Rahatını kaçırmayan aydın ya da Bediüzzaman'ın odası!
Hikmet dolu, duyanlar, okuyanlar ders alsın, ders alsın da o dersi kendine rehber yapsın; insanı bulunduğu yerden alıp gizemli bir diyara, bilmediği bir yere, çocukların rüyalarında gördüğü, büyüklerin hayalini kurduğu masal ülkesine, sadece seyyah çarıklarının bastığı altın kubbeli, çeşmelerinde şerbet akan çok uzak şehirlere götüren büyülü hikayelerin müptelasıyım çocukluğumdan beri. Okuduğum her kitapta böyle bir hikaye çıksın karşıma isterim.
Doğu anlatılarında bu hikayeler o kadar çok ki...
Bir köye gidip, köyün suyundan içen herkesin delirdiğine şahit olan, bir süre debelendikten sonra çaresizce o sudan içip köydeki herkese benzemek için delirmeyi göze alan adamın hikayesini mi; padişahın düzenlediği en güzel resim yarışmasında karşı karşıya gelen iki ressamın aralarına çekilmiş bir perdeyle yarışmaya girmeleri üzerine, birisi şahane bir manzara resmi yaparken ötekinin onun tam karşısına bir ayna asması hikayesini mi; Hazreti Yakup’un Azrail’den, “Canımı almaya gelmeden önce haber ver de ölüme hazırlanayım,” demesinden bir süre sonra Azrail gelince Yakup’un “Hani haber verecektin” diye sorması üzerine, “Sana tam üç haberci gönderdim ya Yakup, fark etmedin; saçların ağardı, bedenin zayıfladı, belin büküldü” demesini mi; yoksa “Mesnevi” ve birçok kitapta geçen, birçok mecliste anlatılan şu hikayeyi mi istersin?
*
İsfahan’da hayatı taparcasına seven, ölümden şeytandan korktuğu kadar korkan zengin mi zengin bir tüccar varmış. Bir akşam işinden gücünden yorgun argın, yolda hayaller kura kura, o gün kazandığına sevine sevine evine dönmüş, bir de bakmış ki kapının eşiğinde Azrail onu bekliyor. Bir anda yüzüne ağır bir tokat gibi inen dehşeti, hikayeyi anlatan hiçbir anlatıcı şu ana kadar doğru düzgün tarif etmemiştir. Öfkelenmiş, bir anda Azrail’e, “Benden ne istiyorsun?” diye çıkışmış. Tam Azrail ağzını açıp geliş amacını açıklayacakken dönmüş, oracıkta duran atının sırtına atlamış, karnına basmış topuğu, at şahlanmış, aniden rüzgar olup uçmuş. Üç gün üç gece durup soluklanmadan, bir şey yiyip içmeden sürmüş atını, gide gide, aynı adla bir roman yazmış olan Amin Maalouf’un “Dünyanın güneşe dönük en güzel yüzü,” diye iltifat ettiği Semerkant şehrine varmış. Güvenli, Azrail’in gelip kolay kolay kendisini bulamayacağı korunaklı bir yere varmanın rahatlığıyla sabahı etmek için bir hana girmiş. Bir oda istemiş hancıdan, hancı odayı vermiş, yukarı çıkmış odanın kapısın açmış, içeri adımını atar atmaz, yatağının üzerine oturmuş, gözlerini kapıya dikmiş, kendisini bekleyen Azrail’le karşılaşmış. Donmuş kalmış adam. Azrail kısa bir süre adamın kendine gelmesini bekledikten sonra demiş ki: “Tam zamanında geldiğine sevindim. İzini kaybedeceğimden korkmuştum. Gecikeceğinden… Zira Isfahan’da konuşmama izin vermedin, lafımı ağzıma tıkadın, tam sana geliş amacımı açıklayacakken atına atladın, kaçtın. O gün orada konuşmama izin verseydin sana üç gün sonra Semerkand’ta bu handa, bu odada buluşacağımızı söyleyecektim.”
