Herkes herkesin "devrimci yargıcı"yken!
Hemen hemen her gün, “bıyıkları yeni terlemiş” birkaç delikanlının kör kurşunlara hedef olup kara toprakla buluştuğu o korkunç 70’li yılların siyasi ortamını, Demir Özlü’nün “Sürgünde On Yıl” adını verdiği hatıratında anlattığı şu olay kadar çarpıcı anlatan başka bir metinle karşılaşmadım şu ana kadar.
“İstanbul’da bir gün, Sirkeci’de akşamüzeri yürüyordum. Bir cenaze alayı gördüm. Elleri üzerinde bir tabut, iki yüz gencecik insan çılgınca bağırarak yürüyorlardı. Sadece bu kadarcık öfkeli insan… Ne halktan ilgilenen vardı ne camilerden çıkan ‘Müslümanlar’dan ne de örneğin 1971 öncesinde öldürülen ‘Battal Mehetoğlu’nu izleyen kalabalıklar vardı ardında. Aksine, ahali bir an önce oralardan uzaklaşmaya çalışıyor, adımlarını sıklaştırıyor, cenaze alayının çevresini bomboş bırakıyordu. Tam bir alçalış manzarası! O sadece bir iki yüz gencin taşıdığı cenazeye de ‘karşı grup’tan ya da güvenlik güçlerinden bir saldırı gelebilir diye düşünüyorlardı sanırım.”
Biz ki ölülerimizi kendimizden daha çok severiz. Çocukluğumuzdan beri bize cenazeye saygıyı öğreterek büyütmüşler. Bu yüzden yakınımızda bir cenaze alayı geçerse, iki elimiz kanda bile olsa elimizi önlüğümüze siler, tabuta omuz vermek için koşarız cenazeyi taşıyan kalabalığa...
Eğer bir toplum cenazeye olan saygısını kaybetmişse, onurunu da çoktan kaybetmiş demektir.
Gençler birbirini öldürüyor, onları doğuranlar cenazelerini kaldırmaya korkuyordu.
1970’li yılların özellikle ikinci yarısının siyasi ortamı böyle bir ortamdı işte.
*
O zamanlar sağ cenahta olup bitenlere çok çok vakıf değilim. Ama hepimiz bir elmanın yarısı olduğumuza göre; ablalarının ördüğü yün süveter sırtında paralanmadan kendisine benzer kavruk bir Anadolu çocuğunun kurşunlarına hedef olan; vuranın “faşist”, vurulanın kendine “ülkücü” dediği, bir ağabey nasihatıyla bu işlere kalkışmış delikanlının da muhayyilesinde kurduğu “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” dünyası, solcuların “sınıfsız, sömürüsüz” dünyasından farklı bir dünya değildi sanırım.
İki gruptan birisinin düşüne deniz kızı, ötekilerinkine aya karşı uluyan bozkurt girmişti o kadar.
*
Sol cenahta vuruşanlar, omuzlarında kendi yaşlarında bir arkadaşlarının tabutu, “akın var güneşe akın” diyerek devrime yürüyorlardı. Bu yüzden her şey devrimci olmalıydı. Edebiyat devrimci, şiir devrimci, roman devrimci, aşk devrimci, tiyatro devrimci olmalıydı.
Hayat devrimci olmalıydı. Kızlar bacı, erkekler arkadaş olmalıydı. Arada bir yüreğinde kabaran gençlik ateşinin yalazlarından etrafa dağılan aşkın kıvılcımlarından nasiplenen olursa, küçük burjuva duyarlığına kapıldı diye tecrit edilecek, bir süre sonra da “arkadaşlar”ı ona “ateş edecek”lerdi.
