Bir facia, bir komünist, bir şeyh
Rıfat Ilgaz, 1940’lı yılların başlangıcında Türkiye’nin durumunu “Karartma Geceleri”romanında şöyle tasvir eder:
“Çağ belliydi, kendisi gibi düşünenleri, batı sınırının ötesinde rahatça kurşuna dizebiliyorlardı. Sınırların ötesinde kalan uygar bir dünya, şimdi aydınların boğazlandığı bir tutsaklar ülkesiydi. Bu topraklar üstünde kelepçe vardı, pranga vardı, türlü işkenceler de vardı ama, henüz ölüm kampları, fırınlar, kurşuna dizilmeler yoktu.”
Faşizmin lanetli kara kartalı Avrupa’nın üzerinden fırtına gibi kanat çırpıyordu. Türkiye savaşa girmemişti ama Milli Şef İsmet Paşa ile Başvekil Şükrü Saraçoğlu, kazanma ihtimali yüksek Hitler’e arada bir “göz kırpıyor”, “şirin” görünmeye çalışıyorlardı. Saraçoğlu mu daha büyük “milliyetçiydi” yoksa Nihal Atsız mı belli değildi. Nihal Atsız, Hitler’in Yahudilere yaptığı gibi “fırınlara atsın” diye solcuların listesini yapıp Saraçoğlu’na veriyordu. (Bu hizmetin karşılığı olarak da Hitler yenilince Sansaryan Han’da Parmaksız Hamdi tarafından çekilen tırnakları oldu.)
Boğazlar ve civarındaki şehirlerde olağanüstü hal vardı ve karartma uygulanıyordu memleket sathında.
1941 yılında Balkanlardan bir çığ kopmadı; o dağların üzerine Alman orduları bir çığ gibi indi. Romanya çizmelerinin altında kaldı Almanların, Bulgaristan’a doğru dalga dalga yayıldılar.
Yaman kıştır 1941 kışı. Hitler’in öncü birlikleri Bulgaristan üzerinden Türkiye sınırına dayandı. Memleket tam anlamıyla ateş çemberinin tam ortasında kaldı. Heyecan ve korku şivan oldu düştü ülkenin bağrına. Tam bu sırada, 4 Mart 1941 günü Alman Büyükelçisi Von Papen, İsmet Paşa’ya Hitler’in bir mektubunu getirdi. Führer, Paşa’ya, “Tedirgin olmanıza mahal yok, size saldırmayacağız” güvencesini verdi. Memleketi sarmış olan korku ve tedirginlik bir nebze olsun azaldı. Müttefikler de, başta Britanya olmak üzere, Türkiye’yi yanına çekmek için entrika peşindeydi. İnönü, Hitler’e cevabını yazdı ve ortalık az da olsa yatıştı.
*
FACİA
Harp başlamadan bir süre önce Türkiye, ordusunu güçlendirmek için Britanya’dan 4 denizaltı, 4 muhrip, 12 çıkarma gemisi ve 4 uçak filosu sipariş etmişti. 1941 yılında İngiltere sipariş verilen 4 denizaltının hazır olduğunu Türkiye’ye bildirdi. Britanya’nın zamanlaması manidardı. Uçak filosunu ve denizaltıları almak üzere gerekli mürettebat bir an önce İngiltere’ye gönderilmeliydi!
Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak bu “acele” çağrıdan az biraz işkillendi. Fakat hükümet onun gibi düşünmüyordu; İngiltere bizi yanlarına çekmek istiyor, bu yüzden acele ediyordu!
İngilizlerin çizdiği rotaya göre heyetimiz 25 Haziran 1941 günü Mısır’ın Port Said Limanı’nda olacak, burada meşhur Quenn Mary Transatlantiğiyle İngiltere’ye gidecekti.
Ulaştırma Bakanlığı, donanmadan çok seçkin bir birliği derhal hazırladı. Birlikte 19 deniz subayı, 63 deniz astsubayı, 68 denizci er vardı. Kafilede ayrıca İngiltere’de havacılık eğitimine giden bir hava subayı ile 20 Hava Harp Okulu talebesi bulunuyordu.
