Ihlamur Kasrı'nın rahiyası!
Yıldız sırtlarından Ihlamur’a doğru saldım kendimi. “Barış Parkı”nın içindeki Cemevin’de cem olmuş kalabalığın yanından geçerek, merdivenlerin üzerinde, şezlonglara benzer oturaklara uzanmış, içlerinden sadece kitap okuyan bir kişiye rastlayarak, eğer herkes baktığı telefonunda bir şeyler okuyorsa hepimiz birer allemeyiz fikriyle kafamı fazlaca meşgul ederek bir anda kendimi Ihlamur Kasrı’nın yüksek duvarlarının dibinde buldum.
Buraya her yolum düştüğünde aynı hikayeler gelir aklıma.
Şair Lamartine’i hatırlarım, av hikayeleri üşüşür kafama…. Bir de Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”ne ilham verdiği için bu kasra hasseten minnet duyarım.
*
Kasrı’ın bahçesi cıvıl cıvıl… Ağaç dallarının arasından sızan güneş ışıkları çimlere uzanmış, öbek öbek insanları belli ki çok memnun etmiş, herkes mutlu görünüyor. Kasrın kapısında durup bir süre baktım içeri. Görkemli kasra, bahçede açan güllere, bakımlı çiçeklere derken sanki bir rüyanın içine girdim…
1849-1855 yılları arasında Ermeni Mimar Nikogos Balyan inşa etmiş bu kasır. Sultan Abdülmecit yaptırmış ona. Padişahlar buradaki ahşap bağ evini çok beğenirlermiş. Arada bir gelir, kafalarını dinlerlermiş. Bir avlaktır burası. Her gelişinde padişahlar burada dinlenir, bu güzel kokulu ağaçlar altında kahve içip soluk alırlarmış. Bazı misafirlerini de burada kabul ederlermiş. Büyük Fransız şairi, seyyah Alphonse de Lamartine de yolu buraya düşen yazarlardan birisi.
*
Lamartine’e siyasetçi diyen var, sanatçı diyen var, “ikisini de bırakın bir kenara, o bir aşk adamıdır” diyen de... Coşku dolu, lirik tarzda şiirler yazmış. Romantik bir yazardır. Eserlerine bu duyguyu ziyadesiyle aktarmış.
Herkes onu “Türk dostu” olarak bilir. 69 yaşında İstanbul’dan memleketine döndüğünde “Osmanlı Tarihi” kitabını yayınlamış. Doğuya yaptığı seyahatler ona “Doğuya Seyahat” ve “Doğuya Yeni Seyahat” adında iki kitap yazdırmış.
Gizemli Doğu’nun Batılı şairlere, yazarlara, seyyahlara kapılarını açtığı yıllar… Lamartine de bu meraklılardan birisi… İki kez Doğu seyahatine çıkmış, Müslümanları tanımış, İslamiyet’i incelemiş, “tevekkül” fikrinden çok etkilenmiş. Verem olan kızı Julia’yı Beyrut’ta toprağa vermiş. Verirken, “Damarlarımda kan değil gözyaşı dolaşıyor artık” demiş.
Çakılmış kalmış bu şehirde, kızının mezarını bir türlü terk edememiş uzun bir süre.
*
Bir şeyler arıyor Lamartine bütün seyyahlar gibi ama yine bütün seyyahlar gibi ne aradığını tam bilmiyor. Her ne arıyorsa bir seyyah gittiği yerde onu bulmaz, başka bir yere gider, orada da yoktur aradığı, geniş bir coğrafyayı katettikten sonra eve geldiğinde aslında aradığı şeyin kendisi olduğunu evinde öğrenir.
*
Lamartine önce Kudüs’e gitmiş, aradığı şey orada değildir, ver elini İstanbul demiş, gelmiş buraya. Burada Padişah 2. Mahmut onu iyi karşılamış. Yanına Namık Paşa ile Halil Rıfat Paşa’yı refakatçi olarak vermiş.
1850’de ikinci kez İstanbul’a gelmiş. Bu kez Mustafa Reşit Paşa ile Ali Paşa refakatçilik yapmış ona, bu sırada da Sultan Abdülmecit’le burada, Ihlamur Kasrı’nda tanışma şerefine nail olmuş.
İstanbul kısa sürede başına vurmuş. O kasır, o saray senin, o semt benim diyerek dolaşıp durmuş. Dolmabahçe’yi görmüş, Fransız Elçiliğinin Tarabya’daki yazlığında konaklamış, Beyoğlu’ndaki binaların çatılarına çıkmış, görkemli şehri doyasıya içine çekmiş. Ve İstanbul için şunları söylemiş:
“Orada Tanrı ve insan, doğa ve sanat hep birlikte, yeryüzünde öylesine mükemmel bir yer yarattılar ki görülmeğe değer.” Melih Cevdet’in aktardığına göre, “Dünyaya son bir bakış atmam gerekse, onu Çamlıca tepelerinden atardım,” da demiş.