*
Maocu bir teşkilatın tepelerinde bir yerlerde gençliğini heba etmiş bir dostum anlatmıştı. Köylere devrimci tiyatro götüreceklerdi. Ama öncesinde köy meydanında sergilenecek oyunun dekorunu kurmaları gerekiyordu. Gerçi düşündüklerini yapmadılar ama fırsat bulsalardı yapacaklardı. Köy meydanı seyirlik oyunun ana sahnesi olacaktı. Oyunu sergileyen devrimci tiyatroyla bilenmiş oyuncular köyün girişine gelecek, köyün girişinden sahneye giden yolun iki yanında sağlı sollu yanan iki meşaleyle karşılaşacaklar. Meşalelerin yanında birer mızrağa geçirilmiş iki kelle duracaktı… İmam ile ağanın kellesi… Köy öğretmeni onları orada karşılayacak, köylülerin çılgın alkışları arasında seyirlik oyunun sahneleneceği köy meydana gidecekler hep birlikte…
*
Hayat “devrimci” olmalı dedik ya, sanat da öyle… Ama sanat, o dönemde okullarda en yaygın münazara konusu olan “sanat, sanat için mi olmalı, yoksa toplum için mi?” seçenekleri arasında kuşkusuz “toplum için” olmalıydı. Çünkü o devirde her şey siyasetle ölçülüyordu, ahlak bile… Solcuysan ahlaklı, sağcıysan ahlaksız… veya tersi solcuysan ahlaksız, solcu değilsen iyi insan… (Bugün de değişen bir şey var mı, bilmiyorum!) Solcu demeyelim de toplumcu sanat anlayışına göre, “toplumun yararına” olmayan hiçbir şey ne romanın ne hikayenin ne şiirin ne resmin ne de müziğin konusu olmalıydı.
Ha bu yaygın fikir tasallutu altında sanat, edebiyat gittikçe kurumaya, kısırlaşmaya yüz tutarken, “sanatı toplumun değil, kendi ölçütleriyle değerlendirelim” diyen yok muydu, vardı elbet ama sözünü ettiğim devirde onların sesi onca gürültü içinde davulcu yellenmesini andırıyordu.
*
Özetlemeye çalıştığım sanat anlayışının hegemonyasının sürdüğü, yukarıda anlattığım senaryoya uygun tiyatro yapmak isteyenlerin bulunduğu bir ülkede, bu atmosferin içinde Rauf Mutluay’ın deyimiyle, “… aşksız bir yalnızlık dünyasında sevgisiz ve tek başına kalmış otel katibi zavallı Zebercet’in ölüme doğru adım adım” yürümesini anlattığı, “toplumcu gerçekçiliğin” hiçbir kuralına uymayan, “halka kurtuluş” yolu göstermeyen Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli” adlı romanı tam bu ortamda piyasaya çıktı…
Hayatı boyunca karşılaştığı her şeyi bugün olmuş gibi hatırlayan Ümit Fırat ağabeyim o dönemde Ankara’da Zafer Çarşısı’nda “Barış Kitapevi” diye bir dükkan işletiyordu. Geçenlerde anlattı, “Anayurt Oteli”nin daha dumanı üzerinde… Dükkana getiriyor bir kısmını, Oğuz Atay’ın o sırada Sinan Yayınları arasından çıkmış olan “Tutunamayanlar” rafında boş kalan yere diziyor onu da. (Ne muhteşem bir buluşma! “Siz burada yan yana durun nasılsa günün birinde herkes sizleri okuyacak” mı demek istemişti Ümit Abi?) Gelen giden daha önce “Tutunamayanlar”ı görmüş ama hiç kimse merak edip almamış ama herkes hakkında bir araba dolusu laf söyleyebiliyor. Bu kez o “bunalım edebiyatının şaheserinin” yanına adı hiçbir “devrimci eylemi” çağrıştırmayan o tuhaf kitabı Anayurt Oteli’ni de yerleştiriyor Fırat… Gelip gidenler, “Bu ne biçim kitap adı?” diyor, başka da bir şey demiyor, karıştırma zahmetine bile katlanmıyorlar.
*
İyi edebiyat eleştirmeni, belli ki iyi insan, kadirşinas Rauf Mutluay romanı çıkar çıkmaz ilk okuyanlardandır. Hemen burun kıvırmaz ona. Günde 400 sayfalık kitapları devirmekle ünlü eleştirmen tam dört gün boyunca bu yüz küsur sayfalık romanı elinden düşürmez. Heyecanlanır, Fethi Naci’yi, Necati Cumalı’yı ve başka arkadaşlarını arar, heyecanını paylaşır ve hemen başlar hakkında yazı yazmaya.