*
Adı gibi tam bir “Allah’ın kulu” olan rahmetli dayım Cebrail, bu hikayeleri anlatırken, hemen hemen hepsini en tanınmış Abbasi halifesi Harun Reşid ile Behlül Dana’ya (o Balül derdi) mal ederdi. Belki de onun halifeliği sırasında, Behlül’le ilgili anlatılan çokça masal, hikaye ve kıssalardandır. (Harun Reşit bir gün fellik fellik her yerde Behlül’ü aramış, bulamamış sarayda. Bir süre sonra onu mezarlıkta uyurken bulmuşlar halifenin adamları. Alıp hemen huzura getirmişler. Behlül sitem etmiş Halife’ye, “Neden yaka paça getirdin beni buraya, mezarlıkta ne güzel, servinin gölgesinde mışıl mışıl uyuyordum. Muhteşemdi her şey, rüyamda padişah olmuştum, azametli tahtımda oturuyordum, istediği buyruğu veriyordum, memleket dirlik düzenlik içindeydi, keyfime diyecek yoktu.” Harun Reşit kahkahayla gülmüş, “Ey Behlül, uykuda padişah olmak ne ki, iş mi o?” demiş. Behlül gayet ciddi bir ifadeyle cevap vermiş, “Ne fark eder ey Harun? Ben gözlerimi açınca padişahlıktan oldum, sen de gözlerini kapatınca padişahlıktan olacaksın”.)
*
Sözlü hikaye dünyasından yazılı hikaye dünyasına geçtiğimde ilk önce karşıma Sait Faik’in hikayeleri çıktı. Hiç birisi dayım Cebrail’in anlattığı hikayelere benzemiyordu. Masal dünyasından gerçek hayatın belirli bir yere açılan kapısından girdiğimde birileri elime “Sosyalizmin Alfabesi”ni tutuşturdu. Kafam oldu kazan. Köy romanları derken, “Felsefenin Temel İlkeleri” kitabı geçti elime ardından. 70’li yıllarda daha çocukken köyde dinlediğim hikayelerin dünyasından fersah fersah uzak bir fikrin tutsağı oldum çıktım. Bunun bir tutsaklık olduğunu da 50 yaşıma gelince öğrendim.
O zamana kadar hayat çok kolaydı. Doğruluğuna binde bin inandığım bir düşüncem vardı, o düşüncenin milyonlarca kitabı, yazarı, şairi, hikayesi, romanı vardı. Oku oku bitmezdi. Benim gibi ona inanan binlerce düşündaşım vardı. Rahatını bozmazsam, başka şeyleri merak edip sınırları aşmazsam, başka mahallelerde, hatta şehirlerde olup biteni merak etmezsem ölünceye kadar bu “fikri rahatlığı” başka bir deyimle “düşünsel konformizmi”sürdürmem mümkündü.
Ne yazık ki bu fikri rahatlık, Tanzimat’tan beri entelijansiyamızın en sevdiği şeydir. Bir fikre inan, bir cemaate katıl, kıpırdama oradan, farklı bir şey söyleme, çizginin dışına çıkma, onların deyimiyle “ihanet” etme “davaya”, yaşadıkça çok rahat yaşarsın. Nasılsa birisi senin yerine her şeyi düşünmüş. Tırnağın nasır bağlarsa da önderin, şeyhin, üstadın sana bir reçetesi var, aşık olursan da… Nasıl bir hayat sürdüreceğini de o söylemiş sana, hangi kitapları okuman gerektiğini de… Hatta iktidara nasıl geleceğinin yolu da var onda! Sana kalan onun izinden gitmek, fikirlerini özümsemek, kitaplarını okuma zahmetine katlanmak, o kadar! Başka da bir şey yapmak gerekmiyor; ha bu arada ölmen gerekiyorsa artık bu kadar olacak, öleceksin! Onu da önder yapacak değil ya! Bu sol olsun sağ olsun memleket aydınlarının dünyasını kuşatan bütün ideolojiler için geçerli…
Anlayacağınız herkes kendi doğrusunun peşinde. Oysa doğru başkasının bize empoze ettiği şey değil, vicdanımızın kabul ettiği şeydir. “Vicdanımızın kabul etmediği her hareket hanemize günah yazılır” demiş Hüseyin Rahmi. Varın düşünün günahkarlığımızı! Ha bu arada bu bahiste Alman filozof Lessing’in muhteşem bir sözü var; yazayım buraya da belki yolumuza ışık olur:
“Herkes neyi hakikat sayıyorsa onu söylesin ve hakikatin kendisi emanet olsun Tanrı’ya!”
