Ağaç!
Kuşlar, genellikle bol yeşil yapraklı ağaçlara konmayı sever. Kurumuş, yaprakları dökülmüş, ölmüş bir ağaçta tek tük kuş bulabilirsiniz ama gümrah, yaprakları gürül gürül bir ağaç görkemini nasıl yemyeşil yapraklarından alıyorsa, dilini de kuşlardan alır. Çünkü her ağaç, tıpkı şairler gibi kuş diliyle konuşur.
Kulağıma çalındığı günden beri, duyup da not defterime kaydettiğim günden bugüne hep söyleyen Çinliyi şiddetle kıskandığım bir söz vardır, der ki, “Kalbinizde yeşil bir ağaç bulundurun. Belki şarkı söyleyen bir kuş gelip konar.”
İçinizde bir gülücük mü belirdi? Belki bir kuş kaçmıştır içinize…
*
Sadece; “Dünyanın en uzun hüznü yağıyor/yorgun ve yenilmiş insanlığımızın üstüne” dizesini yazsaydı, başka da şiir yazmasaydı, önünde saygıyla eğilip “şükran, ya şair” demek için koşa koşa yanına varacağım Erdem Bayazıt da bir şiirinin bir yerinde sözü ağaca getirir;
“İçimde yalnız ve yapraksız
Bir kavak ağacı büyüyor -çıplak ve göğe doğru-
Ama küskün ama yalnız ama yapraksız ve uzun
Bir ağlama duvarı bu”
*
Çocuklar zalimdir. Çocukken serçe avlamamış az köylü çocuğu vardır. Ben de avladım. Serçeler neden o kadar çok sever de dadanır kavak ağacına bilmiyorum ama kavak ağacı deyince aklıma önce “Sivas yangınına atılan” Metin Altıok’un;
“Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Ah kavaklar, kavaklar...
Beni hoyrat bir makasla
Eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.
Omzumda bir kesik el,
Ki durmadan kanar.
Ah kavaklar, kavaklar...
Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar,” diyen “Kavaklar” şiiri, sonra da Van’daki İskele Caddesi gelir.
Kimin aklına geldiyse büyük adammış! Şehir merkezinden göldeki feribot iskelesine kadar yedi kilometrelik düz, emperyalistlerin çizdiği herhangi bir Ortadoğu ülkesinin sınır çizgisi kadar düz caddenin sağına soluna çok eskiden kavak dikmişler. Sağlı sollu, belli bir nizam içinde… Ama caddenin günün birinde ihtiyaca cevap veremez hale geleceği, o yüzden birazcık geniş tutalım fikri gelmemiş olmalı dikenlerin aklına; her şeyimizde olduğu gibi o anı kurtarsın veya güzelleştirsin diye iki arabanın gelip geçeceği kadar daracık tutmuşlar caddeyi… Kavaklar zamanla büyümüş. Düşünsenize yedi kilometrelik bir yolda aynı boyda, aynı rüzgarda aynı nazlı edayla sallanan binlerce kavak ağacını… Bizim oralara gelen bir lise edebiyat öğretmeni o nazlı hallerini görünce;
“İskele Caddesi’nde yol boyu kavaklar
Kavaklar maviliklerde tam özgür
Yemyeşil sevdası ayrılıkların” diye başlayıp uzayan bir şiiri yazıp ezberletmişti talebelerine.
Ama şehir köylülerin istilasına uğrayıp nüfusu kalabalıklaşınca, arabalar insandan daha kıymetli hale gelince, dolayısıyla araba konforu kavak ağaçlarının güzelliğine baskın gelince, caddeyi genişletmek için o kavak ağaçlarının tümünü kestiler. Ne yaptılar, nereye götürdüler bilmiyorum ama kesilen her ağaç bir insanın yedi ceddine yetecek kadar nefesi alıp beraberinde ya bir yangının külüne götürür ya da Halil Cibran’ın demesiyle, “Ağaçlar, toprağın göğe yazdığı şiirlerdir. Bizse onları kesiyor, hiçliğimizi ve ahmaklığımızı kaydetmek için kâğıt” yapmaya götürüyoruz; fakat Van’daki kavakları kağıt yaptıklarını sanmıyorum, en çok toprak damlı evlere dam direği yapmışlardır o kadar.
Ağaçların kesilmesi, hele şehirlerde çok azı kalmış ağaçların kesilmesi o ağaçların kıymetini bilen birçok kişiyi ağlatır. Ama bu durum bazılarında hiçbir tesir bırakmaz çünkü onlar için ağaç yolu tıkayan bir engelden, inşaat sahasını işgal eden gereksiz bir şeyden başka bir şey değildir. Sen neysen, dünyaya, koca kainata nasıl bakıyorsan onu görürsün zaten!
