Şehirde, şiirde oteller!
Çok eskiden, iç liman doldurulmadan önce inşa edilen, limana yanaşan gemilerle dünyanın bazı şehirlerine ve memleketin diğer limanlarına malların getirilip götürüldüğü, eski İzmir ahalisinin “İzmir’e gidiyorum” diyerek günde bir kez mutlaka yolunu düşürdüğü, çocukluğu burada geçen her İzmirlinin burada bir kez kaybolduğu, vaktiyle demircileri, kömürcüleri, çivicileri, baharatçıları ve saman pazarı gibi ticarethaneleriyle meşhur; her sokağı çatallanan, her çatalın başka bir çatala açıldığı, bir labirente benzeyen tarihi Kemeraltı Çarşı’nın içinde eski hanların, bedestenlerin, seramiklerin, çinilerin, ahşap ürünlerin, tombakların, halı ve kilimlerin, deri ürünlerinin satıldığı dükkanların arasından güçlükle yol alarak, işportacıları, dönercileri, şerbetçileri, kuyumcuları, baharatçıları, evcil hayvan satan dükkanları, mefruşatçıları, züccaciyecileri, yapay çiçek, gelişim ürünleri, aksesuar, elektronik eşya, pırıltılı pul, takı, süs, cep telefonu aksesuarları, çeyiz, iplik, orlon satan dükkanları, döviz büfelerini, kitapçıları, kırtasiyecileri, börekçileri ve balık pazarını geçip bir sokağından dalıp kalenin eteklerine doğru yoksulluğun gittikçe arttığı terzi dükkanlarının, konfeksiyon atölyelerinin, ucuz aş evlerinin, harap binaların can çekişen yaralı bir hayvan gibi size melül melül baktığı bir yere gelince karşıma çıktı o metruk otelin kapısının üzerinde hüzünlü duran o tabelası.
Güçlükle asılı kaldığı pas tutmuş demirde sallanıp duruyordu. Ha düştü ha düşecek. Esecek kuvvetli bir rüzgara bakıyor sanki…Hadi "Şehir Oteli" olsun... (Ama kesinlikle Attila İlhan’ın “Emperyal Oteli” falan değil! “emperyal oteli'nde üç gece kaldık/fazlasına paramız yetmiyordu/gözlerin gözlerimden gitmiyordu/dördüncü gece/sokakta kaldık/karanlık bir türlü bitmiyordu/(….)/ben hiç böylesini görmemiştim/vurdun kanıma girdin, kabulümsün.”) Böyle; her Anadolu şehrinin her eski mahallesinde, her dağınık, fakirlik kokan kasabasında bulunan otel isimlerinden birisi işte. İsmi değil, ismin altında yazan “banyolu” ibaresi çekti dikkatimi zaten. Uzaktan terk edilmiş gibi gelmedi bana. Demek hâlâ böyle oteller var memlekette dedim; ona doğru giderken adımlarım kendiliğinden biraz daha hızlandı.
İlk konakladığım Van’daki “Göl Palas” otelinin isminin altında da “banyolu” ibaresi yazılıydı, o gün bugün hiç çıkmadı aklımdan.
Bir şey, bir nesne, bir isim, bir işaret, bir şarkı, bir resim, bir dize bizi hemen sarıp sarmalıyorsa, soluk alışverişlerimizi hızlandırıp biraz daha kendisine çekiyorsa eğer, onu görmek, duymak, hissetmek için biraz daha sokuluyorsak ona, mutlaka geçmişte yaşadığımız bir anımızı canlandırdığı için yapıyoruzdur bunu.
*
Metruk “Şehir Oteli”nin tabelasında yazan “banyolu” ibaresi de hayatımda ilk defa konakladığım Van’daki o otele götürdü beni. Kıştan çıkmamıştık henüz, kar vardı hâlâ sokaklarda. İlk defa Hakkari’den dışarı çıkmış, denizin olduğu çok büyük bir şehre getirmişti ağabeyim beni. Çok okumaktan gözlerimden kan gelmiş, göz doktoruna gelmiştik bu şehre, Hakkari’de göz doktoru yoktu.