Kafileyi Mısır’a götürecek bir gemi arayışı başladı. “Refah Şilebi” kiralandı. Şilep 102 metreydi, gemide 24 kişilik 2 filika vardı, gemi yolcu taşımaya pek müsait değildi.
28 mürettebatı olan kırk yaşındaki “Refah Şilebi” 16 Haziran 1941 günü İstanbul’dan Mersin’e hareket etti. Denizciler Mersin’de buluştu. Şilep adeta bir enkazdı. Hemen tamirata girişildi. Ambar kapağına, hava saldırılarına karşı büyük bir Türk bayrağı resmi çizildi. Yeterli yiyecek ikmali yapıldıktan sonra gemi yola çıktı.
*
18 Haziran 1941 günü Türk-Alman Saldırmazlık Antlaşması imzalandı. İngilizler bu işe fena bozuldu. Güneyini güvenceye alan Almanya, 22 Haziran 1941 günü, tarihin en gizli kapaklı harekatı olarak bilinen “Barbarossa"yla Sovyetler Birliği’ne saldırdı.
O sırada Akdeniz’de yabancı denizaltıları, avını arayan köpekbalıkları gibi birbirini kovalıyordu. “Refah Şilebi” tam bu sırada bu av sahasına dalarak tehlikeli yolculuğuna başladı.
Havada lodos vardı. Akdeniz koyu bir karanlığa gömülmüştü. Karanlığı sadece motorların uğultusu deliyordu. Gecenin en netameli anında kulakları sağır eden korkunç bir patlama duyuldu. Korkunç ses denizin karanlık dalgalarına dalga dalga karışırken ortalık mahşer yerine döndü. Gemi bordasından torpil yemişti. Açılan büyük gedikten içeriye sular dolmaya başladı. Şilep tam ortadan ikiye bölündü. İki filikadan biri, içinde uyuyanlarla birlikte metrelerce havaya uçtu. Elektrik düzeneği bozuldu, telsiz sustu. Güvertedekilerden bazıları anında can verdi. Kimileri can havlıyla kendini denize attı, kan kokusunu alan köpekbalıkları sürüler halinde pençelerine düşen avlarına hücum etti. Ayakta kalanlar panikle kalan filikaya hücum ettiler. Gemi henüz batmamıştı; batmadığını görenlerden bazıları sal yapmak üzere gemiye çıkıp malzeme aramaya başladı. Kimisi tuvaletlerin kapıları sökmeye çalıştı kimileri de ambar kapısını kırmaya… Filikaya binenler ise denize inemedi, çünkü sandalı indirmeye yarayan metafora çalışmıyordu. Bu yüzden geminin batmasını beklediler. Beklerlerken de filikaya yiyecek taşıdılar.
Filikaya 28 kişi binmişti. Yirmi saat denizin üzerinde kaldılar. 24 Haziran günü Karataş Feneri yakınlarında karaya çıktılar. Haber bu şekilde duyuldu. Hemen askeri uçaklar havadan, motorlar denizden kazazedeleri aramaya başladı. Gün boyu arama sürdü, sadece dört kişi kurtarılabildi. 16 deniz subayı, 16 Hava Harp Okulu öğrencisi, 48 denizaltı subayı, 63 bahriyeli ile 25 gemi mürettebatı olmak üzere 167 kişiyi Akdeniz’in suları yuttu. Ölenlerin arasında bir de İngiliz subayı vardı.
Savaşta tarafsız kalmış olan Türkiye’ye karşı girişilen bu saldırıyı hiçbir devlet üstlenmedi. Daha sonra gemimizi, bir Fransız gemisinin Mısır gemisi sandığı için batırdığı öne sürüldü. Ama kurtulanlar yakınlarında bir savaş gemisi görmediklerini söylediler.
Bütün kuşkular, Türkiye’yi müttefikler safında savaşa sokmak için Britanya üzerinde toplandı.
Faciadan kurtulanların üzerinde sadece don fanila kalmıştı. Ankara’ya götürüldüler. Her birisine 500'er lira yolluk verilmesi kararlaştırıldı. Levazım subayı emri yerine getirdi ama her birisine 300’er lira verdi. Nedenini sorduklarında, Mersin’de yola çıkarken yastık ve battaniyeler üzerlerine zimmetlenmişti. Kazadan kurtulanlar, üzerlerinde zimmetli devletin yastık ve battaniyelerini de kurtaramadıkları için devlet 200'er liralarını kesmişti.
