Bergama... Tarihin fısıltısı, zamanın gürültüsü!
Kanada’nın küçük bir madenci kasabasında oturan 15 yaşındaki bir genç kızken, ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun oğlu Mehmet’le yıllar süren mektup arkadaşlığının giderek bir aşka ve ardından ömür boyu sürecek bir evliliğe dönüşmesi sonucu yanına küçük bir bavul alarak gelip hepsi birbirinden farklı alanlarda yaratıcı ve birbirine benzemez renkli insanlardan oluşan Eyüboğlu ailesine gelin olarak katılan Hughette Bouffard Eyüboğlu daha sonra yazdığı “Kanadalı Bir Gelinin Türkiye Anıları” adlı kitabında; Türkiye’ye geldiğinde kendisini şaşırtan ilk şeyin, adım attığı her yerde karşısına çıkan muazzam bir tarih olduğunu söyler. Haklıydı zira o; tarihi en çok 200 yıla kadar uzanan bir ülkeden gelmişti, memleketinde gördüğü en eski ev iki yüz yaşında falandı. Ama Anadolu öyle miydi? Gözünün gördüğü her yerde, en genç harabeler iki bin yaşındaydı.
Bergama’da; bayramın ikinci günü, yanıma yeğenlerimi alıp tarihin ilk hastanesi Asklepion harabelerine girdiğimde “Kanadalı Gelin”in bu muhteşem tespiti vardı aklımda.
*
Anekdot Murat Belge’nin anlatımından kalmış aklımda. Dönüp dönüp anlatırım yeri geldiğinde… Gezmek için tam bir günümü ayırdığım Bergama harabelerinin keşfine dair hikayattır bu…
Eski kent dediğimiz Pergamon’u Alman demiryolu mühendisi Carl Humann keşfetmiş. Arkeolojik keşifler daha çok arkeologların işi ama bu sefer iş bir yol mühendisine düşmüş.
Henüz 22 yaşındayken verem hastalığına yakalanır Humann; havası iyi gelir diye önce Sisam’a, sonra İzmir’e, ardından da İstanbul’a gelir. Memleketimizin havası sahiden de iyi gelir Alman’a. 1860’lı yıllar falan… Anadolu’nun batısında hummalı bir yol inşaatı var. İzmir’e gidecek yolda teknik eleman olarak çalışmaya başlar Humann. 1865 yılında Bergama çevresindeler. Yolda kullanmak üzere köylülerden mıcır ister mühendis Humann… Köylüler de eşekleriyle mıcır taşır, ekmek parası kazanırlar ancak bir köylünün getirdiği mıcır diğerlerine hiç benzemiyor, mıcır da mıcır ha, gıcır gıcır… Humann’ın dikkatini çeker, köylüye mıcırı nereden getirdiğini sorar. Köylü alır onu, taşlarını parçalayarak mıcır yaptığı bugünkü Bergama harabelerine götürür. Gavurun ağzı açık kalır.
Büyük bir hazine keşfetmiştir. Durumu hemen hükümetine bildirir. Ama izin almadan da kazıya başlar. 1878 yılında yol karşılığı padişahtan kazı izni alınır. Ufak ufak Zeus Sunağını, kalın sandıklara koyarak İzmir’de kiraladığı evde depolar, daha sonra da Sultan Abdülhamit tarafından 2 taksitle 30 bin Doyçemark karşılığında Alman hükümetine “Memaliki-i Osmaniyede taştan çok ne var, verin gitsin kefereye” diyerek satılır bu taşlar. Bu satış işleminden sonra “taşları” faytonlara yükler Humann, limana götürür, oradan gemilere yükler, ver elini Almanya…
*
Zeus Sunağını Berlin’e götüren Carl Humann’ı bir süre, biraz önce mezarı başında durduğum tepede bırakıp biz tarihin ilk hastanesi olarak kabul edilen Asklepion’a dönelim.
*
Anadolu medeniyetlerine en çok kafayı yoran ekip “Mavi Anadolucular” olarak bilinen Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Bedri Rahmi, Cengiz Bektaş gibi aydınlardır.