*
Beşik ağaçtan yapılır, tabut da… Bir beşikte sallana sallana öğreniriz hayatı; bir tabutta çalkalana çalkalana gideriz hayatın olmadığı yere.
*
“Tanrı, bu ağaçlarla ilgilendi, kuraklık, hastalık, binlerce fırtına ve sellerden korudu. Ama aptallardan koruyamadı...” diyen, “milli parkların babası” doğa bilimci John Muir şunları söyler:
“Halinden memnun olmayan bir ağaç görmedim hiç. Hoşlanırmış gibi kavrarlar toprağı ve sağlam kök salmış olsalar da ona, bizim kadar yolculuk ederler uzaklara. Her rüzgarda dört bir yana uzanırlar, bizim gibi gidip gelirler, her gün bizimle birlikte güneşin etrafında iki milyon mil yol alır, uzayda kim bilir kaç mil hızla ve nerelere giderler!”
*
Her iklimin ağacı farklıdır, benzemez birbirine. Her mevsimde ayrı görünür ağaç. Kışın yaprak döker, soyunur, çırılçıplak kalır. Baharda su yürür dallarına, tomurcuk açar, canlanır. Bu yüzden hepimize ölümden sonraki hayatı hatırlatır; o canlanıyorsa, bizim günahımız ne? Bildiğimizin dışında bir ruh geziniyor içinde sanmışız, bu yüzden sınırsız bir kutsiyet atfetmişiz ona, bu hemen hemen her dinde, her inanışta böyle...
Çok eskiden beri ağacın her bahar yeniden dirilmesi, içinde ilahların ruhu dolaşıyor fikrine götürmüş biz insanları. Hâlâ Avusturalya’da, ormanların derinliklerinde yaşayan bazı kabilelerde ağaçların içinde dolaşan bu mukaddes gücün varlığına inananlar varmış. Antik dönem Yunanında da “ağaç perilerine” inanırlardı. Onlara göre bu periler ağaçlarla birlikte doğar, onunla birlikte ölürdü. Eski Mısır’da da Firavun incirinin yaprakları arasında tanrıların barındığı kanaati yaygındı. Antik dönemde her ağacın kutsiyeti farklıdır. Zeus için meşe kutsalken, Athena için zeytin, Apollon için defne, Dionyos için çınar, Afrodit için mür ağacı mukaddestir. Meşe Jupiter’in ağacıdır. Öteden beri ahali de zeytini Minerva’nın evi, Buddha ise incir ağacının altından Nirvana’ya kavuştuğuna inanmıştır.
İnsan bazı ağaçlara kutsiyet atfettikten sonra zamanla o ağaçlar özel niteliklere kavuştular. Misal selvi hayat ağacını, nar da ebediyeti ve cenneti temsil etmeye başladı. Çam, kutsal gece Noel ağacı oldu. Bazı zamanlarda da ağaç değil de dalı sembol kabul edildi. Kadim Roma’da defne dalı zaferin, zeytin dalı barışın, meşe yaprakları gücün timsaliydi. (Gılgamış Destanı’ndan, üç büyük dinin kutsal kitaplarına kadar birçok kaynakta yeri vardır. Bilinen en eski hikayede geçiyor, Büyük Tufan’da... Derler ki Hazreti Nuh, tufanın şiddeti az biraz azalınca, hayatın başlayıp başlamadığını öğrenmek için beyaz bir güvercin salar dünyaya. Konmak için bir ağaç dalı veya toprak parçası bulamayan güvercin bir süre sonra gemiye geri döner. Nuh bir müddet sonra güvercini tekrar salar. Güvercin bu kez ağzında taze koparılmış bir zeytin dalı ile geri döner. Evet, tufan bitmiş sular çekilmiştir! İşte bu yüzden ağzında zeytin dalı tutan beyaz güvercin, tarih boyunca barışın ve yeniden doğuşun sembolü olmuştur.)
Kutsal ağaçlara türlü türlü isimler vermiş insanlık. Semavî ağaç, insanlık ağacı, hayat ağacı, bilgi ağacı… böyle uzayıp gider. Bazı Çin ve Hint kavimleri ise dünyanın eksenini ağaç olarak düşünmüşler; aynı inanış Kızılderililerde de var. Eski Hint inanışında evren devasa bir ağaç şeklindedir.
Hintlilerin kutsal metinleri Upanişad’larda kâinat, kökleri semada, dalları yeryüzünde ters dönmüş bir ağaç olarak yer alır. Ters dönmüş semavî ağaç telakkisi Yahudilikte de var. Yahudilikte hayat ağacı yukarıdan aşağıya doğru uzanır. Birçok mitolojide insanın kendisinden geldiği, ölümden sonra ruhların tekrar ona döneceği bir “hayat ağacı” motifi vardır. Hazreti Adem’in cennetten kovulmasına sebep “bilgi ağacı”nın her semavi dinde yeri vardır. Hazreti İsa’nın çarmıhının ana malzemesi de ağaçtır.