Sultan Abdülmecit onu pek severmiş, memleketimize olan bu tutkusunu ona İzmir Tire’de muhteşem bir konak bağışlayarak taçlandırmış ama orada oturmak nasip olmamış.
*
Tuhaf bir adammış Lamartine. Tarabya’dan yola çıkar sabahları, kah denizden kah karadan sahile baka baka Beşiktaş’a kadar gelirmiş.
Bir gün Beşiktaş’ta sırtını denize vererek dere boyunca sık ağaçlar içinde tepelere doğru yola çıkmış bir heyetle birlikte.
Dere akıyor. İki tarafı sık ağaçlıklı, ağaçlarda kuşlar ötüyor, bir cennet diyarında sanki, su onu bir yerlere götürüyor. Kitabında bahsettiği bu cennet, şimdiki Şair Nedim Caddesi’dir…
Lamartine, benim biraz önce içinden geçtiğim “Barış Parkı”nının oraya geldiğinde karşısına bir pınar çıkmış, şöyle anlatır o anı:
“Suyu serin, el değdiğinde parmakları donduran ve hiç durmadan gürül gürül akan bir kaynak vardı orada…”
Peki Lamartine’nin ne işi vardı orada? Tam karşısındaki kasırda Sultan Abdülmecit onu bekliyordu da ondan… ondan dinleyelim o halde:
“İstanbul ziyaretimin temel, hatta tek diyebileceğim sebebi, genç Sultan Abdülmecid’i görmek, ona aileme göstermiş olduğu harikulâde misafirperverliğinden ötürü teşekkür etmekti. Geldiğimde, Doğulu olduğu kadar Batılı da olmayı başarabilen ve kendisiyle eskiden beri irtibatımı sürdürdüğüm Sadrazam (Mustafa) Reşid Paşa’ya Osmanlının Saray adabının müsaade ettiği çerçevede efendisi ile bir görüşme düzenlemesi talebimi arz ettim. Saray adabı, bir yabancının arzını, merasim diplomatlarının bile katıldığı bir ortamda yapılmasını gerektiriyordu. Ne benim Doğu seyahatimin hızı ne de büyükelçimizin aracılığını kullanmak istemeyen yapım böyle uzun bir bekleyişe ve şatafatlı bir merasime müsaade ediyor, sadece bir seyyah, bir sultan misafiri olarak sunulmamı iktiza ediyordu. İşte bu konuda, kurala muhalefet etmek gerekiyordu. Sadrazam bu istisnayı Sultan’a arz etme ihsanında bulundu, Sultan ise kabul buyurdular. Bana Reşid Paşa aracılığıyla, üç gün sonra, Kasr-ı Hümâyûnlardan biri olan ve Avrupa yakasında Arnavutköy’ün arkasında, Kasır ile aynı isme sahip yabanî vadide yer alan, Ihlamur Kasrı'nda Sultan’ın beni kabul edeceği bildirildi.”
Şöyle devam eder:
“...Akarsunun bittiği yere doğru yolun sonunda, koca yapraklı bir ağacın altında paşalar atlarından inmiş, imparatorlarının gelişini bekliyorlar ve tütün içiyorlardı. Süvariler, atlarına su içiriyorlar ya da onları temizliyorlardı. Kuşlar, doğu insanın yumuşak mizacına alışmış olacaklar ki, kaçmıyorlar ve atların kişnemelerine kendi şarkılarını bu derenin yanında fütursuzca karıştırıyorlardı. Bu birlikler, Sultan'ın sadece kendi güvenini kazananlara açtığı bu yalnızlığının içine bu denli girmesine müsaade ettiği yabancıların kim olduğunu bilmeden, Avrupalı ile dolu arabanın geçişine hayretle bakıyordu.
Alayın geçişi ve atlı birliklerin refakati çınarların altında, son akarsu yarığında sona erdi. Çitler ve kırlar arasında, bir orman kıyısından geçerken ne bir muhafız ne silah ne de nezaretçi görebildik. Kendimizi kırsal bir tepede ormandan açtıkları bir yeri ekime hazırlayan çiftçilerin arasında bulduğumuzda, bir Savoie ya da İsviçre vadisindeymişiz gibi hissettik.”
