Ketum berber
Kasaba ahalisinin tamamı henüz güne başlamamıştı. Sadece işi olanlar sokaktaydı. Berber dükkanının önünde durdum, üç koltuğun ikisi dolu, biri boştu. İki kişi çalışıyordu, “on dakikalık işim var” dedi birisi, “peki ben bir gezinip geleyim” dedim.
Oğlumun elinden tutmuştum. Havadan sudan konuşuyorduk, hava sıcaktı, çocuğun aklı başka yerdeydi, döndük dolaştık, tekrar geldik berberin önüne. Camdan baktım, içerde iki kişi hâlâ çalışıyordu. Bu sırada; üzerindeki esvabı mı, saçı sakalı mı daha beyaz o an karar veremediğim, boynuna böyle sarkan kolyeler takmış, parmaklarında yüzükler, sakalı şekilli, her halinden mahallenin en afili ağabeyi olduğu belli benim yaşlarımda bir adam girdi içeri, boş koltuğun arkasına geçti, eliyle beni çağırmaya başladı camdan.
“Sıramı bekliyorum,” dedim; eliyle “gel gel” yaptı, girdim içeri, oturdum koltuğa.
Meğer usta oymuş. Harıl harıl çalışan diğer ikisi kalfa… Ortalıkta dolaşan oğlumun yaşlarında bir de çırak var.
Her berberin ilk sorduğu soruyu sormadı. Sormadığı sorunun cevabını ellerimi saçlarımın arasında dolaştırarak ben verdim:
“Bu şeklin kısa halini istiyorum”.
“İşimi bana öğretme, ben sana hangi saç stilinin yakıştığını biliyorum, bu koltuğa kimler oturdu kimler kalktı, nice adamın kafasına burada şekil vermişim, mesleğimi sen mi bana öğreteceksin” diyen bir bakış fırlattı bana aynadan ve işine koyuldu.
Hareketleri ağır, elleri mahirdi. Acelesi yoktu. Ağzında tek kelime çıkmadı.
Aynadan baktım ona… Bir süre sonra ayna körleşti. Kapının çıngırağını mı duydum, yoksa kulağıma gelen çıngırak sesi Çehov’un “Berber Dükkanında” hikayesinden mi firar edip bana ulaşmıştı bilmiyorum.
“Kapının üstündeki zilin hastalıklı sesi duyuluyor, içi kürklü bir gocuk ve keçe çizmeler giymiş yaşlıca bir adam dükkâna giriyor.”
Şu anda boynuma bir kağıt havlu dolayıp üstüne önlüğü düğümleyen karizmatik usta, hiç benzemiyor Çehov’un kahramanı Berber Makar Kuzmiç’e. Gerçi Kuzmiç de şık giyimlidir ama üstü başı kir içinde, henüz yüzünü bile yıkamamıştır. Benim ustam ise çoktan sabah kahvesini içmiş, iyi bir kahvaltı yapmış, beyaz ketenden libasına bütün o incik boncuklu kolyeleri yakıştırmış, yüzüklerini parlatmış öyle gelmiş dükkana. Çehov’un kahramanı dükkana girer girmez bezle yerleri silmiş, şuraya buraya parmağını sürmüş, duvarda gördüğü bir tahtakurusuna bir fiske atmıştı. Onun dükkanı küçük mü küçüktü, daracık pis bir yerdi. Duvarları arabacıların gömleği gibi soluk duvar kağıtlarıyla kaplıydı. Benim ustamın dükkanı ise bir hayli temizdi. Ferahtı. Van Gogh’un çiçek açan badem ağacından aşırılmış kağıtlarla kaplıydı duvarları. İçi kesif lavanta kokuyordu. Üç koltuğun dizildiği boydan boya aynanın aksinde karşı duvarın önüne koyduğu şık bir deri kanepe görünüyordu. Oğlum Miro deri koltukta kaykılmış telefonunda bir şeylere bakıyor, babasının işinin bitmesini bekliyordu. Bir ara sabırsızlandı, “Baba, ne kadar sürecek?” diye sordu Kürtçe. “Biraz sabırlı” ol diye cevap verdim Kürtçe. Kalfa girdi araya, “Abi nece konuştunuz?” diye sordu, “Kürtçe” dedim. “Kürtçe belirgin bir dil mi?” dedi bu kez. Tam anlamadım sorusunu, “Belirgin?” dedim, “Duyduğum Kürtçeye benzemiyor da bizim burada daha çok Urfalılar var, onlar değişik konuşuyor” dedi. “Ağız farklılığındandır” dedim. Sözüm bitmeden o ana kadar ağzından tek kelime çıkmamış olan usta, “Ağız değil, şive” diye beni düzeltti ve hiçbir şey söylememiş gibi işine devam etti.