Bu bir roman değil bir “uyarıcı”dır ona göre. “Eğer kendimizi arayacaksak”, “insanlara karşı bilmeden işlediğimiz suçları düşüneceksek eğer" bu kitabı mutlaka okumalıyız. Müthiş bir metin analizinden sonra kitabı “yılın romanı” ilan eder ve yazısını şu cümlelerle bitirir:
“Zebercet de bir insandır ve sanatın görevi insana bakmayı bilmek, insanları tanımak, tanıtmak ve sevdirmek değil mi? Anayurt Oteli’nde Yusuf Atılgan’ın ulaştığı başarı işte bu. Aramızdaki her insana saygıyla bakmayı öğrenmek!”
Mutluay, günün birinde “herkes bu eseri okuyacak” kehanetinde de bulunur!
Dönemin en etkili eleştirmeni böyle dediğine göre, roman üzerine bir yığın yazı çıkar gazete ve dergilerde. Birkaç sene sonra kendisi de siyasal şiddetin kurbanı olan gencecik hoca Bedrettin Cömert, kendini onca zorlamasına rağmen iki ayda romanın ancak elli sayfasını okuyabildiğini söyler ve bitirmediği roman üzerine sayfalar dolusu uzunca bir yazı yazarak onu yerden yere vurur. Hilmi Yavuz, yazarın “yabancılaşma” kavramına yaklaşımına şerh koyarak romanı başarılı bulur. Akademyanın genç yıldızlarından Ertuğrul Özkök bir hayli “bilimsel” bir yazıyla romanı başarılı bulur. Tek tük beğenen çıkar ama yaygın fikir, romanın “berbat” bir roman olduğudur. Devrimci aydınlara göre Zebercet bir ruh hastasıdır, hatta o bir cinsel sapıktır. Bu “yoz kişilik” üzerine konuşmak bile vakit kaybıdır.
Roman kısa sürede “lanetli” ilan edilir.
*
Rauf Mutluay’ın 20 Aralık 1973 günü Cumhuriyet’te çıkan yazısına Selim İleri 20 gün sonra, 10 Ocak 1974’te Yeni Ortam gazetesinde “Bir roman, bir eleştirmen” başlıklı bir yazıyla cevap verir.
Selim İleri’ye göre Anayurt Oteli “gecikmiş” bir romandır. Miadını çoktan doldurmuş, dönemini çoktan kapatmış “gerici” bir roman hem de. 1950-60 kuşağı yazarlar böyle hikayelere pek düşkündü ama onların devri çoktan geçmişti. Türkiye’nin hızlı siyasal gelişmeleri, yaşadığımız çok acı olaylar bu kuşağı bu tür hikayelerden uzaklaştırmıştı.
Yusuf Atılgan kalkmış otuz yıl öncesine dönmüş, Albert Camus taklidi bir roman yazmış. Rauf Mutluay da kalkmış hiç “utanmadan” bu modası geçmiş romanı “yılın romanı”ilan etmiş. Demek ki 1973 Türkiye’sinde yılın en büyük olayı Zebercet’in “cinsel bunalımları”dır.
Öte yandan roman Dostoyevski, Rilke, Peyami Safa ve hatta Erdal Öz’ün yazdıklarının kötü bir kopyasıdır. Ama taklit bile başarısız. Zira bireyin ruhsal sorunlarını toplumdan, düzenden, Türkiye gerçeklerinden sıyırarak anlatmış yazar. Zebercet’in hangi çağda, hangi ülkede, hangi koşullarda yaşadığını kavramak mümkün değil İleri’ye göre.
Selim İleri, Rauf Mutluay’ın, “herkes bu romanı okuyacak” kehanetiyle de hafiften dalga geçer. Öyle güllük gülistanlık bir dönemdeyiz ki, yapacak iş kalmadı, otel katibi Zebercet’in “cinsel rezilliklerini” okuyacak herkes öyle mi? Mutluay’ın romana “yılın romanı” demesine de pek öfkelenir Selim İleri, eleştirmenin bir otorite gibi davranmasına kızar, şunları söyler:
“Rauf Mutluay edebiyatın artık bir şekilde siyasetten ayrı düşünülemeyeceğinin bile bilincinde değil.”