*
Belki de yukarıda işaret ettiğim “kendi fikrimin tutsaklığından” olsa gerek mesela 2000’li yılların ortalarına kadar Bediüzzaman’la tanışmadım. Şimdi kütüphanemde elime geldikçe karıştırıyorum onun kitaplarını da. Geçenlerde bir risalesinde şu hikaye çıktı karşıma. Hani çocukluğumdan beri her kitapta karşıma çıksın diye beklediğim hikayelerden…
“Mektubat”ta geçiyor hikaye, şöyle:
Bir zamanlar ehl-i kalp iki çoban varmış. Sürülerini güderlerken acıkmışlar; ağaçtan kaselerine süt sağıp ekmeklerini doğrayıp yemişler. Nasıl olduysa kasenin dibinde bir miktar süt kalmış. Birisi kaval çalmaya başlamış, o kaval çalarken ötekinin uykusu gelmiş. Arkadaşı onu rahatsız etmemek için kavalını süt kasesinin üzerine bırakmış. Bu arada da uyuyan arkadaşına bakmış. Bir sinek gelmiş, uyuyanın burnundan girmiş, öteki burun deliğinden çıkmış, uçarak kavalın deliğine girip çıkmış, uçarak gevenin altındaki deliğe girip kaybolmuş. Sonra tekrar çıkmış oradan sinek, aynı hareketi tekrarlamış. Bu arada uyuyan uyanmış ve arkadaşına, “Ey arkadaş, acayip bir rüya gördüm,” demiş. Arkadaşı “Allah hayır eylesin, ne gördün rüyanda?” diye sormuş. Arkadaşı anlatmaya başlamış rüyasını:
“Sütten bir deniz gördüm. Üstünde acayip bir köprü vardı. Köprü böyle boru gibiydi, pencereleri vardı O köprünün içinden geçtim. Bir meşe ormanı çıktı karşıma, ağaçların uçları hep sivri… Altında bir mağara gördüm, içine girdim, mağaranın içi ağzına kadar altınla doluydu. Acaba rüyamın tabiri nedir?”
Uyanık arkadaşı cevap vermiş:
“Gördüğün süt denizi aha şu çanaktaki süttür. O köprü de aha şu kavalım. Başı sivri meşe ormanı da aha şu gevendir. O mağara da aha şu gevenin altındaki küçük deliktir. Haydi bulalım bir kazma bulalım, sana hazineyi göstereceğim.”
*
Tez elden bir kazma bulmuşlar. Geveni altındaki delikten kazmaya başlamışlar. İkisinin yedi ceddine yetecek büyük bir hazine bulmuşlar.
Hikayeyi anlattıktan sonra Bediüzzaman işin şerh kısmına girişir ki o kısım yazımın meramının dışında kalıyor, merak edenler bulup okuyabilir. Ancak hikayeyi okuyunca, bu hikayeyi çok iyi bildiğimi hatırladım, ta çocukluğumdan beri… Ama bu kez dayım Cebrail anlatmıyordu. Sesi güzel olanlar, soluğu kuvvetli, makam bilen, çokça musikişinas dengbêjler giriyor devreye. Meşhur bir Kürt destanı, “Dimdim Kalesi Destanı”nın girişinde anlatılır bu hikaye. Belki de bu destanı yazan ile Bediüzzaman’ın kaynağı aynıdır bilmem ama Erebê Şemo tarafından Sovyet Ermenistan’ında bundan yarım yüzyıldan fazla bir zaman önce romanı da yazılan, Kürtlerin yaşadığı her yerde beş altı değişik versiyonu olan bu destanın manzum kısmından önce anlatılan hikaye kısmı şöyledir:
*
Hezarcot, Irak’ta kalan bir büyük ovanın adıdır. Bu ovada azametli ağaların yanında yiğitliğiyle nam salmış bir adam daha yaşamaktadır, adı Xan Umer’dir (Ömer Han). Ömer Han, ona her aklı veren annesi Lale Han’la yoksul evinde birlikte yaşamaktadır.
