"Hafıza Herkülü" veya Atatürk Yalman'ı nasıl affetti?
“Ben bir bezirgânım ki/Dokunmuş bir metre basmam bile yok/Komşulara üzüm için söz verdim/Hâlbuki bahçemde/Bir tek asmam bile yok” demesine bakmayın; yaşadıkça hepimizden zengin olan (zira eşiyle cumartesi günleri Boğaz vapuruna biner, İstanbul yalılarından beğendiklerini satın alır, akşama da Bostancı’daki kiralık evlerine dönerlerdi) muzip, şakacı, denemenin Nirvana’sına çıkmış Salâh Birsel, denemede ne kadar büyük bir ustaysa, o derece usta bir günlük yazarıdır da. Onun için ha şiir, ha deneme, ha günlük olmuş fark etmez, hepsini aynı lezzetle havalandırır.
“Aynalar Günlüğü” (Sel Yayıncılık) 1986-88 yıllarını kapsar. Günlük mü, anı mı, deneme mi ayırt etmek zor. Lezzetli her şey gibi lezzetli, hatta lezzetli çok şeyden daha lezzetli.
*
12-13-14 Haziran 1987 günlerinde bir “Hasan Çelebi”den bahseder Salah Bey. (Şu “bey” sıfatını yazar ve şairler içinde en çok Sezai Karakoç, Salâh Birsel ve Enis Batur’a yakıştırırım nedense, belki Hilmi Yavuz’la Doğan Hızlan’ı da eklemek lazım bu listeye.)
Bahsettiği; “Tezkiretü’ş-şuarâ” adlı eseriyle tanınan şair edip Kınalızade Hasan Çelebi değil; “Şeyh-ül hattatin” olarak bilinen, 2011 yılında aldığı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde “Şahsımda bu sanata münasip görülen bu nişanı, mazide emeği geçmiş olanlara vekaleten, muasırlarıma asaleten, nesli cedide de niyabeten kabul ettiğimi bildirir hürmet ederim,” diyerek sanatının sürekliliğini veciz bir şekilde özetlemiş olan Hattat Hasan Çelebi hiç değil. O halde Ankara’dan İstanbul’a gelir gelmez Salâh Birsel’i arayan, Salâh Birsel’in de Barlas Özarıkça, Behzat Ay, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Ahmet Köksal, Müslüm Çelik ve o gün “trafiğin kurbanı olan” Refik Durbaş’la aynı masada, 12 Haziran 1987 günü saat 16’da Bostancı’da o zamanlar “Kargalı Kahve” olarak bilinen İstasyon Kahvesi’nde buluştuğu Hasan Çelebi kimdir? Benim bu yazıyı yazana kadar onun hakkında hiçbir malumatım yoktu. Ama Salâh Bey, kırk yıldan beri tanıyormuş onu. Tam kırk yıllık dostmuşlar. Hasan Çelebi’nin hayatını kuşatan tek şey şiirmiş. Bu tutku onda 5-6 yaşlarında baş göstermiş. Ama çok uzun bir süre şiir yazmaya yanaşmamış. Ona “neden yazmıyorsun?” diye sorduklarında hep aynı cevabı vermiş:
“Şiire aşırı saygım var.”
*
Bu şiire duyduğu “saygısından” şiir yazmayan şair kimdir diye iyice meraklandım. Mösyö Google’da Hasan Çelebi hakkında sadece iki kısa makaleye rastladım. “08 Haber” sitesinde yayınlanmış Rasim Yılmaz imzalı “Şiir ustası Hasan Çelebi’nin ardından” başlıklı makalesi ile Mustafa Ekmekçi’nin 9 Nisan 1984 günü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan makalesine… Bunların dışında başka da bir bilgi çıkmadı karşıma.
Mustafa Ekmekçi, Hasan Çelebi’nin o sırada çıkan “İkiz Kuşku” adını verdiği “şiir-taşlama” kitabından bahsediyor. Çelebi’nin “Fahriyye” adını verdiği bir dörtlüğünde kendini şöyle övdüğünü yazıyor Ekmekçi:
“Son ustasıyım taşlamanın, bunda yalan yok…
Ustamsa, işin kurdu tek öğretmenim Eşref.
Bir balmumudur dil ve aruz usta elimde
Benden büyük az kimse var; artık benim Eşref.”
Ekmekçi, bir de “Acıya Selam” adını verdiği şiirine yer ayırır o günün “Ankara Notlar”ında:
“Bizdik iplik iplik dokuyan güzü
İğneye geçiren gece gündüzü.