Soğuk, her yerinden kum dökülen bir beton merdiveni tırmanarak çıkmıştık yukarı. Kalacağımız odada başkaları da vardı. Böyle yan yana tek kişilik ranzalar, ortada bir soba, kömür dumanı tütüyor, odada göz gözü görmüyor. Tabelasında “banyolu” yazıyordu, banyo ve tuvalet koridorun sonundaydı, bütün müşteriler aynı banyoyu kullanacaktı.
*
Yıllar yıllar sonra, kısa süren milletvekilliğim sırasında, resmi bir heyetle birlikte New York’taki Plaza Oteli’nin İtalyan nevresimleriyle donatılan Fransız tarzı döşenmiş zarif odalarından birisine girdiğimde de aklıma ilk gelen, ilk defa kaldığım Van’daki o otel oldu yine. Sonra okuduğum birçok romanda, birçok şiirde, birçok hikayede, gezdiğim memleketin birçok şehrinde, birçok kasabasında yine bu otel bırakmadı peşimi. Ona benzeyen otel gırlaydı.
Şehrin ana caddesinde, Zebercet’e benzeyen bir katibin tezgahın arkasında durduğu, onun arkasında da ahşap bir dolapta ağır bir demirin ucunda sallanan oda anahtarlarının yan yana gözlerde durduğu, tezgahın önünde müşterilerin kimlik bilgilerinin kaydedildiği bir defter olan, çoğunda tezgahın üzerinde bir çıngırak bulundurulan, resepsiyonun tam karşısında küçük bir lobi, duvara asılı açık duran bir televizyon, ille de televizyona pürdikkat kesilmiş sanki birbirinden habersiz birkaç müşteri (“Salon ki otelin salonu yani/Ve dirilmiş ölüler ayakta/Bir ikon tasviri gibi/Ya da bir Bruegel tablosundaki çılgın/Belli bir zaman parçasını kımıldatıp da içinden/Sayısız zamanlara götüren/O birtakım adamlar/Ki artık ölü bile değil hiçbiri, değil de/Gelecek bir zamanı ısırır gibi/Kocaman dişleriyle/Avurtları, göbekleri ve falluslarıyla/Yani kaç yerinden delinmiş olmalı ki dünya/Dünya desem dünya/Değil desem değil/Yaralı bir hayvan gibi soluk soluğa”. -Edip Cansever-) ki herkes sanki bir diğerinden kuşkulu, uykulu gözlerle televizyona baktığı, onları burada bir araya getiren şeyin yersizlik ve ihanete gebe gece olduğundan bihaber, bir gecelik misafirlikten sonra mekanın hemen hayatlarından çıktığı küçük şehirlerin, küçük yoksul Anadolu kasabalarının otelleri, vaktiyle konakladığımız hanlar, kervansaraylar hayatımızdan çıktığı günden beri girmişler hayatımıza ve bir daha da çıkmayacaklar oradan bu gidişle.
Konaklayanı varsa otel vardır. Mekana kimliğini veren insandır çünkü. Aynı mekana bir mana veren ise hayatın kendisi...
Tarihi Kemeraltı Çarşısında karşıma çıkan metruk otel ile muhayyilemde otel imgesini canlandıran şeyin adını ise Zeki Demirkubuz’un “Masumiyet” filmi koymuştu zaten yıllar önce.
Sanat, özellikle sinema, bilhassa roman, ille de hikaye, kıskançlıkla şiir hiç vazgeçmez otelden çünkü.
Tek başına bir şiirdir zaten otel imgesi!