*
KOMÜNİST
Vâlâ Nureddin (Va-Nu), o sırada Akşam Gazetesi’nde yazıyordu.
“Refah Faciası” basında geniş yer buldu. Va-Nu da gazetesindeki köşesinde hadiseyi diline doladı ve hükümeti rahatsız eden, facianın sorumlularını eleştiren, hükümete “dokunduran” yazılar yazmaya başladı. “Bin bir emekle yetiştirilmiş vatan evlatlarını çürük bir tekneyle ve ciddi bir tedbir almadan nasıl ölümün kucağına atarsınız” diye sordu yüksek sesle. Savaş yıllarında hükümete, Milli Şefe “dokundurmak” vatana ihanetle eşdeğerdi. Vâlâ Nureddin’in yazısı Milli Şef ve ekibinin yüreğine ok gibi saplandı. “Sırça köşkte oturup taş atıyor”du (Günümüzün Boğaz’da viski içip memleket hakkında ileri geri konuşmak gibi bir şey!), bu büyük suçun “cezasını” hemen görmeliydi. Acele dosyası raftan indi. Bu Vâlâ Nureddin denilen herif sabıkalıydı zaten. 1920’lerin başında Şevket Süreyya ve Nazım Hikmet’le birlikte Rusya’ya “ihtilal eğitimi” görmeye gitmiş bir komünistti. Ama ağırlığı olan bir adamdı da… Milli Mücadelede Nazım’la birlikte Anadolu’ya gitmiş, Bolu’da öğretmenlik yapmış, Mustafa Kemal’in sempatisini kazanmış; Moskova’dan döndükten sonra da “parti marti işlerini” boş vermiş, Atatürk devrimlerine arka çıkmış, hatta bu yüzden arkadaşları tarafından “hain” bile ilan edilmişti. Şimdi itibarlı bir gazeteciydi. Ona aba altından sopa göstermek kolay değildi.
Böylesi zamanlarda, ciheti askeriyeye bir laf edersen, önce askerlik yapıp yapmadığına bakarlar. Birilerinin aklına, “bu herif Refah’ta şehit düşen askerler için ahlayıp duruyor, hele bakalım kendisi askerlik yapmış mı?” sorusu geldi. Oysa Va-Nu arkadaşı Nazım’la milli mücadeleye öğretmen olarak katılmıştı, Mustafa Kemal bu durumda olan herkesi doğal asker saymıştı, mesela askerlik yapmayan Yahya Kemal sefir olmuştu ama olsun, o sırada 41 yaşında olan Vâlâ Nureddin’in askerlik yapmadığı ortaya çıktı. Hemen harekete geçtiler, kırk bir yaşındaki yazarı er olarak askere aldılar. Birkaç ay Samandra’ya gidip geldikten sonra sürgün yeri olan Konya’ya yolladılar.
Hikayenin gerisini Va-Nu’nun eşi öldükten sonra evlendiği Müzehher Va- nu, “Bir Dönemin Tanıklığı” kitabında anlatır.
Va-Nu Konya’ya gitti. Orada ilk karşısına çıkan kişi Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı Bâkır Çelebi oldu.
*
ŞEYH
Bâkır Çelebi, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin torunuydu. Hem de özbeöz, has torunu… Tekke ve Zaviyeler kapatılmamış olsaydı, Mevlana dergahı açık olmuş olsaydı yani Bakır Çelebi postnişindi. Celaleddin-i Rumi’nin yerinde o oturuyor olacaktı. Devrim kanunları o yıllarda sıkı sıkıya uygulanıyordu. Tekmil tekkeler kapalı, tarikat yasaktı. Ama zaten Bâkır Çelebi’nin postta falan gözü yoktu, tarikatlar neden yasak, ben neden tekkenin şeyhi değilim diye dert yanmıyordu. Galatasaray’da okumuş, Doğu ile Batıyı nefsinde özdeşleştirmiş nevi şahsına münhasır bir insandı. Müzehher Hanım onu şöyle anlatır:
“O tür bir kişi ki, yarattığı hava ile on kişinin yerini tutar. Kara saçlı, iri kara gözlü, orta boylu tıknazdı. Son derece açık fikirli, ileri görüşlüydü. Okuldan Nazım Hikmet’i de tanırdı. Sözünü ettiğimizde (şaşılır) Nazım da onu hatırlamıştı. Çelebi şiirlerini okurdu Nazım’ın. Vâlâ’ya da okutur ezberlerdi. Halep’te bıraktığı ailesinden söz eder, oğlu Celâleddin’in hasretini çekerdi. Bize Halep’i, Halep’teki yaşamı ayrıntılarıyla anlatır, bizi başka bir dünyaya götürürdü. Baktığı her şeyi, her insanı derinlemesine görüvermek gibi bir özelliği vardı. Çevresinde sayılan bir kişi.”
