adama “bak ben deli değilim”der, onbaşı yüzüne bakmadan, “elbette, buraya gelen hiç kimse deli değil” der umursamaz bir tavırla.

        Meğerse buraya gelen bütün delilerin ilk lafı bu lafmış!

        Onu müşahade odasına kapatırlar. Odada karpuz çekirdeği iriliğinde tahtakuruları vardır.

        Bütün gün delileri gözlemler. Kimileri çırılçıplak dolanıyor, yaşlısı, genci, çocuğu… yavaş yavaş onları tanımaya başlar.

        Bu arada gazete aldırır. Bir deli eli cebinde tuhaf tuhaf bakar ona. Odasına dönerken ona bakan adam, yolunu keser. “Gazetenizi lütfeder misiniz?” der. Aynen bu kelimelerle, nazikçe… Verir, alır gider, bir süre sonra okuduğu gazeteyi geri getirir adam. Teşekkür eder, o da “bir şey değil” der. Giderken “Beni tanımadınız galiba?” der, o da “Hayır tanımadım” cevabını verir. Gülümser adam, “Ben Nazım Hikmet değil miyim?”

        Attila İlhan çok şaşırır. Nazım Hikmet’i biliyor, şiirleri yüzünden bu tımarhanededir zaten ama yüzünü hiç görmemiş… Adam doğru söylüyor olabilir. Adam Nazım Hikmet olabilir, onu da hapishaneden tımarhaneye nakletmiş olabilirler!

        Adam ertesi gün tekrar gazeteyi ister. Gazeteyi alırken, “Size son şiirimi taktim edeyim” der ve bir şiir verir genç şaire. Şiir Nazım Hikmet stiliyle yazılmış. Bir iki mısrasını Attila İlhan o günden ölümüne kadar bir daha unutmaz: “Bendeki bu iman bu şuur/ve onun sakladığı o kanlı menşur”… Bu arada “menşur”, “sehpa”, yani “darağacı” demek…

        Adam basbayağı Nazım Hikmet işte! Ama tam da emin olamıyor, en iyisi onbaşıya sormak. Bir gün adam uzakta yine ondan aldığı gazeteyi okurken onbaşıya “o adam kim?”diye sorar. Onbaşı bakar, “Ha o mu? Terzi Hidayet’tir” der.

        Balıkesirli bir terziymiş Hidayet. O sırada Anayasa’dan “dini İslam’dır” ibaresi çıkarılınca Mustafa Kemal’e bir mektup yazar. Küfür, hakaret dolu bir mektup... Mektup yüzünden mahkeme, falaka, duruşma derken sapıtmış adam, alıp buraya kapatmışlar.

        Genç şair, “Ama bana Nazım Hikmet olduğunu söyledi” der onbaşıya. Onbaşı, “Ben Allah’ım demediğine dua et,” demiş.

        *

        “Benim Delilerim” diye bir kitap yazmış olan Aziz Nesin, “Delilik; en sağlam dokunulmazlıktır,” der. Onlara o dokunulmazlığı “raporları” sağlar. “Onun raporu var” dendiğinde yaptığı her şey mubah olur. Ama Aziz Nesin’in “delileri” pek raporlu deliler değildir. Deli oldukları için yazarlık, şairlik, ressamlık gibi “sakıncalı” işlerle uğraşmışlar bu memlekette ona göre.

        Tanıdığı deli aydınların kitabının yanında bir de “Deliler Boşandı” diye bir hikayesi var Aziz Nesin’in, özetle şöyle:

        Bir gün bir ülkede kilit altında tutulan deliler kaçar tımarhaneden. Delilerle deli olmayanlar karışır birbirine. İki grubu birbirinden ayırıp delileri tekrar tımarhaneye kapatmak bir hayli zordur. Hatta bu hengamede deli olmayan bir sürü etkili ve yetkili kişi de deli diye alıkonulur. Deliler hızla yönetimi ele geçirirler. Yönetimdeki deli olmayanları hapse atarlar. Ama bürokratları delilerle değiştiremezler. Sebebini soran muhbire ise “onların cezası bizim deli olduğumuzu bile bile bizim için çalışmaları olacak” derler.