“Haklısın, şive” deyip ustayı onayladım. Kürtçenin üç lehçesi vardır; Kurmancî, Zazakî, Soranî… Bu lehçeler kendi aralarında yüzlerce şiveye, onlar da bir o kadar ağza ayrılır. Mesela Kurmancî lehçesini konuşan Hakkari ile Urfa’nın şiveleri birbirinden farklıdır. Bu yüzden konuştuğumuz sizin kulağınıza gelen Kürtçeden farklı geldi size diye uzatıp filolojik bir izahat yapıp, bu şahane sabah vaktinin limonata tadındaki anına siyasetin ölümcül zehrini katıp bozmak istemedim. Evet siyaset… Zira diller arasında sadece Kürtçe üzerine konuşursan siyaset yapıyor sanırlar. Dünyadaki diller içinde siyasetin dolaylı aracı haline getirilmiş sanırım tek dil benim ana dilim Kürtçedir. Yazık!
“Kürtçe Türkiye’de eğitim dili olmadığı için bir standarda kavuşmamıştır henüz. Türkçe de bu süreçten geçti. Ama yine siz de mesela Ege şivesiyle konuşursanız Erzurum şivesini konuşan birisiyle kolay kolay anlaşamazsınız,” dedim. Sözüm kalfayaydı, ama sanki daha çok ustaya söylüyordum. Ama usta oralı değildi. Dediğini demiş, beni düzeltmiş, vazifesini tamamlamış, gerçek işine koyulmuştu. Makas sesi karıştı kalfayla muhabbetimize.
Acaba Cumhuriyet’in ilk yıllarında, günümüz Türkçesini yaygınlaştırmak için Atatürk’ün düşündüklerini anlatsam mı şu berberlere? Berber dükkanları bir de terzi dükkanları… Siyaset daha çok terzi dükkanlarında konuşulur. Atatürk, Türkçeyi bir standarda kavuşturmak için en çok, daha sonra “Dilaçar” soyadını verdiği en yakınındaki Ermeni Agop Martanyan’dan yararlanmıştı. (Meclis’e Mustafa Kemal’e ‘Atatürk’ soyadının verilmesi teklifini sunan üç kişiden biri de Agop Bey’dir derler.) Bugünkü standart Türkçe’nin dayandığı İstanbul şivesinin Kadıköy ağzı olduğu söylenir. Mesela bütün Türkler “ana” der, Kadıköylüler onu nazikleştirerek “anne” derler, bütün Türkler “kardaş” der Kadıköylüler “kardeş” derler. Bu ağzı esas almak gerektiğini Atatürk’e öneren Agop Dilaçar’dır. Bunları anlatsam berberlere, muhabbet “ağır” kaçar mı emin değilim. Berber dükkanlarında muhabbet daha çok neyin üzerine dönüyordu sahiden? Bu mekanlar daha çok birer iletişim merkezidir mahallelerde, belki de “iletişim aracı” demek daha doğru… Daha sıradan, daha “layt” meselelerin konuşulur buralarda. Dedikodu çarkı döner, daima açık duran televizyonda arada bir denk gelirse bir haber üzerine muhabbete dalar berberle müşteriler. Berber koltuğuna oturan her müşterinin aniden gevezeliği tutar, dili çözülür. Güzel hikayeler yazmış olan Mustafa Kutlu, “Tufandan Önce” kitabındaki bir hikayesinde o “dil çözülmesini”, “Bir kere berber koltuğu insanoğlunun kendini, gassal eline ölü gibi bıraktığı bir terapi yatağıdır” dedikten sonra “Gözlerinizi kapayıp, müzik sesine arada bir karışan saka cıvıltısına; geçmişe, geleceğe, hayallere, tatlı yumuşak bir şeylere dalarsınız. Berber bu arada mütemadiyen konuşur; tasvirler, tahliller yapar; elbette arada hoşunuza gidecek havadisler verir, dedikodu yapar, sizi iyice yumuşatır; tam sırasına getirip sorusunu sorar. Siz o dalgınlıkla kuzu-kuzu anlatırsınız...” diye izah eder.