Ömer Han, sıcakların etrafı kavurduğu bol yıldızlı bir gecede yoksul evinin kuytu odasında derin bir uykuya dalar. Düşünde, güneş ve ayın aynı anda yoksul odasının içine doğduğunu görür. Korkudan tir tir titreyerek uyanır, düşünü yorumlasın diye annesine koşar. Uyandırır Lale Han’ı uykusundan, düşünü anlatır. Lale Han da bir anlam veremez, bu tuhaf düşü yorumlamak onu da aşar. “Hele uyu oğlum, sabah bir hocaya, bir rüya tabircisine gideriz,” der. Sabah olunca ana-oğul bir imama giderler. Han düşünü anlatır ona.
İmam, kara kaplı kara kitaplar açar, rüya tabirlerine gömülür, uzun uzun düşünür ve Ömer Han’ın düşünü yorumlamaya başlar:
“Güneş önderliği sembolize eder, güneşin yerine geçeceksin, bir büyük dünyaya hükmedeceksin, yanında yörende çok insan olacak. Ay varlıklı olmanın sembolüdür, bu gökcismi seni bir hazineye götürecek. O hazinenin verdiği güçle, bir büyük orduya komutanlık yapacaksın, sana umut bağlayan çok kişi olacak... Bulacağın hazine o kadar büyük bir hazinedir ki, girişeceğin savaşta yedi yıl boyunca seni ve ordunu beslemeye yetecek.”
Ömer Han, rüya tabircisinin anlattıkları karşısında dehşete kapılır. Ne zengin olmak istiyor ne de birilerine başkaldırmak. Durup dururken neden isyan etsin ki? İyisi mi bu diyarı terk etmeli. İsyana kalkışmayacağı bir yere gitmeli. (Yazının başında anlattığımız Azrail’den kaçan adamın hikayesini unutmayın!) Niyetini annesine açar, annesi gönülsüz göçü kabul eder.
Ömer Han, Isfahan’a gider, bir süre sonra yolu İran Şahı’nın sarayına düşer. Saraya hizmetçi olarak girer. Yedi yılın sonunda fark edilir, saray hizmetçiliğinden Şah’ın özel hizmetçiliğine terfi eder. Sonra da Şah Abbas’ın av arkadaşlığına...
Günün birinde Şah Abbas’la Ömer Han ava giderler. Yollarına bir aslan çıkar. Aslan Şah’ın üzerine atılırken, Han tez davranır, sol elini aslanın Şah’ı parçalamak üzere olan ağzına sokar. Aslan, Han’ın kolunu yemekle meşgulken, Han kılıcını çeker aslanı öldürür. Sadık köle Ömer Han, efendisini ölümden kurtarır.
Şah derhal buyruk verir, Ömer Han’ın kesik kolu yerine altından bir kol yaptırır. O günden sonra Ömer Han’a yeni bir lakapla anılır. Bundan böyle Ömer Han’ın yeni adı, “Xanê Lep Zêrîn” (Altınkollu Han)’dır.
Şah Abbas av tutkusundan vazgeçmez, yine günlerden bir gün sadık adamı Ömer’i yanına alır, dere tepe, ova bayır avlanır. Geyik peşinden koşmaktan, tavşan kovalamaktan yorgun düşen Han’la Şah bir çobana konuk olurlar. Çoban, iki meçhul avcıya süt sağar. Ekmek çıkarır. Sütü içen Şah’ın uykusu gelir, çoban kaval çalar, Han nöbete durur. Şah uykuya dalınca çoban, dibinde biraz süt kalmış kabın üstüne kavalını bir köprü gibi bırakır. Han gözleriyle şahit olur, Şah düşünde görür.
Han gözleriyle şahit olur. Bir sinek taşkırandan çıkar, uçar gelir, kavalın bir deliğinden girip öbür deliğinden çıkar. Havada bir kavis çizdikten sonra Şah’ın bir burun deliğinden girer, öbür delikten çıkar, uçar taşkıranda kaybolur.
Şah düşünde görür. Kanatları vardır uçuyor. Uçtukça altında bembeyaz köpükleriyle bir derya akıyor... Süt beyazı bir derya. Bir de bakar ki sütten deryanın üzerinde bir tünel köprü. Uçar köprünün tünelinden girer, öbür uçtan çıkar. Çıktığı yer kurtuluştur, çıktığı yer sonsuz özgürlük... Ürker, korkuyla uyanır. Gündüz gözüyle bir tuhaf düş görmüştür.