        *

        Tımarhaneden kaçan delilerle ilgili bir hikayeyi de bir dostumdan dinledim yakın zamanda.

        Memleketin bir tımarhanesinden, diyelim Elazığ Akıl Hastanesi’nden bir gün gardiyanların boşluğuna gelir, üç yüz deli kaçar. Şehrin her yerine dağılırlar. Hepsini toplayıp tekrar tımarhaneye kapatmak bir hayli zor bir iştir. İdareciler kara kara düşünürken bir akıllı çıkar, bir yol gösterir valiye. Der ki, “Hep birlikte çarşıya çıkalım, siz önümüze düşün sayın valim, ben arkadan kemerinizi tutacağım, diğerleri de katılsın bize, böyle hep birlikte trenin çıkardığı ‘çuf çuf’ sesini çıkararak caddeden geçelim, bütün deliler arkamıza takılırlar.”

        Şahane bir öneridir. Çok akla uygundur. Akıllı adamın aklına uyar vali dediğini yapar, tren caddede geçerken, “çuf çuf” sesini duyan bütün deliler takılır vagona, vagon uzadıkça uzar, baştaki vali yönünü tımarhaneye çevirir, girer içeri, hepsi girince kapıları kapatırlar, kaçan delileri saymaya başlarlar. Kaçan üç yüz deliyken, vagona takılarak tımarhaneye girenlerin sayısı altı yüzdür.

        *

        Çocukluğumda, her şehrin olduğu gibi bizim şehrin de birkaç delisi vardı. Ama en meşhurları Nasır’dı; böyle barut esmeri bir delikanlıydı Nasır. Herkese “yaro” diye seslenirdi, yani “dostum” veya “sevgili”… Daima gezerdi. Uzak yolculuklara çıkar, ilk yoluna çıkan arabaya el eder, herkes onu tanıdığı için almadan edemez, gideceği yere bırakırdı. O da arabadan iner inmez elini cebine götürür, “Borcumuz ne kadar yaro?” der, herkes bu repliğini bildiği için de “Borcun yok Nasır, güle güle” derdi. Bir gün Çukurca’dan şehir merkezine gelmek üzere yola çıkmış. Şansına o gün yoluna hiçbir araba çıkmamış. O da kâh caddeden, kâh patikalardan, yamaçlardan yürümüş. Üstünde askeri parka var ve sakallı… Yoldan geçen bir askeri birlik görmüş onu çalı çırpı içinde dağa tırmanırken. Böyle şiddetin kol gezdiği 80’li yılların sonu… Hemen destek istemiş jandarma, bir teröristin yerini tespit etmişler! Nasır’ın etrafı sarılır, kolayca yakalanır. Tipine bakarlar, böyle “üst düzey bir teröristi” andırıyor herif. Helikopter istemişler, Nasır’ı sıkı güvenlik önlemleri altında helikoptere bindirip şehir merkezindeki askeri birliğe götürmüşler. Helikopterin kapıları açılmış, Nasır iki askerin arasında helikopterden inmiş, yere ayak basar basmaz, karşısına çıkan komutana, “Borcumuz ne kadar yaro?” demiş.

        Nasır’ın şehrin delisi olduğu o sırada anlaşılmış.

        *

        Carl Jung, “Bana aklı başında birini gösterin size onu hemen iyileştireyim”derken, Erasmus “Deliliğe Övgü” adlı kitabında “…çünkü insanların çoğu aslında delidir, hayır şöyle demeliyiz, çeşitli şekillerde delirmeyen kimse yoktur, bu yüzden zorunluluk benzerini benzeriyle buluşturur…” diye aydınlatır bizi delilik hakkında.

        Diğer Yazılar