Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Büyük şairlerin içinde en az günlük tutanlardan birisi Turgut Uyar’dır sanırım. Tuttuğu birkaç günlüğün birinde (Mayıs, 980) şunları yazar:

        “Günlük tutmaya hep kesinlikle karar veriyorum (bu ‘kesinlikle’ sözünü çok kullanıyorum) sonra sürdüremiyorum. Sonunda da kavradım galiba nedenini:

        Kendimle karşılaşmaktan korkuyorum. Bir sürü yanlışlık yaptım, daha çok eksik yaptım yaptığımı. Onlarla yüz yüze gelmek, üstelik kendi ismimle, ürküntü veriyor bana.

        Dünyayla bağdaştığımı ya da bağdaşmadığımı söyleyemem. Uğraştım da bağdaşmak için.

        Üstün yaradılışlı bir insan mıyım? Bu dünya bana göre değil mi? Saçma bunlar elbette. Herkes dünyaya göredir ve dünya herkese göre.

        Ama sonuçta bir şey fark etmiyor. Bir tek şunu ayırt ettim: Herkes için geçerli, kadın, erkek, çocuk, yaşlı; mutluluk duygusu tam bir budalalıktır.”

        Sahiden bir “budalalık” mıdır mutluluk duygusu? (Bütün zamanların en büyük romanlarından birisi olarak kabul edilen Tolstoy’un “Anna Karenina” romanının o meşhur açılış cümlesi şöyledir: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine özgüdür.”)

        REKLAM

        Yeni toprağa verdiğimiz annemin mezarından dönerken düştü aklıma Turgut Uyar’ın sorduğu bu soru… Tek başıma gitmiştim bu kez oraya. Ölüm duygusunun en feci yanı; seni seven, senin sevdiğin kimler varsa, onlar seni toprağa verdikten sonra sensiz evlerine dönecek olmalarıdır. Sen yalnız kalacaksın orada, metrelerce toprağın altında, bedenin daha çabuk toprağa karışsın diye onunla arana bir parça patiska bezinin girmesine dahi izin vermeden…

        Biliyorum ölen için bütün bu söylediklerimin hiçbir manası yok, o bilmez bizim onu orada bırakıp evlerimize döndüğümüzü ama olsun bunu biz yaşayanların biliyor olması ve günün birinde böyle bir durumla karşı karşıya kalacağımızı biliyor olmamızdır korkutucu olan.

        *

        Yine dönelim Turgut Uyar’ın günlüğüne… 26 Ekim 1961’de şunları yazıyor:

        “Ölüm büyük bir olay. Büyük, hatta güzel bile belki. Artık bu çağda daha başka türlü davranmalıyız ölümün karşısında. Yahut daha baştan beri başka türlü davranmalıydık. Hep daha saygılı, hep daha şaşkın. Önceleri bana pek gülünç gelen ölüm törenlerini artık anlıyorum. Her büyüklüğe bir çerçeve gerek. Babam bu ayın on birinci günü öldü. Ben ne yaptım? Gittim gömülmesinde bulundum. Sarsıldım. Geldim. Başka bir şey yapmalıydım, halbuki, ölümün büyüklüğüne uygun. Nasıl bir şey bilmiyorum?”

        *

        Şairin hissettiklerin aynısını yaşadım geçen hafta ben de. Annem öldü, ölümü karşısında yapabildiğimiz tek şey durmadan ona Fatiha okumaktı. O kadar çok insan başsağlığına geldi ki, gelen her kişi beraberinde bir Fatiha getirdi. Her defasında eller havaya kalktı, ruhuna bir Fatiha gönderdikten sonra biz yakınları ayağa kalktık, gelenlere ellerimizi göğsümüze götürerek “hoş geldiniz” dedik, onlar da “başınız sağ olsun” dediler, biz de “şükran” dileklerimizi ilettik. Bu ritüel o kadar çok tekrarlandı ki… Müslümanların ölüm sonrasında şu ana kadar buldukları tek rahatlatıcı ritüel bu olsa gerek.

        REKLAM

        Ölümün büyüklüğü karşısında yapılabilecek yeni bir şeyi Turgut Uyar gibi kudretli bir şair bilmedikten sonra bencileyin gariban ne yapabilir ki?

        Başım önümde dönüyordum mezarlıktan eve. Telefonum haber verdi

        Rasim Özdenören’in de öldüğünü!

        Hasta olduğunu biliyordum. Bir gün önce hastaneye götürdüklerini, yoğun bakıma aldıklarını Mehdi Eker abimle konuşmuştuk. Sanki herkes bekliyordu mukadderatı. Annemim taze mezarından dönerken Rasim Bey’in “Ansızın Yola Çıkmak” kitabındaki “Ölü” hikayesine gitti aklım. Yazdıklarıyla çok geç tanıştığım, bir kez evinde ziyaret ettiğim o “Allah’ın sevgili kuluyla” ilgili bildiğim şeyleri tarttım kafamda kısa bir süre. Bir cümlesi gelip yapıştı dilime kendiliğinden:

        “Oysa zaman belki bir ömür boyu süren bir tek andır.”

        Ölü için zaman durur. Bizim içinse süren hayattır zaman. “Ölü” hikayesinde mevtanın durumunu anlatır Rasim Bey.

        “Poyrazın çıkardığı uğultudan başka bir şey duymadığını sanıyordu” ölü. Dışarda olup bitenler bir ölmüş insan için hiçbir şey ifade etmez. Ne “vapur düdüğünün boğuk uğultusu,” ne “yaprakların hışırtısı”, ne “dalların çatırtısı, kırlangıç çığlıkları” ölü bunların hiç birisini işitmez. “Üzgün, kederli bakışları saydam karanlığın içinde ok gibi saplanıp” kalır. Ölü torağın derinliklerinde neyi beklediğini bilmez. Yıllar öncesinin arkadaşları gelir aklına. Sırtında yaşadığı ömrün ağır yükü vardı, şimdi yok artık o yük de.