*
Makasından muhteşem bir ahenk tutturmuş olan beni tıraş eden usta ketumdu. Galiba gevezelik yapmak isteyen bendim. Tersi oluyordu, beni kıvama getirip dilimi çözdüreceğine, sadece işine odaklanmıştı usta, konuşmaya niyeti yoktu.
Belli ki olgun bir berberdi. Aklıma Sait Faik’in o sözü geldi:
“Olgun berberlerde düşünmekle makas şıkırdaması arasında bir ahenk vardır. Kötü berber düşünürken ya makas elinde donakalır yahut makas ahenksiz bir şekilde şıkırdar.”
Benimkinin makası ahenkli bir şekilde şıkırdıyordu.
*
Çehov’un kahramanı Makar Kuzmiç’in dükkanında “sahibi kadar pis, yağa bulanmış berber gereçleri var”dı; “taraklar, makaslar, usturalar, birkaç kapiğe alınan krem ve pudralar, içine su katılmış bir şişe kolonya…”
Benim ustamın dükkanında her alet modern, her ıtriyat ferahlık vericiydi.
“Sakalına ne yapayım?” diye sordu usta. Konuşması sevindirdi beni, “makinayla bir numaraya vur” dedim; oğlum girdi araya: “Jiletle kessin baba,” dedi. “Bende kıl dönmesi var, hiç jilet vurmuyorum, askerde çok eziyet çektim,” dedim ortaya. Usta, “Bu makinalar yok muydu” dedi elindeki elektrikli tıraş makinasını göstererek. “O zaman bu makinalar yoktu” dedim, yaşım çıktı ortaya. Usta, yanlış bir soru sorduğunu anladı, sorduğu soruya pişman oldu, ciddiyetine kendisi yakıştırmadı bu soruyu, işine devam etti.
Çehov’un hikayesinde Makar’ın dükkanına giren müşteri İvanoviç Yagoduv’du, Makar’ın vaftiz babasıydı. Tesviye işiyle iştigal ediyordu. Uzak bir mahallede oturuyordu. Buraya kadar yürüyerek gelmişti. Yorgun argın koltuğa oturmuştu. Yakınlarda bir hastalık atlatmıştı. Hastalıktan kalktıktan sonra saçları dökülmeye başlamıştı. Doktor saçlarını kökten kestirmesini istemişti. Yabancıya gitmek istememiş hem bir yakını kessin saçlarını, hem de beleşe getirmek istemişti… Makar Kuzmiç onu koltuğa oturtmuş, İvanoviç aynadaki görüntüsüne, Moğol dudaklarına, küt, yayvan burnuna, gözleri alnına kaçmış suratına hayranlıkla bakmış; Makar omuzlarına sarı lekeli beyaz örtüyle omuzlarını örttükten sonra makası şıkırdatmaya başlamıştı.
Saçlarımı kesen ustanın makas sesleri Makar’ın makas seslerine karıştı. Madem usta konuşmayacak, sadece işine yoğunlaşacak o halde ben de Makar ile vaftiz babası İvanoviç’in konuşmalarına kulak vereceğim.
“Saçlarınızı cascavlak keseceğim, ne dersiniz?”
“En güzelini yapmış olursun. Tatarlara benzet beni, bomba gibi bir şey olayım. Sonunda daha gür çıkacak nasıl olsa.”
“E, hanım teyzemiz nasıllar?”
“Nasıl olsun, yuvarlanıp gidiyor işte. Geçenlerde binbaşının karısına doğuma çağırmışlardı, tam bir ruble vermişler.”
“Ya, bir ruble vermişler, ha? Kulağınızı tutar mısınız biraz?”
“Tuttum. Sakın keseyim deme, e mi? Of, acıttın be! Neden çekiyorsun saçımı?”
“Zararı yok, zararı yok. Bizim meslekte böyle şeyler olmadan olmaz. Anna Erastovna iyiler mi?”
“Kızım mı? Yerinde rahat durduğu yok ki! Geçen Çarşamba Şeykin’le nişanını yaptık. Sen niçin gelmedin?”
Dil meselesi bahsinde benim “şive” yerine yanlışlıkla “ağız” dediğim anda usta nasıl makas şıkırtılarını şıp diye kesip kısa bir anlığına işini bıraktıysa, Makar da işini öyle bırakmış, elleri aşağı düşmüş, sesine korku dolu bir ton verdikten sonra, “Kimi? Kimi nişanladınız” diye sormuş, İvanoviç de kızını teyzesi zengin bir ailenin vekilharçlığını yapan Petroviç Şeykin’le nişanladıklarını, bir hafta sonra nikahlarını yapacaklarını, nikaha onu da beklediklerini, çok eğleneceklerini anlatmıştı.