Yolculuk gittikçe gizemli bir hal alır:
“Hiçbir ses duyulmuyordu… Sadece çakılların üzerine akan bir su sızıntısı ve yapraklarda öten kuşlar… Hâlâ bırakın sarayı, hiçbir duvar, hiçbir çatı, hiçbir engel, hiçbir ikâmet örneği fark edemedik. Araba üç yolun kesiştiği bir kavşakta nemli toprağın üstünde durdu. İndik, rehberimiz bizi sola, en gölge yola sevk etti, bu yolda ağaçların bittiği yerin sonunda çatısı düz, tek pencereli, neredeyse bizim Midi bölgesinde yaşayan fakir bir köy rahibinin evine benzeyen bir bina fark etmeye başladık… Üç basamaklı bir merdiven, basit, yeşile boyanmış parmaklıklı bir çit yoldan bu küçük evin terasına kadar yükseliyordu. Bu alçak terası birçok devasa meyve ağacı gölgeliyor ve beş-altı yaşlı ıhlamur ağacı dal ve yapraklarını çatıya doğru uzatmış onu gölgeye gark ediyordu. İncecik bir fıskiyenin beslediği küçük bir kare havuz, hemen alttaki köşkün kapısının önünde içli içli fısıldıyor. Beş-altı basamaklı bir diğer köy merdiveni bir buçuk dönüm kadar bir bostana doğru iniyordu. Bu bahçe, çift yanı Avrupa kökenli meyve ağaçlarının gölgesindeydi ve adeta bir fakirhâneye aitti; meyveler insanoğlunun en tabii gıdasını teşkil ediyordu. Kasrın yirmi adım ilerisinde bu mekânda bir bahçıvan ailesiyle tam bir köy hayatı yaşıyor, bahçesine, ağaçlarına kuyusuna gidip geliyor, bu küçük dünyasını kendine ev bellemiş, bize dikkat dahi etmiyordu: Ancak burasıydı işte Sultan’ın gözde kasrı… Babil’den Belgrad’a, Thebai’den İstanbul’a, Asya, Avrupa ve Afrika’nın efendisinin çalışma ve dinlenme sahası…”
Lamartine kasrın bahçesine Sultan’dan önce girer. Sultan o sırada avdadır. Kısa bir süre sonra Sultan Abdülmecit ve beraberindekiler kasrın şu anda önünde durduğum kapısından içeri girerler.
Lamartine o anı şöyle anlatır:
“İnsan güzeli yeşil gözlü iri bir adam indi atından… Heybetine heybetliydi ama yılların yorgunluğunu taşıyor gibiydi omuzlarında… Bir Osmanlı Sultanının ne derdi olabilirdi ki? Anladığım o ki koca imparatorlukta işler iyi gitmiyor”du.
(Kaynak: Voyager avec Lamartine en Turquie, Académie de Mâcon 2008, s. 57-66. Türkçesini aktaran, Dr. Osman Nihat Bişgin, İstanbul Tarih)
*
Gelelim “Masumiyet Müzesi” romanın Ihlamur Kasrı’yla ilişkisine… Orhan Pamuk’un “on beş yılda kurduğu masumiyet müzesinin hem hikâyesi hem de kataloğu” olan “Şeylerin Masumiyeti” diye bir kitabı var. Bu kitabın girişinde “Son Osmanlı Şehzadesinin Hikayesi” diye bir parça var, enfestir. Her karşıma çıktığında tekrar okurum.
Okumadıysanız, siz de okuyun isterim, şöyle:
“Romanın ve müzenin fikri ilk 1982 yılında bir aile toplantısında, Şehzade Ali Vâsıb Efendi ile tanıştığımda aklıma geldi. Osmanlı Padişahı V. Murat’ın küçük torunu olan şehzadenin, saltanat sürseydi ve Osmanlı hanedanı Türkiye’de ve iktidarda olsaydı, o yıllarda tahtta olması gerekiyordu. Ama Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin de kuruluşundan sonra Türkiye’ye dönmeye yeni izin alabilmiş olan bu seksenlik adamın derdi ne taht ne de siyasi iktidardı. Ecdadının altı yüz yıl yönettiği ve ancak yabancı bir pasaportla girebildiği Türkiye’de sürekli kalabilmek istiyordu yalnızca. İskenderiye’de yaşıyor, yazlarını Portekiz’de, Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun tahtını ve iktidarını kaybetmiş emekli kral ve prensleriyle ahbaplık edip vakit öldürerek geçiriyordu. (Bana İran Şahı Rıza Pehlevi’nin ilk karısı Fevziye’den neden ayrıldığını anlatmıştı.) Ölümünden sonra oğlu Osman Osmanoğlu tarafından düzenlenip Bir Şehzadenin Hatıratı, Vatan ve Menfâda Gördüklerim ve İşittiklerim adıyla 2004’te yayımlanan hatıralarından da anlaşılabileceği gibi, şehzadenin hayatta sürekli derdi parasızlık olmuştu. Geçinebilmek için uzun yıllar İskenderiye’deki Antoniadis Saray ve Müzesi’nin önce bilet kontrolörlüğünü, sonra da müdürlüğünü yapmıştı. ‘Sarayın idaresi, temizliği ve eşyalarının muhafazasına memur idim,’ diye gururla yazar hatıralarında. ‘Gümüşler, kristaller, mobilyalar vesaire uhdemde idi.’ Aile sofrasında meraklı sorularım üzerine, seksenlik Şehzade, Kral Faruk’un kleptoman olduğunu da anlatmıştı: Kral Faruk Antoniadis Saray ve Müzesi’ni ziyaretinde, çok beğendiği antik bir tabağı kimseye sormadan camekânı açıp yanına alarak Kahire’ye, kendi sarayına götürmüştü. Başka sorularım üzerine Şehzade, Osmanlı Devleti yıkılıp hanedan İstanbul’u terk etmeden önce Ihlamur Kasrı’nda yaşadığını, Galatasaray Lisesi’nden sonra –Atatürk’ün de gittiği– Harbiye’deki Harp Okulu’na devam ettiğini anlatmıştı. Bütün bu yerlerde, ondan kırk elli yıl sonra, ben çocukluğumu geçirmeye başlayacaktım. Gözümün önünde yanık yıkık saraylar, konaklar, çocukluğumu geçirdiğim Nişantaşı’nın eski sokakları ve matematik dersi alan bir şehzade canlanıyordu.