Cumhuriyet’ten sonra özellikle Türk edebiyatında yoğun bir şekilde Türklere bir kök bulma arayışı başlar. Her kafadan çıkan sesler zamanla üç kampta yoğunlaşır. Ziya Gökalp’ın izinden gidenler Orta Asya’da kuruyan iç denizden sonra Bozkurt’un rehberliğinde Ergenekon destancılarıdır ki bu fikir resmi görüşe en yakındır. İkinci grup soy sop arayışına girmeden direniş ve isyan geleneğinin sembolü olarak Şeyh Bedrettin’i seçer, onun yoluna baş koyanların serencamını anlatır ki bunlar daha çok sosyalist fikre yakın duranlardır… Bir de “Mavi Anadolu”cular var ki, bunlara göre biz bir yerden gelmemişiz, hep buradaydık ve kadim Anadolu uygarlıklarının mirasçıları ve devamıyız.
Antik dönem Helen mitolojisinin temel eserlerinin Türkçesini biz bu son gruba borçluyuz. Azra Erhat A. Kadir’le birlikte “Homeros Destanı”nı Türkçeye çevirdi. Halikarnasa Balıkçısı “Anadolu Efsanelerini”, Azra Erhat “Mitoloji Sözlüğü”nü, İsmet Zeki Eyüboğlu “Anadolu İnançları”nı ve başkaları da aynı temada bir yığın kitap yazdı.
Şimdi size anlatacağım tarihin ilk şifa hastanesinin hikayesini de biz bu insanların çevirdiği kitaplara borçluyuz.
*
Anlatacağım hikayeyi de; kâh şairlerin, söz büyücülerinin, dengbêjlerin piri Homeros’tan, kâh mitolojinin efsunlu kitaplarından derleyen Mavi Anadolucular bizim bildiğimiz dillere çevirmişler.
Biraz önce, bu hale gelmeden binlerce yıl önce, şimdi kalıntılarının arasından arazisine girdiğimiz tarihin ilk hastanesinde delirmiş, psikolojisi bozulmuş, ruhi sarsıntı geçirmiş insanları suyla, uykuyla, kitap ve tiyatroyla tedavi edecek bir mekan kurma fikri ilk defa kimin aklına gelmiş olabilir dersiniz?
Yine mitolojik bir hikayenin şahane dünyası her şeyi anlatıyor bize.
Bugünkü Yunanistan’ın sınırları içinde kalan Teselya Kralı Filegyas’ın, güzel kavramının onu tanımlamada kifayetsiz kaldığı Koronis adında çok zarif bir kızı varmış. Kız; müziğin, sanatların, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısı Apollon’la sevişir, ondan gebe kalır. Karnı burnundayken, yoluna çıkan Arkadya’dan gelen bir delikanlıyla da hemhal olur, girer günaha.
Apollon’a iyi ya da kötü her haberi kuzgunu verir. Kuzgun bunu öğrenince durur mu, hemen kötü haberi ulaştırır. Apollon öfkesini kötü haberi getiren kendisine sadık kuşundan çıkarır, hemen süt beyazı tüylerini katran karasına çevirir.
Sıra gelir Koronis’in cezasına…
Koronis’in günahını ancak ateş yok edebilir. Bir direğe bağlanır kadın, etrafına odundan bir yığınak yapılır, yığınak ateşe verilir, kadın tam yanacakken, Apollon imana gelir, yetişir, kadının karnını yarar, çocuğunu içinden çıkarır, Koronis cayır cayır yanar, bebeği de baksın diye At Adam Khiron’a verir. İşte bu çocuk, şimdi gezmekte olduğumuz kalıntılara adını veren Asklepios’tur. Ölümün kıyısından son anda hayata döndüğü için, ölüm yolundaki hastaları tekrar hayata döndüren tarihin ilk hekimi yani...
*
Bebeği yanına alan At Adam doğanın tam kalbinde yaşıyor. Her otu, her böceği, her ağacı, her çiçeği biliyor. Asklepios onun yanında, onun bildiği her şeyi öğrenerek büyür. Havayı tanır, güneşi öğrenir, suyun hikmetine vakıf olur, şifalı otları bulur, termal sulara erişir, hepsinin şifa olan özelliklerini öğrenir, zamanla cerrah da olur; o artık namı tekmil coğrafyayı sarmış bir hekimdir. Hastaları iyileştirir, ama yetmez, ölümsüzlüğün ilacını da bulmalıdır.
Zeka, sanat, strateji, ilham ve barış tanrıçası Atena; gözlerine bakanı taşa çeviren, yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavar Medusa’yı öldürtünce, canavarın bedeninin sağ tarafından akan zehirli, sol tarafından akan şifalı kanı ayrı ayrı şişelere doldurtup Asklepios’a verir. Hekim şifalı kan sayesinde bir yığın ölüyü diriltir.