Yalnız biz taşıdık ölümüzü biz…
Bilmesinler diye öldüğümüzü.”
5 Ekim 2008’de öldüğünü belli ki çok az kişi bildi. “Cinlerin ördüğü bir perde midir belli değil/Artvin yerde midir gökte midir belli değil” dediği bu şehrin Borçka kazasında 1919’da Salâh Birsel’le aynı yıl dünyaya gelmiş Hasan Çelebi. Salâh Bey 1999’da vefat ettiğine göre Hasan Çelebi “kırk yıllık dostundan” 12 yıl fazla yaşamış. İstanbul Erkek Lisesi, İstanbul Askeri Tıp Fakültesi ile İstanbul Edebiyat Fakültelerini bitirmiş.
Çok uzun seneler Yahya Kemal ile Necip Fazıl Kısakürek’in yakın çevresinde bulunmuş.
Rasim Yılmaz'ın demesine göre, ölünceye kadar hep sosyalist olarak yaşamış. Ama dini inanca ve siyasi fikirlere olan saygısını hiç elden bırakmamış; eşi ile kızı oruç tutarken bir güne bir gün yanlarında yemek yememiş, su dahi içmemiş. Hayatı hep gurbet ellerde geçtiği için, vefat ettiğinde vasiyeti üzerine cenazesi doğduğu yere götürülmüş, Borçka’da toprakla buluşmuş.
Arkasından üç kitap bırakmış; “Borazan” ve “İkiz Kuşku” adında “taşlama-şiirleri” ile “Mağara Resimleri” adlı şiir kitabını…
*
Salâh Bey’in günlüğünden Hasan Çelebi’nin bir muhabbet deryası olduğu sayfalardan taşıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar; “nasılsa onun gibi şiir yazamam” diyerek şiirden vazgeçip romana yönelmesine (iyi ki de öyle olmuş!) sebep olan Yahya Kemal’e dağlar kadar hayranken, günün birinde onun bir beytinde de bir “sakatlık” bulduğunu söylemiş Hasan Çelebi o gün Kargalı Kahve’de Salâh Bey ve masadakilere. Ahmet Hamdi, Yahya Kemal’in;
“Dolu rüzgarla çıkıp ufka giden yelkenli
Gidişin seçtiğin akşam saatinden belli”
beytinin çok güzel olduğunu belirttikten sonra demiş ki:
“İkinci dize anlam bakımından ters. Gerçekte şöyle olmalıydı: ‘Akşam saatidir, gidişinden belli.’”
Salâh Bey bunu “aruzun cilveleri”ne bağlar, bazen “aruz” şaire istemediği şeyleri söyletir çünkü. Ahmet Hamdi bulduğu sakatlığı Yahya Kemal’e de söylemiş, beytinden kıl aldırmayan büyük şair hak vermiş olacak ki gıkını çıkarmamış.
*
Hasan Çelebi uzun yıllar Yahya Kemal’in çevresinde bulunmuş dedik. Yahya Kemal, divan şairleri içinde en çok Baki, Naili-i Kadim ve Nedim’i beğenirmiş. Ona göre Sinan mimaride ne yapmışsa Baki de şiirde onu yapmış.
Yahya Kemal 1912’de “mektepten memlekete” döndüğünde genç şairlerin çoğu kendinden geçmiş. Çelebi’in Salâh Bey’e dediğine göre, Yahya Kemal bu genç şairlerin yanında öksürdüğünde, “Vay be ne muhteşem bir musiki” diyerek havalara uçuyor, lütfedip kendi şiirlerinden birini okuma zahmetine katlandığında ise, “vay be ne harika bir şiir” diye iki yana baş sallayıp adeta bayılıyorlar.
O yıllarda genç bir şair olan Halit Fahri (Ozansoy) durumlarını, kendini de katarak şöyle hicveder:
Bahara bayılırım
Kırlara yayılırım
Kışın uyuşur kalır
Baharda ayılırım
Mithat Cemal gelincik
Yahya Kemal papatya
Ben onlara nispetle
Yasemin sayılırım
Gençlerin Yahya Kemal’e böyle “garpten gelmiş ilah” muamelesini yapmalarının saçmalığına ilk uyanan İbrahim Alâettin (Gövsa) olmuş. Çelebi’ye göre şu dörtlüğü döktüren odur:
Şairim der de tufeyli yaşatır gövdesini
Dayayıp köhne Nedim artığı üç beş satıra
Senelerden beridir, aynı sakız aynı ceviz
Seneler var ki doğursun diye baktık katıra
*
Bunları okurken, “o gün Bostancı’da o masada olmak vardı” dedim kendi kendime. Belli ki Hasan Çelebi iki kelimenin değil, muhabbetin hepten belini kıran adamlardan. Salâh Bey, günlüğünde Hasan Çelebi’yi “bir bellek Herkülü” olarak nitelendiriyor, “bir Berta topu…” diyor onun için.