*
Oteller insanlara benzer. Bir çevrede var olurlar, o çevrede gelişir, orada yok olurlar. Bir zamanlar, huyu huyuna benzemeyen, dili dilinden uzak, ilk bakışta herkesin birbirine ihtiyatlı yaklaştığı ama hepsini aynı anda barındıran oteller, o çevre gözden düşünce, uzaklaşınca oradan insan onlar da zamanla köhneleşir, bir zaman sonra İzmir’deki çarşıda karşıma çıkan tabelaları kalır geriye.
Eskiden her otelin bir kişiliği vardı. Şimdi birörnek oteller var bütün dünyada. Kişiliğini muhafaza eden bizdeki Pera Palas Oteli gibi, İzmir’in yok olmuş İspilandit Palas’ına benzer (beş yıldızlı zincir otellerin yanında) sınırlı sayıda otel var dünyanın büyük şehirlerinde şimdi. Her şey tek tipleşti küçülen dünyada çünkü.
*
Bazı otellere, bazı müşteriler kimliğini verir. O otelde konaklamışsa eğer bizdeki Pera Palas’ta 411 nolu odada konaklayan Agatha Christie; Büyük Londra Oteli’nde kalan Ernest Hemingway gibi yazarlar, o şehrin hafızası olurlar bir süre sonra. İzmir’i Yunan işgal etmeseydi, bir önceki yazımda sözünü ettiğim Karantinalı Despina ile Muammer Bey’in her gece İspilandit Palas’ta alevlenen aşklarının ateşi belki de uzun yıllar tütmeye devam edecekti o otelde. Ya Başvekil Menderes’in Park Otel’de işlediği günahlar? Ya da Pera Palas’ta; altmışlık bir ihtiyarken on sekizlik Lüsyen’le evlenen, evlilikle birlikte eski İtalyan aşkı Kont Lorenzo’yu unutmayan Lüsyen’in zamanla sızlanmaları üzerine bağrına taş basıp onu eski sevgilisiyle Katolik nikahıyla “müsaadeli” evlendiren, zifaf gecesi eski karısı ile damadın odasına bitişik bir odada kalan Şair-i Azam Abdülhak Hamit’in o gece çektiği azabı zaman, otelin o odasından silmiş midir bilinmez ama bu hikayeyi nakleden her vakanüvis, şairin “Makber” şiirinde bahsettiği azap kadar büyük bir azap çektiğinden bahseder.
*
Oteller üzerine birbirinden güzel denemeler yazmış Enis Batur’a göre otel, “Asri zamanların topografik simgesi”dir. Bu yüzden edebiyat için, sanat için muhteşem mekanlardır. Yalnızlık orada, evsizlik orada, yurtsuzluk hakeza… Köksüzlük, kimliksizlik mi ararsınız kitabınızın kahramanı için, inşa edin “Anayurt Oteli” gibi bir otel, koyun oraya Zebercet gibi bir katip, olsun size evladiyelik bir roman. Romanın oluşum sürecini Yusuf Atılgan Refik Durbaş’a şöyle anlatır:
“Manisa’da ‘Anavatan Oteli’ diye bir otel vardı. (…) Babamla Manisa’ya her gidişimizde Anavatan Oteli’nde kalırdık. Çünkü otelin sahibi babamın iyi arkadaşıydı. Oteli de Ahmet Efendi ile Zebercet işletirdi. Romandakinin tersine Zebercet babası, Ahmet Efendi oğluydu. Bir gün bu oteli yazma isteği doğdu içime. O sıralar arkadaşlarla Birgi’ye gideceğiz. Gece Aydın’da bir otelde kaldık. Bir otel işte. Kapıdan giriliyor, karşıdan yukarıya çıkan bir merdiven var. Kâtibin yeri de bu merdivenin altında önünde küçük bir masa. Gece arkadaşımla konuşurken ‘Yahu’ dedim, bu adamın buradaki hayatı ne olabilir? Merdiven altında oturan bir adam. Nasıl bir adamdır bu?”
“Zebercet’in nasıl bir adam olduğunu öğrenmek istiyorsanız “Anayurt Oteli” orada, okumaya başlamanız yeterli olacak!