Şehzade, elli yıllık bir sürgünden sonra, Türkiye’ye temelli geri dönme ve para kazanma dertlerine çözüm olacak bir iş aradığını, ama ne yazık ki kimseden yardım görmediğini şikâyetle anlatıyordu. Kimsenin ona yardım etmemesinin temel nedeninin, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin gizli servislerinin son Osmanlı Padişahı olabilecek kişinin siyasi bir sembol olmasını engellemek olduğunu anlıyorduk. İhtiyar şehzadenin böyle bir niyeti olmadığını bildiğimiz için, aile sofrasındakilerden biri, Ali Vâsıb Efendi’nin çocukluğunda çok vakit geçirdiği Ihlamur Kasrı’nda müze rehberi olarak belki iş bulabileceğini söyledi. Hem bir müzeye çevrilmiş Ihlamur Kasrı’ndaki hayatı hem de müze-saray yöneticiliğini çok iyi bildiği için, bu iş onun dertlerine mükemmel bir çözüm olmaz mıydı?
Bu öneriyle birlikte, Şehzade dahil sofrada oturan hepimiz bir an Ali Vâsıb Efendi’nin çocukluğunda dinlendiği, ders çalıştığı odaları ziyaretçilere nasıl gezdirebileceğini, hiçbir mizah duygusuna kapılmadan, ciddiyetle hayal ettik. Daha sonra bu hayalleri yeni biçimler bulmak isteyen genç bir romancının iştahıyla kendi başıma geliştirdiğimi de hatırlıyorum: ‘İşte, efendim,’ diyecekti Şehzade, her zamanki aşırı nazik üslubuyla, ‘burası yetmiş yıl önce benim yaverimle birlikte oturup matematik çalıştığımız odadır!’ ve rehberlik ettiği eli biletli müze kalabalığından ayrılacak, müze ziyaretçisinin basabileceği yer ile sergilenen eşyalar arasındaki eski tarz kırmızı kadife kordonlu (tıpkı müzemizin çatı arasındaki gibi) pirinç ayaklıklı sınır çizgisini geçerek çocukluk ve gençliğinde oturduğu masaya oturacak, o zaman aynı kalemler, cetvel, silgi ve kitaplarla nasıl çalışıyorsa taklit edecek ve oturduğu yerden müzeseverlere ‘Değerli ziyaretçiler, işte burada böyle matematik çalışırdım efendim,’ diye seslenecekti. Tıpkı başkahramanım Kemal gibi insanın rehberi olduğu bir müzenin aynı zamanda bir eşyası olmasının zevklerini ya da insanın yaşamış olduğu bir hayatı, yıllar sonra, bütün eşyalarıyla, bir müzede başkalarına anlatmasının heyecanını ilk böyle hissettim. Bir roman ve müze olarak Masumiyet Müzesi’nin ilk çekirdeği budur! Baştan beri müzeyi ve romanı birlikte düşündüm.”
*
Kasrı, ıhlamur ağaçlarını, şair Lamartine’i, Sultan Abdülmecit’i, Şehzade Ali Vasıb Efendi’yi, tekmil vadiyi dolduran şeylerin “masumiyetini” orada bırakıp Topağacı yokuşuna tırmanmaya başladım.
Yukarıdan tekrar baktım kasra… “Ihlamur Kasrı”nın yaydığı rahiya sanki bütün vadiyi doldurmuştu.