Müzehher Hanım, Bâkır Çelebi’nin savaş sırasında aileyi Halep’te bırakıp Konya’ya neden geldiğini hatırlamadığını yazar kitabında.
Bâkır Çelebi, Konya Mevlânâ Dergâhı’nın son postnişini Abdülhalim Çelebi’nin oğludur. Tekke ve tarikatlar 1925’te kapatılınca, babası öldükten sonra şeyhlik makamına oturmadı. Mustafa Kemal tarafından o devirde en büyük Mevlevî âsitânesinin bulunduğu Suriye’nin Halep şehrine tayin edildi ve Mevlevî tekkelerinin merkezi olan Konya’nın bu vasfı böylece Halep şehrine geçti. Bâkır Çelebi Halep’te hem şeyh olarak tasavvufi görevlerini yerine getirdi hem de Türkiye devleti için çalıştı; Hatay’ın ilhak edilmesinde önemli hizmetlerde bulundu. 1939’da ziyaret için İstanbul’a geldi ve bir daha Suriye’ye dönmedi. Fransız mandasında bulunan Suriye devleti onu “istenmeyen kişi” ilan etti. Bunun üzerine yerine kardeşi Şems-ül Vâhid Çelebi’yi vekil tayin etti ve eşi İzzet Hanım, Celâleddin ve Fatma isimli iki çocuğunu Halep’te bırakmak zorunda kaldı, Konya’ya gitti. Konya’da “tek başına, üç oda ve sofası olan bir evcikte” yaşamaya başladı. Galatasaray’da arkadaşı Vâlâ Nureddin’le karşılaşması işte bu sıraya rastlar.
Katip Çelebi mektep arkadaşını otel köşelerinde bırakacak değildi ya! Vâlâ’yı kaldığı otelden aldı, eşyalarını bir arabaya yükledi doğru üç odası bir sofası olan küçük evine götürdü. Yalnızlıktan bunalmıştı, gökte ararken arkadaşı ayağına gelmişti. Kırkını aşmış iki bekar erkek, “ezanla birlikte akşamları sokaklarında kedi bile geçmeyen” o zamanların Konya’sında nasıl vakit geçirirdi? İlk akıllarına gelen evlenmekti. Eşini Halep’te bırakmış olan Çelebi nicedir birisini bulup evlenmeyi düşünmüş ama karşısına kimse çıkmamıştı. Derdini arkadaşına açtı. Vâlâ’nın kafasında bir ampul yandı. Bu şehre gelmeden önce “sözlendiği” kendisi gibi gazeteci arkadaşı Müzehher Hanım’ın Münire adında arkeoloji asistanı bir arkadaşı vardı, Bâkır Çelebi’ye ondan ne güzel eş olurdu! Durumu hemen Müzehher’e bildirdi. Önce birbirlerine resimlerini gönderdiler. Son karardan önce bir de görüşmeleri gerekirdi. Müzehher Hanım arkadaşı Münire’yi yanına aldı, ver elini Konya dedi!
Alaaddin Oteli’nde iki gece misafir kaldılar. Çelebi ile Münire görüştüler. Birbirlerine “pekala” dediler, sözleştiler, kadınlar tekrar İstanbul’a döndüler.
Vâlâ Nureddin Konya’da bir ev tuttu. Akşam’daki yazılarına da devam etti.