*
Enis Batur’la devam edelim o halde:
“Oteller bana var olma sıkıntısının, varoluş koşulunun amansızca gelip çarpışının en tipik mekânı olarak göründü hep: Mezarlıklar ne kadar kesin, tartışmasız bir son yer imgesi taşıyorsa, otel de, benim gözümde, geçiciliğimizin o ölçüde kesin bir ara yer imgesini taşıdı ve dayattı: İnsan bir otelde yaşayamaz gibi geldi bana, her ne kadar otelde yaşamayı seçenler, yeğleyenler olduğunu bilsem de, Otel’e ancak ağır ya da acil bir intihar duygusu içinde gelinilir ve yerleşilir düşüncesi içimde yenilmez bir tanım kazanalı yıllar olmuştur.”
Hayatının on dokuz yılını bir otelde, Park Otel’de geçirmiş olan Yahya Kemal ne yapsın bu durumda? O da otelde kalmayı sevdiğinden değil, evlenmediği, evi olmadığı, daha doğrusu bir ev hayatı seçmediği için kalmıştır belki de. Hatta üstadın otelin evli olmayan Şef Garsonu Dursun’a, evlenmeyi tavsiye ettiği, “Ben evlenmedim yalnızlığın acısını hâlâ çekiyorum” dediği rivayet edilir.
İki eli kanda bile olsa her gece saat tam onda otel odasındaki yatağına giren Yahya Kemal’in oteldeki hayatı nasıldı acaba? “Mektepten Memlekete” (Sel Yayıncılık) kitabında Konur Ertop bu soruya şu cevabı verir:
“Her sabah 6.30’da uyanırdı. İlk işi zili çalmak, kahvaltı istemekti. Sabahları sütlü kahve içer, kızarmış ekmek yerdi. Sonra gazeteleri okurdu. Edebiyat dergilerini de dikkatle izlerdi. Kendisinden söz eden gazeteleri dergileri saklardı. Şiir yollayan genç şairlerin mektuplarını da atmazdı. Saat 9’da yatağından kalkar, aynanın karşısına geçer, tıraş olurdu. Bir süre eski kahverengi robdöşambrı ile odanın içinde dolaşır, saat 11’e doğru yatağının üzerine oturarak şiir yazardı. Öğle yemeği için ya otelin lokantasına iner ya da Abdullah Efendi’ye giderdi. Yemekte bir bütün tavuk, üç porsiyon pilav yerdi. 13.30’da yine odasına döner, öğle uykusuna yatardı.
Akşam yemeğini çoğu zaman odasına getirtirdi. Doktorların itirazlarına rağmen her akşam 395 kuruşluk (küçük şişe) Yeni Rakı içerdi. Turşu, midye dolması, fırında pastırma, leblebi baş mezeleriydi. İçerken radyoyu açar, alaturka şarkılar dinlerdi. Münir Nurettin ile Safiye’nin seslerini çok beğenirdi. Günde iki paket Birinci sigarası içerdi. Paltosu iki defa ters yüz edilmişti. Malı çok kıymetliydi. Bir çöpünü atarken bile düşünürdü. Kırık çakmakları, bozuk saatleri bavulda; kırık kalemleri, düğmeleri ilaç kutularında saklardı. Buna rağmen çöp kutusu her gün dolardı. Ancak çöpler atılırken engel olur ‘Belki gerekli bir şey atarız’ diyerek, oturur çöp sepetindeki kâğıtları yeniden gözden geçirirdi. Böylece bir sepet dolusu kâğıt yarıya inerdi. Aylık geliri 1500-2000 lira arasındaydı. Otele ayda 700-800 lira öderdi.”