Selim İleri, Mutluay’ın, “insanın doğum öncesindeki kuşaklar kalıtımından başlayan oluşumu” meselesini Türk edebiyatında ilk deşen yazarın Yusuf Atılgan olduğuna dair fikrine de karşı çıkar, bunu ilk yapan yazarın “Matmazel Noralya’nın Koltuğu” romanıyla Peyami Safa olduğunu vurguladıktan sonra, “Ayrıca ne Yusuf Atılgan’ın ne de Peyami Safa’nın görüşleri önemsenmeye değer” der.
Ona göre Anayurt Oteli, “bayağı, sorumsuz, topluma ilgisiz çağdışı bir romandır”.
Selim İleri yazısının sonuna doğru, “Rauf Mutluay dar görüşlülüğüme versin, Anayurt Oteli’ni eski bir sözcükle özetleyeceğim” der ve asıl vurucu darbesini indirir:
“Müstehcen! Müstehcen edebiyattan hoşlananlar için ilginç bir roman Yusuf Atılgan’ınki.”
Yazsını şöyle bitirir İleri:
“Biliyorum çok ağır bir yargı, gene de söylemeden duramayacağım. Anayurt Oteli, 1970 sonrası Türkiye’sinde, bilinçli ya da bilinçsiz ama düpedüz topluma ve olaylara sırtını dönüklüğün, bir yazar ihanetinin örneğidir.”
*
Böylece “Anayurt Oteli” lanetlenir, yazarı Yusuf Atılgan da “hain” ilan edilir.
*
Selim İleri’nin bu yazısı, denemenin başından beri anlatmaya çalıştığım 1970’ler Türkiye’sinde geçerli edebiyat anlayışının bir özetidir aslında. O günlerde, bir iki aklı başında eleştirmeni, birkaç iyi şairi, edebiyatın ne olduğunu bilen birkaç yazarı çıkarın hemen hemen herkes Selim İleri’ye hak vermiştir, buna adım gibi eminim.
Ha o günlerde bu fikirler Selim İleri’nin gerçek fikirleri miydi yoksa “resmi görüşü” mü onu bilmem ama bildiğim tek şey var; Selim İleri’nin o yumuşak, o insan sevgisiyle dolup taşan yufka yüreği bu sertliğin içinde nasıl acılar çekiyordu sorusunun cevabını belki de yazarın daha sonra yazdığı metinlerde aramak gerek.
Çünkü Selim İleri’yi iyi yazar yapan, “herkesin, bir başkasının devrimci yargıcı kesildiği” zamanlarda yazdığı “modaya uygun” polemik veya siyasi yazıları değil, yıllardan beri bir yığın insanın kalbine değen roman, hikaye ve denemeleridir.
*
Aradan 15 sene geçer. Çekildiği bir köy yalnızlığında insanların iç dünyalarının derin kuyusuna incecik bir halatla inmiş debelenirken, kendisine uzanan aşık bir kadının elinden tutarak tekrar “aydın kalabalığına” dalan Yusuf Atılgan’ın kalbi 9 Ekim 1989 günü durur.
Yayınlandıkları ilk günden itibaren iki romanı da zamana direnir. Toplumu kurtarmaya kalkışanların alayı, edebiyatı da buna alet etmek isteyenlerin tümü, bırakın toplumu falan, kendilerini bile kurtarmadan unutulup giderler. Ama Yusuf Atılgan kalır orada, Rauf Mutluay’ın oturttuğu yerde. Akan zamanın göğüne sakız gibi yapışmış bir halde…
*
Ölümünden sonra kamyon dolusu yazı yazılır arkasından.
Kasım 1989’da Argos dergisinin 15. sayısında Selim İleri de “Yusuf Atılgan için” diye bir yazı yazar.
Türk edebiyatı tarihinde bence en güzel, en zarif, en “kalemim kırılsaydı da yazmasaydım” diyen pişmanlık yazısıdır bu yazı.