Düşünü sadık kölesi Han’a anlatır:
“Bir düş gördüm ki herkese nasip olmaz. Sütten bir deryanın üstünden uçtum, tünel gibi bir köprüden geçtim. Düşümde gördüğüm bir büyük hazinedir. Bir hazine ki, cümle Acem mülküne bedel... Bir hazine ki, tekmil Acemistan’ı doyurur.”
Han, gözleriyle gördüklerinin Şah’ın düşüyle çakıştığını anlar. Derhal tedbir almak gerekir. Şah’ın dikkatini başka yöne çekmeli, ona gördüğü düşün gündüz düşü olduğunu anlatmalı.
“Düşün hayırlı olsun Şahım. Sadık kuluna soracak olursan, gördüğün gündüz düşüdür. Hem siz şahların, mirlerin, padişahların düşü hep mal mülk üzerinedir, hep hazine düşlersiniz. Önemsemeyin, gündüz düşlerine itimat etmeyin.”
Dönüş yolunda Han bir bahane uydurur. Geri dönmek ister. Dinlendikleri yerde yüzüğünü unuttuğunu söyler. Şah, “Gel vazgeç, sana altından bir yüzük yapalım” der. Han, yüzüğün üzerinde babasının adının yazılı olduğunu, ölünceye kadar yanından ayırmayacağını söyler. Şah saraya gider, Han taşkırana geri döner.
Geri dönerken korkusundan kaçtığı, ata yurdunu terk ettiği düşünün peşinden geldiğinden bihaberdi. O sırada orada önemli bir şey olduğunu biliyor ve bulacağı şeyin heyecanı, ona yıllar önce gördüğü düşü hiçbir şekilde hatırlatmıyordu. Şah’ın düş gördüğü yere dönerken, aslında kendi düşünü takip ettiğini bilmiyordu.
Süt içtikleri yere gelir ve sineğin kaybolduğu yeri kazar, taşkıranda bir kutu bulur. Kutuyu açar, içinden bir parşömene yazılmış yazı çıkar. Parşömeni alır, eski hattan anlayan bir imam arar. Bulur imamı, okutur ona, bulduğu şeyin hazine olduğunu ilim irfan sahibi, ancak gözü parada pulda olan, bu yüzden de boynunu Han’ın kılıcına kaptıran imam tarafından da tescil edilir.
Han eve döner, durumu annesine bir bir açıklar. Annede akıl çok, kadının aklı ikisine de yeter:
“Oğlum çabucak kalk git, Şah’tan bir öküz derisinin kaplayacağı kadar yer iste”der.
Han annesinin öğüdüne uyar; gider, bir öküz derisinin kaplayacağı kadar yeri alır Şah’tan.
Lale Han öküzü kestirir. Derisini suya yatırır. Günlerce suda kalan deri yumuşar. Basra’dan birkaç Çingene getirtir. Öküz derisini iplik yaptırır. İpliği iğnenin deliğinden geçirir. Metrelerce ip elde eder. Hazinenin etrafını bu iple çevirir. “Dimdim Kalesi”nin temelleri bu alan üzerinde atılır.
Kalenin inşası biter. Han yöresine cümle kaçakları toplar, düzene başkaldırmış asileri alır, kaleye kapanır ve Şah’ın kervanlarını soymaya başlar. İsyan bayrağını çeker!
Kürt sözlü kültürünün en meşhur anlatılarından birisi olan “Dimdim Kalesi Destanı”(Kela Dimdimî) böyle başlar.
*
Azrail’den kaçmak için Isfahan’dan Semerkant’a giden zengin adamın hikayesindeki adam da; rüyasında gördüğü büyük adam olma korkusundan köyünden Isfahan’a kaçan Han Ömer de kaçtılar kaçmasına da, ikisi de başına gelecek olandan kaçamadılar.
Siyasi fikirlerimize olan esaret ve düşünsel konformizme gelince… Bediüzzaman, yukarıdaki çoban hikayesini şerh ederken der ki:
“Meselâ, senin dar bir odan var. Fakat dört duvarını kapayacak dört büyük ayna konulmuş. Sen içine girdiğin vakit, o dar odayı bir meydan kadar geniş görürsün. Eğer desen, ‘Odamı geniş bir meydan kadar görüyorum’; doğru dersin. Eğer ‘Odam bir meydan kadar geniştir’ diye hükmetsen, yanlış edersin”.
Acaba Tanzimat’tan beri bizim sorunumuz bu mu? Düşünmeye değer.