Büyük şairin kaldığı odayı da Sermet Sami Uysal’ın gözünden Selim İleri anlatır bize:
“Otel odası dağınık, dersiz topsuzdur. Gömme dolabın hemen yanında üst üste konulmuş bavullar göze çarpar. Bavulların tepesinde kitaplar, gazeteler ve boş pasta kutuları. Şairin karyolası odasının ortasındadır. Yahya Kemal hep karyolada oturur. Ufak bir sehpada gelişigüzel duran Birinci sigarası paketleri, kibrit kutuları, paslı çakı, kalemler, cep saati. Tam bir savruluş içinde. Telefonun az berisinde dolu ve boş maden suyu şişeleri, reçeteler, ilaçlar… Tuvalet masasında bir dolu küçük makas, kolonya şişeleri, fırçalar… Şurda bir radyo… Şurda Yahya Kemal’in eski bir fotoğrafı… Yaman bir yalnızlık!”
*
Ahmet Oktay’ın demesine göre; Edip Cansever, Turgut Uyar, Ece Ayhan ve kendisi, “otel” kavramını Attila İlhan’dan devraldılar. Oteldeki şiirselliği ilk keşfeden şair ise Necip Fazıl’dır ki “Otel Odaları” şiirinde yalnızlığa itilmiş, kullanılmayan eşya gibi bir kenara fırlatılmış insanları anlatır; vahimdir bir yalnızın tanıdık bir insanı beklemesi… O şiir şöyledir:
“Bir merhamettir yanan, daracık odaların,
İsli lâmbalarında, isli lâmbalarında.
Gelip geçen her yüzden gizli bir akis kalmış,
Küflü aynalarında, küflü aynalarında.
Atılan elbiseler, boğazlanmış bir adam,
Kırık masalarında, kırık masalarında.
Bir sırrı sürüklüyor, terlikler tıpır tıpır,
İzbe sofalarında, izbe sofalarında.
Atıyor sızıların, çıplak duvarda nabzı,
Çivi yaralarında, çivi yaralarında.
Kulak verin ki, zaman, tahtayı kemiriyor,
Tavan aralarında, tavan aralarında.
Ağlayın, âşinasız, sessiz, can verenlere,
Otel odalarında, otel odalarında.”
Son kitabına “Oteller Kenti” adını vermiş olan Edip Cansever ise o kadar çok “otel” şiiri yazmış ki “Cenaze Kaldırıcısı Adam” şiirinin bir bölümü şöyledir:
“Ne de olsa herkes biraz ölüdür
Otel müşterileri en önde gelir
Kendileri soyar kendilerini kendileri giydirir
Büyük kentlerin büyük tabutlarıdır oteller
Nedense işte onlar gökyüzüne gömülür.”
*
İzmir’de, Kemeraltı Çarşısı’nda tabelasında “banyolu” yazan “Şehir Oteli”ne yaklaşırken hâlâ yaşıyormuş gibi geliyordu bana otel. Kapısının önüne vardım; değilmiş. Bu izbe, kaderine terkedilmiş eski sokakta, bir zamanlar şehrin kalp atışlarını düzenleyen bu muhitteki eski şehirliler demek çoktan yüklenip gitmiş buralardan. Sahilde isimleri bize yabancı, gökyüzüne yükselen bir sürü otel inşa edilmiş yeni şehirde. Eski şehir ise yoksulların ekmek aradığı yerler olmuş şimdi; onlar otelde konaklamazlar.
Zebercet’in katiplik yaptığı, Kader’in kaderine boyun eğdiği, Eşkıya Baran’ın son günlerini geçirdiği, kimliksizlerin, yersizlerin çiğ bir ışık altında durmadan televizyona baktıkları, çoğu güzel isimli, benim Kemeraltı Çarşısı’nın kenarında bir yerde rastladığım, hepsi acının değişik tonlarına bulaşık; sarı, yeşil, kırmızı, mor ışıkların pencerelerinden sızdığı, isminin altında “banyolu” yazan yüzlerce, binlerce otel vardır memleketin her yerinde hâlâ.
Bir bavula sığan hayatların mekanı, küçük şehirlerin mezarları, “büyük kentlerin büyük tabutlarıdır” oteller.