1942 yılının başında Vâlâ Nureddin ile Müzehher Hanım Konya’da evlendiler. Nikah şahitlerinden birisi de Bâkır Çelebi’diydi. Bâkır Çelebi ile Münire Hanım ise onlardan birkaç ay önce evlenmişti zaten. Birbirlerinden pek memnundular. Müzehher Hanım anılarında, “Dağ dağ üstüne olurmuş da ev ev üstüne olmazmış,” der. Hazreti Şems’in türbesinin bulunduğu sokaktaki ahşap küçük eve iki aile sığmaz. Vâlâlar kendilerine yeni bir ev aradılar.
Bu arada Konya dedikodudan çalkalanmaya başladı. Kulaktan kulağa, kahvede çarşıda herkes aynı şeyi konuşmaya başladı. Mevlana’nın torunu Mevlevi Çelebi ile komünist, kâfir Vâlâ Nureddin… Haşa... Evde karı mı oynatıyorlar ne? Aman Allah’ım başımıza taş yağacak. Bir yerlerden de duymuşlar. Üstelik karısı da Rus… Baksanıza kadının hiç Türk’e benzer yanı mı var? Böyle sıska, kuru bir şey… Gözleri de bir hoş, çakır mı ne… Aman Allah’ım!
Derken Bâkır Çelebi bir gün sevinerek bir haber getirdi.
“Çok sevdiğim bir dostum var, iş için Konya’ya gelmiş, akşam bize davet ettim.”
Gelen, daha sonra uzun bir süre Dışişleri Bakanlığı ve Cumhurbaşkanı Vekilliği yapacak olan İhsan Sabri Çağlayangil’dir. İhsan Sabri Bey, birkaç sene önce Dersim tedibi sırasında yakalanan sanıkların infazında görev almış, o sırada Ankara Emniyeti’nde önemli bir mevkide bulunan bir zattır. Çağlayangil birkaç geceyi onlarla geçirdi, beraber poker oynarlar.
İhsan Sabri Bey gibi önemli bir zatı yanlarında gören Konyalılar da peşlerini bıraktı.
O yaz evleri ayırdılar.
O kış zorlu bir kıştı. Ağaç dallarında karlar dondu. Vâlâ ile Müzehher küçük evde, günlerini “sobanın karşısındaki divana bağdaş kurup ciltler dolusu konuşmak ya da kitap devirmekle” geçirdiler.
1942 yılı mı ertesi yıl mı Müzehher Hanım’ın anılarında net değil, kış gelmeden “Çelebiler İstanbul’a döndü” diye yazar. Münire Hanım’ın Nişantaşı’ndaki apartmanına yerleştiler. Arada bir mektuplaştılar, fakat “mektuplar pek iç açıcı” değildir. Bâkır Çelebi onları çok özlemektedir. İstanbul’da yeni arkadaş edinmemişler. Bu ne bitmez askerlikmiş!
*
Bâkır Çelebi İstanbul’da, Vâlâ Nureddin Konya’da geçim sıkıntısı çekmektedir. Vâlâ’nın imdadına eski arkadaşı Muhsin Ertuğrul yetişti; çevirmesi için ona bir piyes gönderdi. Vedat Nedim’in önerisi üzerine “Peri Kızıyla Kel Oğlan” adında bir de piyes yazdı. Piyesi radyoda oynandı. Asker adam nasıl piyes yazar, hemen soruşturma başlatırlar. 1943 yılbaşı gecesi bir doktor arkadaşının evinde Nazım Hikmet’in “Salkım Söğüt” şiirini okudu Vâlâ. İki gün sonra evlerini jandarma bastı, götürüp cezaevine koydular. On gün içerde kaldı. Bu olay üzerine evrakı elden ele dolaşırken, Vâlâ Nureddin’in bir buçuk ay fazladan askerlik yaptığı ortaya çıktı, hemen apar topar terhis ettiler.
Neleri var neleri yok eşe dosta dağıttılar. İki bavulla trene bindiler, ver elini İstanbul dediler!
Haydarpaşa Garı’nda Bâkır Çelebiler karşıladı onları. Evlerine götürdüler. Bir iki gün misafir oldular onlara. Bir süre sonra Kalamış’taki evlerine taşındılar.