Çünkü beğendiği bir şiiri iki, bilemedin üç okuyuşta hemen ezberliyor Hasan Çelebi. Yahya Kemal’in “Kendi Gök Kubbemiz"inden 618 dize yani 42 şiir ezberinde olduğu gibi “Eski Şiir Rüzgarıyla”dan da 472 dize yani 38 şiir var hafızasında. Hepsini yanlışsız, teklemeden ve atlamadan okur.
Ezberinde en çok şiiri bulunan ikinci şair ise Necip Fazıl Kısakürek’tir. Onun da 972 dizesini, yani 49 şiirini ezber bilir. Nazım Hikmet ise üçüncü sıradadır, ondan da 200 dize var hafızasında. “Divan”, “Tanzimat”, “Servetifünun”, “Fecriati” şairlerinin ise hesabı yok. Arkalarından gelenlerin de… Mesela Şeyh Galip’in 1900 ikilikten oluşan “Hüsn-ü Aşk”ından 1000 dizesini ezber okuyor.
*
Salâh Bey, Hasan Çelebi’nin sadece şiir değil, düzyazı ezberlemede de üstün yetenekli olduğunu söyler günlüğünde. O gün Kargalı Kahve’de söz oraya nasıl geldiyse Hasan Çelebi; gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın 1952 yılında Malatya’da Hüseyin Üzmez tarafından silahlı saldırıya uğraması üzerine, Üzmez’i cinayete özendirdi diye tutuklanan Necip Fazıl’ın mahkemedeki savunmasını noktasına virgülüne kadar ezberinden okumaya başlar üstattan bir şiir okuyormuşçasına. O savunma şöyle:
“İttihamname karşısında duyduğum duygu derin bir hicaptır. Bilim ve hukuk, düşünce ve mantık, hak ve hakikat, vicdan ve ahlak, vakar ve edep melekelerine dayanması gereken bir makam sahibinin bütün bu değerlere yüzde yüz zıt ölçülerle meydana getirdiği sıfat dışı siyasetname beni utandırdı. Mücerret insanlık ve düşmanda bile aranan liyakat ölçüsü adına utanç duyuyorum. Bu yüzde kanunun bana verdiği her türlü savunma hakkını kullanmayı, iddianameye kendi cinsinden bir üslup ve tavsif sertliğiyle karşılık vermeyi güçsüzlük ve küçüklük saymaktayım. Sanığın kendisine çatılmayan yerde bile mâlik olduğu her türlü ser mukabele hakkı, amme savunuculuğu kürsüsünün bu tavrı ve böyle bir iddianame önünde büzülür, kabuğuna çekilir, örtünür ve yerini çok soğuk bir gerçek diline, çok riyazi bir teşhis ifadesine terk eder. Onun içindir ki, bire bin katı karşılık hakkını tanıyan kanunu mahfuziyetimin eşiğinde, bende görecekleri mukabele, hak kutbundan ve bin kat şiddetlisi olmak yerine benzersiz bir sükûnet, hakikat ve nezahet tavrı olacaktır. İthamlarını ve zihniyetlerini bir doktor soğukkanlılığıyla teşrih edecek ve haklarında düşünceye dayanmayan hiçbir sıfat kullanmayacağım. Yoksa gücümü kaybederim. Türkiye’de imhaları gereken birtakım kalemler vardır. İşte saygıdeğer hakimlerim, iddianame isimli name bu kalemleri, saf ve mücerret düşüncelerinden başka hiçbir delile malik olmaksızın suçlandırıcı, böylece suikast fiilini değil de mücerret iman düşüncesini cinayetle suçlayıcı, sırf imana duyduğu ikrah yüzünden Allah demekle tabanca çekmeyi aynı şey farzedici, muarızlarına karşı kişisel bir kızgınlık köpürtücü ve küçük düşürmek isteyici, amme savunuculuğu makamının olan vakar ve ciddiliğini feda edici, hakimleri şaşırtmak üzere en açık olguları el çabukluğuna getirici, yalan kavramını utançtan çatlatacak çapta yalanlara başvurucu bir iddianamedir. Ve iddianamenin payimal etmek istediği ırz, bizden çok Türk hakimlerine ve Türk adaletine aittir.”