        REKLAM

        Ne arıyor ölü mezarda? Birini mi, yoksa kendini mi? Yoksa kendi ölüsünü mü arar insan? Rasim Özdenören’in “Ölü”sü mezarda “tin’ini arar, soyula soyula elde kalacak son şeyi, o kendiliği olan şeyi…” Onu arar ve onu bulabilmesi için ölü olması gerekir. Yaşarken de bir ölüden farkı yoktur aslında. Ama o zamanlar ölü olduğunu bilmiyor, ona sen ölüsün dediklerinde o sırada bunun bir kıymeti yoktur. “Bir ölü, ölü olduğunun bilincine ulaşırsa onun değeri olur.” Tabutu odasıdır ölünün. Bir delikten bakar, dışarıda olup biten her şeyi görür, bütün sesleri işitir. Tabutuna uzanır, dışarıdan gelen patlama seslerine kulak kesilir.

        “Sûrun sesini, işte o zaman birden ayrımsadı. Ve sûrun kendisini gördü, nurdan bir boynuzdu, boğum boğumdu, her boğumunda milyonlarca delik vardı ve bu deliklerden arı vızıltısını andıran, dirileri öldüren ve ölüleri diriltebilecek olan sesler fışkırıyordu. İkirciklenmişti, bu işittiği acaba birinci sûr muydu, yoksa ikincisi miydi? Birincisiyse şimdi ölmesi gerekecekti, yok ikincisiyse zaten ölüydü ve dirilecekti. Anlamak için kalktı, delikten dışarısına baktı. Kafası, kabrin toprağını çatlatarak dışarı çıkmıştı. Orada gördüğü şeyle sırtının tüyleri diken diken oldu. Dağlar hallaç pamuğu gibi atılmıştı, delikten daha önce gördüğü çatılar yokluğa karışmıştı ve karşı tepeler yürüyordu, güneşin ışığı da mahvolmuş, saydam bir karanlığa dönüşmüştü. Dağların şimdi toz halinde ufalandığını görebiliyordu. Zühre yıldızı Ülker yıldızıyla buluşmak üzereydi. Sûrun korku veren sesinin içinden yükselen o insanca dille konuşan sesi de duydu. Mülk kimin, diye ortaya atılan soruyu.. onun cevabını.. vahit ve kahhar olan Allah.. mülk de onun.. sûr da.. öyleyse, ey alçak sen diye gürledi ses, mahvol, sen mahvol ki, ben ortaya çıkayım.. ama hayır, cılk yaralar halinde varlığımı bulmak istemiyorum ben.. hayır, hayır.. hayır! ben ceset olarak kalmak istemiyorum.. kendi çığlığının titreşimiyle fırladı.. üstünü yokladı.. üstündeki bezi eliyle çekti, baktı, kefendi, üstünde duruyordu, henüz temizdi, kırışıkların arasından birkaç parça toprak döküldü. O kadar olacak, diye düşündü. Yeniden ölü uykusunun derinliklerine doğru kayıp gitti. Kendinden geçti.”

        REKLAM

        *

        Hepimizin ölümünü yazmıştı Rasim Bey aslında. Bizi bekleyen mukadderatı...

        Ama hayat da güzeldi hani. “Kıyamet kopsa, elinde bir hurma fidanı bulunuyorsa, hemen dik,” diye bir hadisin varlığını yine Turgut Uyar’ın günlüğünden öğrendim. Şairin dediği gibi bu hadis, “her ne olursan olsun bir ağaç dik” demiyor, “her ne olursa olsun hayatı sürdür” diye buyuruyordu bize.

        Güzel bir hadistir, okuyanı ürpertir. İdama mahkum edildikten sonra Sokrates’in yaşadıklarını hatırlatır. İdama mahkum edilir filozof ve son günlerini hapishanede flüt çalmayı öğrenmeye ayırır. Birisi ona, “neden flüt öğrenmeye çalışıyorsun, birkaç gün içinde öleceksin, ne işine yarayacak ki” diye sorunca, “ölmeden önce flüt çalmayı öğrenmiş olmama yarayacak” cevabını verir.

        Şiirlerinde “yaşama sevinci” yerine “hayata övgü”, “hayata saygı” ve “yaşama direnci”ni aşılamaya çalıştığını söyler Turgut Uyar. Bu direncin içinde sevincin payı azdır. O da insanları, hayvanları, bitkileri sevdiğini söyler ama böyle coşkulu bir “yaşama sevincine” kapılmadığını söyler. Kapılanlara imrenir, anlamaya çalışır ama…

        Şu soruyu sorar:

        Nedir yaşama sevinci: ‘Her mihnet kabulüm yeter ki /Gün eksil­mesin penceremden’ mi, ‘Gemliğe doğru denizi göreceksin /Sakın şaşırma’ mı? Bir sandal gezintisi mi? Aşk mı? Mutlulukla, süreğen, sa­kin mutlulukla bir ilintisi var mı? Nereden gelir ve ölçüsü nedir?”

        REKLAM

        Herkesin bir “yaşama sevinci” vardır ama böyle tek kalıba dökülmüş, herkese uygun tek tip bir yaşama sevinci yoktur hayatta.

        Ahmet Muhip Dıranas’ın şu dizeleri, hepimize aynı yaşama sevincini verir mi bilmem:

        “Yeşil pencerenden bir gül at bana

        Işıklarla dolsun kalbimin içi”

        Çiçek koklayın!

        Diğer Yazılar