*
Hikayenin gerisini Müzehher hanım şöyle anlatır:
“Çelebi’nin sağlığı bozulmuş gibiydi. Konya’dan ayrılmak pek yaramamıştı ona. Daha şişmanlamış, kalınlaşmıştı. Konya’da sokağa pek çıkmazdı, gezmesini de pek sevmezdi. İstanbul’da da öyle eve kapanmıştı sanıyorum. Araya büyük şehrin mesafeleri, türlü gaileleri ile birlikte girince onları pek sık arayamıyorduk. Biz yerleştikten sonra Kalamış’a bir kez gelmişler ve birkaç gece kalmışlardı; ama Vâlâ o sıralarda aman vermeden çalışmaktaydı. Oysa Çelebi’nin hiç çalışma alışkanlığı yoktu. Galatasaray faslından sonra çalışmadığını söylüyordu. Biz de Konya’da çalıştığını görmemiştik. Hiç iş yapmazdı. Halep’te de mevkii gereği çalışmadan geliriyle yaşadığını anlatırdı. Daha neler anlatırdı ince şakalarıyla kendisini de alaya alarak… Zaten olanla yetinen sade bir insandı. Gösterişe, lükse hiç meraklı değildi. Bu nedenlerle de Vâlâ’nın çalışma temposunu aklı almıyordu. Bir şeyi daha aklı almıyordu. Eski günlerin geride kaldığını. Hayat koşullarına uyum sağlayabilmek için insanın ve adetlerinin değişebileceğini, bugünün düne benzemeyebileceğini düşünemiyordu. Kitabın orta sahifeleri kopmuştu. Bu sonu başa ekleyemiyorduk. Kopukluğu onarmak için Vâlâ’nın da rantiye olması, aynı evde değil ama hiç değilse aynı semtte oturmamız gerekliydi; keyfimiz dileyince de dilediğini yapmamız gerekliydi. O günlerin koşullarında ne her gün bizim Nişantaşı’na gitmemiz olanağı vardı, ne de onların Kalamış’a gelme olanakları. Arada bir görüşmek de Çelebi’yi kırıyordu.”
Akşam gazetesinin yazarı Mustafa Ragıp, Çelebilere komşuydu. Çelebi her rahatsız olduğunda anında Vâlâlara haber veriyor, onlar da koşardı onlara. Bir Pazar günü yine haber verdi, koşarak gittiler. Çelebi yataktaydı. Münire’nin yüzü kapkaranlıktı… Çelebi arkasına yastık aldı, oturdu. Gülerek karşıladı dostlarını. Birkaç saat çok konuşmadan yanlarında oturdular. Ayrılacakları sırada ikisini de kucakladı, gözleri dolmuştur.
“Bu sefer arayı pek açmayın,” dedi Çelebi.
“Hafta içinde tekrar geliriz” dediler, ikisi de ağlamaklıydı.
Vâlâ Nureddin ertesi gün gazeteye gitti, masasında Mustafa Ragıp’ın şu notunu buldu:
“Maalesef Çelebi’yi kaybettik. Sana söylemeleri için bakkal Hakkı Bey’e rica ettim. Sabahleyin Münire Hanım’la mezarlığa gittik. Mevlevihane kapısının bitişiğindeki babasının mezarı yerine gömülecektir. Cenaze parası belediyeye verildi. Bugün öğle namazı Teşvikiye’de kılınacaktır. Malum ya, merhum bana da vasiyet etmişti. Katiyyen gazeteler öldüğünü yazmayacaklar. Çelenk istemiyor.”
Müzehher Hanım, Çelebi’nin kaç yaşında öldüğünü bilmediğini söyler hatıratında. Kırkını belki birkaç yaş geçmişti o kadar.
*
Dostu Vâlâ Nureddin onun ölümünden sonra 23 yıl daha yaşadı. Üç yıl kanserle savaştı. 9 Mart 1967’de öldüğünde yanında eşi Müzehher Hanım ile arkadaşı Şevket Süreyya Aydemir vardı.
*
Yararlanılan Kaynaklar:
Osman Öndeş, Refah Faciası, Mersin Deniz Ticaret Odası Yaynları
Müzehher vâ-nû, Bir Dönemin Tanıklığı, Cem Yayınevi