*
Ahmet Emin Yalman, 1918’den 1960’a kadar, Samet Ağaoğlu’nun deyimiyle “hiçbir resmi sıfatı olmadan, politikanın tam ortasında ayakta durmuş” çok az insanlardan birisidir. Dalkavukluk yaparak başarmadı bunu, çünkü hiçbir devirde tam anlamıyla birilerinin adamı olmadı. Malta’ya sürgüne gitti, milli mücadelenin yanında yer aldı, kurulan muhalefet partilerini destekledi, Atatürk’ün Halk Partisi'nin başına geçmesine karşı çıktı, ona göre “Mustafa Kemal Cumhuriyeti kurduktan sonra yapacağını yapmış, memleketin kurtuluşuna öncülük yapmış, görevini tamamlamış, şimdi "tarafız bir cumhurbaşkanı" gibi davranmalıdır. Zira etrafındakiler onu yanlış yönlendiriyor. Mustafa Kemal iyi, çevresi kötüdür.”
Atatürk’le ilgili yaptığı bu tespiti daha sonra, geçmişten bugüne Türkiye’nin politik hayatına damga vurmuş bütün liderler için tekrarlanan bir klişe oldu:
“Atatürk iyi çevresi kötü, İnönü iyi çevresi kötü, Menderes iyi çevresi kötü, Özal iyi çevresi kötü, Erdoğan iyi çevresi kötü…”
*
Şeyh Sait hadisesinden sonra kendini başka gazetecilerle birlikte bir anda İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmak üzere Elazığ yollarında buldu Ahmet Emin Yalman. Yolda gazeteci arkadaşları Ahmet Şükrü Esmer, İsmail Müştak, Suphi Nuri, Gündüz Nadir’le birlikte Mustafa Kemal’e bir mektup yazdılar, af edilirlerse bir daha gazetecilik yapmayacaklardı!
*
Af edildiler. Ahmet Emin sözünde durdu, gazeteciliği bıraktı. Ticaretle uğraştı. Tam on yıl Babıali’den uzak kaldı ve günün birinde tekrar mesleğe döndü.
Karpiç Lokantası’nda tesadüfen karşılaştığı Atatürk ona mesleğe geri dönme izni verdi. Müthiş bir sahnedir, Sadun Tanju Ali Naci Karacan’ın hayatını anlattığı “Doludizgin” (İş Bankası Kültür Yayınları) adlı kitabında (kendi anlılarında da var) o anı anlatır, şöyle olmuş hadise:
Ahmet Emin Yalman, Ankara’da Karpiç Lokantasında yanında eşi, Amerikalı petrolcülerle yemek yerken aniden “Atatürk geliyor” haberi gelir lokantaya. Yalman telaşlanır ama kaçacak yeri yok! Elazığ macerasından sonra ilk defa Atatürk’le bu kadar yakınlaşacaklar, nasıl bir muamele göreceğini kestiremiyor. Artık çok geç, kaderine razı olacak!
Atatürk kadınlı erkekli bir grupla lokantaya girer, göz ucuyla bakar ona. Biraz sonra da onu ve eşini masasına davet eder, ikisini sağına soluna oturtur.
“Epeydir mesleğinizden uzaksınız Ahmet Emin Bey, nasıl halinizden memnun musunuz?” diye sorar Atatürk.
Onun yerine eşi Rezzan Hanım cevap verir:
“Ben memnun değilim paşam, bir gazeteciyle evlenmiştim, ama şimdi bir iş adamının karısıyım.”
Atatürk gülerek tekrar sorar:
“Gazetecilik mesleğine geri dönmek ister misin?”
Ahmet Emin kızarır bozarır, dili dolaşır;
“Elbette dönmek isterim paşam, mesleğin dışında kendimi kürek mahkumu gibi hissediyorum” der.
“Öyleyse bu şimdi vereceğin cevaba bağlı” der ve bir anısını anlatır gibi anlatmaya başlar Atatürk:
“Seneler evvel, benim Selanik Askeri Rüştiye’sinde çok sevdiğim bir hüsnühat hocam vardı. Bütün derslerimde tam not alırdım ama yazım okunmaz haldeydi. Buna rağmen o bana tam not verdi ve sınıf birincisi olmamı tehlikeye sokmadı. Yıllar geçti. Hayata atıldık. Memleketime ve milletime hizmetlerde bulunduğumu sanıyorum. Tam bu sırada, karşıma hocamın oğlu çıkıyor ve bana bütün yaptıklarım için sıfır not vermeye kalkışıyor. Ne diyorsunuz buna?”