*
Yine dönelim yukarıda yardıma çağırdığımız John Muir’e. Şu paragraf da onundur:
“Ağaçlar hep en etkileyici vaizler olmuştur benim için. Ormanlar ve korularda halklar ve aileler halinde yaşayan ağaçlara hayranım ben. Tek başına duran ağaçlara daha da hayranım. Yalnız insanlar gibidir onlar. Şu ya da bu zaaftan ötürü sıvışıp giden münzeviler gibi değil, yalnızlaşmış büyük insanlar gibi, Beethoven ve Nietzsche gibidirler. Tepelerinde uğuldar dünya, kökleri sonsuzluğa uzanır ama sonsuzlukta kaybolup gitmez, var güçleriyle tek bir şey için, onlara özgü, onlarda içkin yasayı yerine getirmek, büyüyüp serpilmek, varlıklarını ortaya koymak için çabalarlar. Hiçbir şey daha kutsal, hiçbir şey daha mükemmel değildir güzel, güçlü bir ağaçtan...Tapınaktır ağaçlar. Onlarla konuşmayı, onları dinlemeyi bilen hakikati öğrenir. Öğretiler ve reçeteler vaaz etmez onlar, münferit şeylere aldırmadan hayatın kadim yasasını söylerler...”
Yine de kimsesiz ormanda devrilen ağaç ses çıkarmaz!
*
Ağaçları kesip betondan tabutluklar inşa ettik kendimize şehirlerde. Şehirlerin betona bu kadar teslim olmadığı zamanlarda yazmış Ahmet Hamdi Tanpınar “Beş Şehir”de:
“Eski İstanbul’da mimarinin saltanatına rekabet eden başka güzellik varsa o da ağaçlardı. Fakat buna rekabet denebilir mi? Doğrusu istenirse, ağaç, mimarimizin ve bütün hayatımızın en lütufkâr yardımcısıdır. Beyaz mermerle, yontulmuş taşla uyuştuğu kadar, harap çatı ile, süsleri bakımsızlıktan kaybolmuş, yalağı kırılmış çeşme ile de uyuşmasını bilir. O, güneşin adına söylenmiş bir kasideye benzer.”
*
Orhan Veli, mahallelerindeki tek ağaçla konuşur. Mahallede başka ağaç olsaydı o tek ağacı o kadar sevmezdi şair. Ama ağacın bir kusuru var, onlarla beraber kaydırak oynamayı bilmiyor. Bilseydi eğer onu daha çok sevecekti. Kurumasına dayanamayacağı için de diyor ki;
“Güzel ağacım!
sen kuruduğun zaman
biz de inşallah
başka mahalleye taşınmış oluruz.”
Orhan Veli’yle aynı kıza aşık, ama yine de hep “ranza arkadaşı” gibi birbirine yapışık; onların bu halini gören Hasan Ali Yücel’in hayretler içinde “birbirinizi dövmüyor musunuz?” diye sorduğu Melih Cevdet’in de tanıdığı bir ağaç var, Etlik bağlarının orada. “Rahatı kaçmış bir ağaç”tır onunki. Ama çok bilgedir ha… Geceyi, gündüzü biliyor, dört mevsimi, rüzgarı, karı biliyor, ay ışığına bayılıyor fakat tek kusuru var; karanlıktan memnundur… Bu yüzden şair kızar ona, ona gününü gösterecek bir şey bulur:
“Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin”
Turgut Uyar da bir sabah “uyanıyor”, bir de bakıyor ki “akılalmaz bir kış sonu”…
“Kalktım ki şaşırdım,
önümde pencere, geride deniz,
gök felâket,
ağaçlar uyuyor daha.
Kalktım ki evet
ağaçlar uyuyor.
Nisan ölümleri umursamıyor,
insanlar habersiz,
ağaçlar uyuyor.
*
Kuşlar genellikle yeşil yapraklı ağaçlara yuva yapar. Kurumuş, yaprakları dökülmüş, ölmüş bir ağaçtaki kuş yuvası, savaşta dört yanı kuşatılmış, çaresiz askere benzer. Hüzünlü, korunaksız… Ağacın halini Ahmet Haşim şöyle bir dörtlüğe döker:
“Gün bitti. Ağaçta neş'e söndü.
Yaprak âteş oldu, kuş da yâkut.
Yaprakla kuşun parıltısından
Havzın suyu erguvâna döndü.”