Tanrıların da tanrısı Zeus, ölümsüzlük peşinde koşan, ölüleri dirilten, böylece doğal dengeyi bozan bu hekimin gücünden ürkmeye başlar. Böyle giderse yakında tanrı olacak, en iyisi onu ortadan kaldırmak… Yapar da, üstüne yıldırım salar, Asklepios’u yakarak yok eder. Apollon bu işe çok bozulur, Zeus hekim oğlunun katilidir, ondan mutlaka intikam almalı, o da Zeus’a yıldırım bağışlayan, alınlarının ortasında tek gözleri bulunan devlerini, yani Kiklopları öldürür, oğlunun cesedini alarak gökte burçlar arasına yerleştirir.
İsmet Zeki Eyüboğlu’na göre Asklepios Anadolu’da; Kuranı Kerim’in Lokman Suresi’nde de adı geçen, bazılarına göre peygamber, bazılarına göre de peygamber olmayan, Allah tarafından kendisine “hikmet” bağışlanan Lokman Hekim’den başkası değildir. Efsaneye göre Lokman Hekim ölümsüzlüğün sırrını bulur, gidip onu krala açıklayacakken yıldırım çarpıp ölür. Asklepios veya Lokman Hekim, yıldırım çarpar çarpmaz elindeki ilaç yere dökülür ve oradan her derde deva sarımsak biter. Ölümsüzlük reçetesi olan elindeki kağıt ise bir çalıya takılı halde bulunur. Anadolu’daki halk inanışına göre kağıtta “Ayağını sıcak tut başını serin, gölünü ferah tut düşünme derin derin,” sözleri yazılır.
“Düşün düşün, b…tur işin” atasözünü icat etmiş bir toplumun atalarına göre, hekimin elindeki kağıtta başka ne yazabilir ki? Yine de bir başka görüşe göre, Lokman Hekim’in eline yazdığı ölümsüzlük reçetesi, yağmurda eli ıslanınca silinmiştir.
Benzer bir hadise, Gılgamış Destanında da geçer. Ölümsüzlüğün peşinde koşan Gılgamış, yaşadığı onca maceradan sonra, ölümsüzlük otunu ele geçirir. Ancak, o da bir nehir kenarında uyurken, ortaya çıkan bir su yılanı, Gılgamış’ın torbasında ölümsüzlük otunu alır ve nehrin sularına dalarak kaybolur.
*
Hastaların suyla, uyutularak, uyandıktan sonra gördükleri rüyaları anlattırarak, ardından kütüphaneye sokularak, sonradan da tiyatro seyrettirilerek tedavi edildiği dünyanın ilk hastanesinin ortasında durdum. Her yerden bir hikaye fışkırıyordu. Başım dönüyor. Önümde büyük hamama giden kutsal yolun kapısı, arkamda amfi tiyatro, hemen yanımda da “Yılanlı sütun”…
Derler ki; İslam dünyasında Calinus adıyla bilinen (Rumi ondan, “Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun'umuz. Ey bizim Calinus’umuz” diyerek söz eder Mesnevi’de); bütün dünyanın “Hekimlerin imparatoru”, “Şeyhû’s Seyadile” (Hekimlerin Babası) unvanlarıyla taltif ettiği, tıpta fikirleri “Galenizm” diye bilinen Bergamalı Galen’in hekimlik yaptığı Bergama Sağlık Yurdu Asklepios’a MS 130 civarlarında bir hasta gelir. Girer girmez üzerindeki giysiler çıkartılır, hamamda yıkanır, beyaz harmaniler giydirilir, kutsal yoldan geçirilerek uyku odasına alınır. Uyur, uykusunda sayıklar, hekimler dinler ama hastalığının ne olduğunu bir türlü anlayamazlar. Bir süre sonra hasta kötüleşmeye başlar. Vücudu titreyerek kasılır. Hastanın zehirlendiğini anlarlar ama artık çok geçtir. Galen gelip görür hastayı, umarsız, ölmeden hastanenin dışına çıkartılmasını ister, "akrabalarına da haber verin" der. Zira bu mabedin kapısında, “Bu kapıdan ölüm giremez” yazısı yazılır.
Hastayı dönüş yolunda, ağaçların altında bir yere bırakıp oğullarına haber verirler. Hasta bırakıldığı yerde şiddetli kasılmalarla sarsılırken yanında aynı taş oyuğundan içtikleri sütü kusan iki yılan görür. Yılanlar sütle dolu taş oyuğunun etrafında birbirine saldırıyor, ısırıyor, zehirlerini süte kusuyorlar. Umarsız hasta acılarından kurtulmak için zehirli süte doğru sürünür, canına kıymak için oyuktaki sütü lıkır lıkır içer.