Makar’ın şaşkınlıktan yüzü sararmıştı. Nasıl olurdu. Anna’yla birbirlerine seviyorlardı. Annesi de söz vermişti, onunla evlenecekti. İvanoviç’e de öz babası muamelesi yapmıştı. Hep bedava tıraş etmişti. Kızını nasıl başkasına verirdi? İvanoviç de iyi bir güvey olamayacağını ne parası ne mevkisi ne de işe yarar bir mesleğini olmadığını, kendine başka bir kız aramasını söylemişti.
Makar tam burada işini bırakmıştı. Cebinden mendilini çıkarmış, hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. İvanoviç onu yatıştırmaya çalışmıştı.
Makar Kuzmiç makası o an bırakmış, ısrarlara rağmen makası eline almamış şunları söylemişti:
“Yapamayacağım, kalsın şimdi, elimin gücü kesildi. Ah, ne talihsiz insanmışım ben? O da çok mutsuz şimdi. Birbirimizi seviyorduk, söz vermiştik. Kötü insanlar acımadan ayırdılar bizi. Dükkânımdan gidin, Erast İvanoviç! Sizi gördükçe tuhaf oluyorum.”
İşin ciddiyetini anlayan İvanoviç, “öyleyse yarın gelirim, tıraşı yarın bitirirsin Makarcığım” demiş, saçlarının yarısı kökünden kesilmiş bir kürek mahkumuna benzeyen haliyle dükkandan çıkmıştı. Yalnız kalan berber Makar, sandalyeye oturmuş, sessiz sedasız ağlamaya başlamıştı. Ertesi gün erken bir saatte İvanoviç tekrar dükkana gelmiş, Makar Kuzmiç, “Bir şey mi var, ne istiyorsun” diye sormuş, o da “Tıraşı bitir Makarcığım, bak saçımın yarısı duruyor” cevabını vermiş, o da peşin para istemiş, artık bedava tıraş yapmayacağını söylemişti vaftiz babasına.
Çehov’un hikayesi şöyle bitiyor:
“Erast İvanoviç tek söz söylemeden kalktığı gibi dükkândan dışarı fırlıyor. O günden beri başının yarısında saçları uzun, öbür yarısında ise kısacık. Parayla tıraş olmayı lüks saydığından başının yarısındaki saçların kendiliğinden büyümesini bekliyor. Kızının düğününde bile ortalıkta böyle dolaştı.”
*
Uzun yıllardan sonra konuşmayan bir berber denk gelmişti bana. Berber dükkanına girer girmez kendini, elinde ustura olan geveze bir adama teslim edeceğini bildiği için mi o koltukta herkesin çenesi düşer bilmem ama Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ı berberde başına gelecekleri biliyordu:
“(...) berber boynuna pamuk sıkıştırıyordu. Bitirince sordu:
‘Nerede tıraş olursunuz beyim?’
Tümü de bu dümeni kullanırdı. Hiçbiri ondan öncekini beğenmezdi. Bir kere salt konuşmaktan kurtulmak için İngilizce bir şeyler geveleyince, herif yarı Türkçe yarı el işareti acayip bir şaklabanlığa başlamış, sonunda fazladan iki buçuk lirasını almıştı. Pantolon cebinden bir lira çıkarıp masanın ucuna koydu.‘
Tıraş bitinceye kadar konuşmazsan bu teklik senin olur; konuşursan geri alırım!’ dedi.
Öteki koltuktaki adamın gülerken dudağı kesildi. Berberin neşesi kaçtı ama o rahattı. Tıraş bitince eve gidip yıkandı. Yıkanmazsa boyuna kaşınırdı. (...)”
*
İşini bitiren usta daha önce nerede tıraş olduğumu sorsa anında cevap verir, beni daha önce tıraş eden berber hakkında ileri geri konuşsa haklısın der, kimseyi beğenmemesinde yerden göğe kadar haklı olduğunu söylerdim ona. Ama hiçbir şey söylemedi. Belli, onunki “dümen” değildi. Çünkü bu yaşıma kadar bir berber dükkanından ilk defa bu kadar memnun ayrılıyordum. Mükemmel bir iş çıkarmıştı.
Ücretini ödeyip, oğlumun elinden tutup dükkandan çıkarken, Edip Cansever’in dizesi dudağıma yapışmıştı:
“Ben berberim ellerim sizin için”