Bilirsiniz zaman tek yönlü akar. Hep ileriye. Geri dönmez, yönü değişmez… Pişmanlık, zamanın bu müdahale edilemez haline isyandır aslında. Yalvarmaktır ona. Eline ayağına kapanmaktır. “Geri dönemez misin” diye kederli gözlerle ardından bakmaktır. Pişmanlık gidene hiçbir şey ifade etmez ne yazık ki. Kalanı ise kahreder.
*
Selim İleri’nin vaktiyle “haksızlık” yaptığı bir büyük yazarın ölümünden sonra yazdığı o pişmanlık yazısı aynen şöyle:
“Anayurt Oteli üzerine sonraları yine yazdım. Ne var ki ilk yazımın lekesini hiçbir zaman silemeyeceğim. Yusuf Atılgan’ın ölümü daha çok bu olguyu düşündürüyor bana; utanç duyuyorum. Sanırım o zamanların Yeni Ortam gazetesinde yazmıştım: Gerici bir roman, demeye getiriyordum; insanların büyük toplumsal sancılar çektiği bir dönemde yazılması bağışlanamayacak bir yanlış…
Kim bilir neden?
Ama nedenleri biliyorum. Öyle bir hava esiyordu, herkes birbirinin ‘devrimci’ yargıcı kesilmişti, herkes ilericilik yarışındaydı. Büyük toplumsal sancılar çekiliyordu gerçekten. Ne var ki Anayurt Oteli o sancıların verimiydi, nice zamanları gereksinmişti yazılabilmek için. Güncelin belirlediği romanlardan çok farklı olarak, sancıyı geniş zaman diliminde ifade ediyor, karanlık taşra kentlerinden, yapayalnız taşra yörelerinden, cinsel sarsıntıdan, askerlikten başka nasibi olmayan bir ortamın birey üzerindeki yoğun etkisini irdeliyordu. Bunu zaten görememiştim. Yine de başka nedenler: Anayurt Oteli’nin o günlerde çok sevilmiş, övülmüş olması da değil.
Yaşadığım sözümona büyük kentte Yusuf Atılgan’ın bize bizi anlattığını, bizi bizle yüz yüze getirdiğini anımsamış, korkmuştum. Ayna gibi.
O romanı benim gibi ‘gerici’ bulan asıl gericilerden övgüler aldığımı da hatırlıyorum. Yüzüm kızarmalıydı. Teşekkür etmiştim.
TDK’nın kurultayında tanıştık. ‘Birçok kişiden gelebilirdi bu sözler, sizden olmasına üzüldüm,’ demekle yetindi. Bir daha ne zaman bir araya geldiysek, sözgelimi Güven Turan’ın evinde, sözgelimi Bülent Erbaşar’da, ya da yakın dostu Enis Batur’dayken, hep kaçmak, göze görünmemek isteğiyle kavruldum. Kalender Yusuf Atılgan ‘Daha sık görüşelim’ demiş olsa bile. Yıllar çok seyrek görüşerek geçti. Benim kaybımdır.
Issızlığımızı mutlaka biliyordu. Telefonla birbirimizi hiç aramamış olmamıza karşın 12 Eylül 1980 sabahı saat dokuzda -telefon numaramı artık nasıl öğrendiyse- aramış, sadece şunu sormuştu:
‘İyi misin?’
Yine korkuyordum. Yusuf Atılgan Anayurt Oteli’nde kendisiyle yüzleşmekten kaçınan okurunu yalnız bırakmıyordu. Onun korktuğunu biliyordu, unutmamıştı. Sorumluları arasına katmıştı bu korkuyu.”
*
Türkiye’deki münevveri kılcal damarlarına kadar tanıdığı için Oğuz Atay belki de, hikayelerine bütün zamanların en güzel kitap adlarından birisi olan “Korkuyu Beklerken” koymuştu.
Tanzimat’tan beri korkuyu bekliyor Türk münevveri…
Denemenin başında andığım Demir Özlü’nün kendisi gibi hukukçu olan babası bir gün ona, İzmir suikastına zorla, ite kaka dahil edilen, bu yüzden de ipe çekilen, herkesin suçsuzluğuna adı gibi emin olduğu, bu memleketin yetiştirdiği en mühim münevverini hatırlatmış ve demiş ki:
“Cavit Bey asılabildikten sonra…”
Kim korkuyu beklemez ki?