Sütü bitirdikten sonra yere yığılır, derin bir uykuya dalar. Hastanın oğulları babalarını almak için içeri girerler ama olması gereken yerde babaları yoktur; ararlar, çamların altında onu yüzükoyun yere kapaklanmış halde uyurken bulurlar. Ölü sanırlar. Çevirince uykudan uyanan hasta zıplayarak ayağa kalkar. Koşup babalarının iyileştiğini Hekim Galen’e haber verirler. Hekim Galen, zehre karşı panzehiri o an keşfeder. Ona bu imkanı veren hastasına da adak olsun diye, bir sütun üzerine aynı kaptan içtikleri sütü kusan iki yılan kabartması yaptırır, hastanın iyileştiği yere diker.
Yılan figürü o günden bugüne tıbbın sembolüdür.
Sütuna yaklaştım; fotoğrafını çeken turistlerin görüş alanı nı daralttım diye ters ters baktılar bana.
*
Asklepios ölünce kızı Hygieia (Hiji) hastaneyi yaşatmaya devam eder. Hastaneyi lonca düzeni içinde İlk Çağ boyunca yaşatır. İlk Çağ’da dünyanın en büyük, en ünlü hastanesidir burası. İmparatorlar, krallar hep burada tedavi görür. Şifalı sularla, şifalı otlarla, havayla, güneşle, çamurla, fizik tedaviyle, spor, müzik ve tiyatroyla hastalar burada şifa bulur. Psikoterapi ilk olarak dünyada burada denenir, farmakoloji burada doğar.
“Hijyen” kelimesi de Asklepios’un kızı Hygieia’nin adından gelir.
Eski Bergama paralarında -ki çoğunu Viyana’daki Bergama Müzesi’nde görmüştüm- Asklepios elinde yılanlı bir asa, yanında kızı Hiji olduğu halde görülür.
*
Asklepios’u bırakıp Akropol’a tırmanmaya başladık. Bugün Berlin’de bulunan Zeua Sunağı’nın yerinde soluklandık. Tek bir ağacın altında, düzgün kesilmiş bir mermer lahitin üzerinde “Carl Humann” ismi yazılıdır. Dikkatli bakmazsan bunun bir mezar olduğunu kolay kolay anlayamazsın.
Aşağıda bugünün Bergama’sı… Sanki büyük ovaya beton ekmişler de zamanla büyümüş, bu hale gelmiş gibi görünüyor buradan. Burada tarih, aşağıdaki beton ormanına meydan okuyor.
Benim aklım, Zeus Sunağı’nı alıp Berlin’e götüren keferede… Mezarı buraya nasıl gelmiş olabilir acep?
Baktım sağa sola, kitaplar karıştırdım…
Carl Humann 12 Nisan 1896’da çok sevdiği o günkü Smyrna, bugünkü İzmir’de ölür. Cesedi İzmir’deki Katolik mezarlığında gömülür. Aradan tam 58 yıl geçer, adamın adı tamamen unutulur. Mart 1954’te Alman Başbakanı Konrad Adenauer Türkiye’yi ziyaret eder. Ziyaret sırasında Başvekil Adnan Menderes’ten tuhaf bir talepte bulunur.
Bugün dünyanın sekizinci harikası olarak kayıtlara geçen Bergama Zeus Sunağı’nı yerinden söküp taş taş taşıyarak Berlin’e götüren Carl Humann’ın kemiklerinin İzmir Katolik Mezarlığı’nda alınıp Bergama’daki Zeus Sunağının söküldüğü yere gömülmesini ister.
1967 yılında Alman Başbakan’ın bu tuhaf isteği yerine getirilir, “Ölürsem beni Zeus sunağının yanındaki çamın dibine gömün” diyen Carl Humann’ın vasiyeti yerine getirilir, kemikleri İzmir’den alınıp istediği yere gömülür.
Başucunda o çam hâlâ duruyor orada. (Nazım Hikmet de böyle bir ağaç vasyet etmişti bir Anadolu köyüde!)
*
“Kanadalı Gelin” haklı! Ne bu tarihi ne de bu tarihe davranılan hoyratlığı dünyanın başka hiçbir ülkesinde görmek mümkün değildir.