Ahmet Emin Yalman’ın babası Osman Tevfik Bey, Mustafa Kemal’in Selanik Rüştiyesinde yazı ve tarih hocasıydı. Bu sözler üzerine kızarır bozarır, utanır… Atatürk mesleğine dönebilmesi için ona olan inancını ve hayranlığını ispata davet ediyordu şimdi ona bu kinayeli anısını anlatarak. Gözleri dolar, kekeleyerek cevap verir:
“Hizmetlerinize diyecek bir şeyim yok paşam. Yaptıklarınıza o kadar değer veriyorum ki, sizinle ilgili her şeyin aynı ölçüye uymasını diliyordum; tenkit ve uyarılarımı bu amaçla yapıyordum. Araya hatalı fikirlerim karışmış olabilir. Sizi temin ederim ki size karşı olan sevgim daima hudutsuzdur. Her zaman memleketimin iyiliğini düşündüm.”
“İyi niyetinizi bildiğim için sizinle bu konuşmayı yapıyorum zaten” der Atatürk ve devam eder:
“Bu dediklerini kamuoyuna açıklamak ister misiniz?”
“Elbette paşam!”
“O halde dediklerimi not alın lütfen” der ve “açıklamayı” yazdırmaya başlar:
“On yıldır mesleğimden uzak düştüm. Bu zaman, bir milletin hayatı için kısa bir devirdir, fakat fertlerin hayatında çok yer tutar. On yıl önce, tabiat kuvvetlerinin gidişine ayak uydurmakta zorluklar geçirdim. Bu benim kabahatim değildi. Tabiat kuvvetlerinin de kabahati değildi. Kusuru, ortalığa hakim olan hal ve şartlarda aramak icap eder. Tecrübe sahalarında on yıl müddet ders gördükten sonra, bir Türk şairinin ‘Bu memleketi harap olmaktan kurtaracak bir adam yok mu?’ diye sorduğu suale, ‘Evet, var!’ diye cevap veren adamla yeniden işbirliğine girişmeye kendimi istidatlı ve hazır görüyorum.”
Ahmet Emin dikte ettirilen sözleri not alırken Atatürk’ün kendisine “bir daha bana karşı çıkma” dediğini çok iyi anlar.
Birkaç gün sonra Falih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman’a şu haberi getirir:
“Karpiç’te sana dikte ettirdiği açıklamanın yayınlanmasını gerekli görmüyor. O bir şakaydı, diyor. Ama istersem mesleğe dönebilirmişsin.”
İş Bankası'nın desteğiyle "Tan" gazetesini almasına yardımcı olur Atatürk. Mesleğe döner ama pir döner.
Malatya’da Hüseyin Üzmez tarafından sıkılan altı kurşun bedenine isabet ettiğinde önce İnönü’nün yanında yer almış, sonra muhalifi olmuş, ardından DP’nin kuruluşuna katılmış, sonra Menderes’e muhalefet yapmıştı. Suikastten kurtulduktan sonra da hükümet her icraatını ona soracak duruma geldi, hoşlanmadığı bakanları görevden aldırdı, arzu ettiklerini Menderes’e kabul ettirerek bakan yaptı. 27 Mayıs darbesinden sonra da darbecilerin yanında yer aldı ama artık ne darbeciler ne de Halk Partisi ona yüz verdi.
Öldüğünde bir kenara atılmış, unutulmuştu.
*
Hüseyin Üzmez; Necip Fazıl’ın yazılarından etkilenerek Ahmet Emin’i vurmaya kalkıştığını söylediği sırada 17 yaşındaydı. Yıllar sonra bir gazeteye verdiği röportajda Üzmez şunları söyledi:
“Sonra Ahmet Emin hapishaneye ziyaretime geldi. Bana birtakım kitaplar getirdi: ‘Bunları oku, senin ölçülerine göre ölümü hak etmişsem, İslam’a bir şey söylemişsem kanım katlim sana helal olsun’ dedi. Okudum, hiçbir şey bulamadım. Ben de öyle yazardım. İslam’a değil, birtakım üçkağıtçılara saldırmıştı.”
*
Sahi ben Salâh Birsel’in “hafıza Herkülü” dediği Hasan Çelebi’yi anlatıyordum… Hafıza sadece Çelebi’ye değil bize de lazım. Keşke hepimizde “yitik şair” Hasan Çelebi’nin “hafızası” olsa…