Edebiyatımızda "Râbia Hâtun Vak'ası"
Vedat Günyol’dan duymuştum; Sabahattin Eyüboğlu’nun kütüphanesi çok dağınıkmış, “Neden düzenlemiyorsun?” diye sorduklarında, “Aradığım kitabı bulmanın sevincini yaşamak için” cevabını verirmiş.
Kayıp bir eşyayı arayıp bulmanın mutluluğu büyüktür ama dağınık bir kütüphanede bir kitabı arayıp bulmanın verdiği mutluluk hiçbir mutluluğa benzemez.
Birkaç günden beri bir kütüphanede değil, bir şehirde, koca İstanbul’da bir kitabı aramakla geçti zamanımın büyük bir bölümü.
Nişantaşı’ndan çıktım yola. Harbiye’ye taşınmış Pandora’dan başladım, İstiklal Caddesi’ndeki kitapçılara girdim, Yapı Kredi’ye sordum (zira onlar yayınlamıştı), Balıkpazarı’ndaki sahaflara bir bir sordum, Tünel’de her kitabı bulunduran sahafa gittim bir umutla, heyhat sahaf kapanmış, oradan Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısına gittim; girmediğim, sormadığım dükkan kalmadı, hiçbir yerde yoktu.
Ben inat ettim, o bana kendini göstermemekle direndi, sonunda ben kazandım.
Aklıma yazarını tanıyan İrfan Sancı dostum geldi, rica ettim, Enis Batur’u arasa, varsa eğer elinde bana kendisinin derlediği ve 2000 yılında YKY arasında çıkan “RÂBİA HÂTUN, Tuhaf Bir Kıyâmet+Kırkbir Şiir” kitabının PDF’ini gönderse... Bir gün sonra İrfan aradı, Enis Bey’i aramış, şair son günlerde kaybettiği dostu Aydın Uğur’un yasını tutuyormuş, çok üzgünmüş, onca meşguliyeti arasında isteğimi yerine getirdi. Enis Bey’e bu vesileyle başsağlığı diliyor, teşekkür ediyor ve kitabının rehberliğinde anlatacağım hikayeye geçiyorum.
*
Edebiyat tarihimizde bir “Râbia Hâtun Vak’ası” vardır. 1948 yılında yaşanmış. Ama etkileri birkaç yıl sürmüş. Ben hadiseye, Orhan Karaveli’nin “Görgü Tanığı, Bir Gazetecinin Sıradışı Anıları” kitabında rastladım. Bakarken Enis Batur’un bu “vakayla” ilgili bir kitap yazdığını öğrendim.
Benim 2022 yılında öğrendiğim vakayı Enis Bey de 1994 yılında öğrenmiş. Kitabın girişine yazdığı yazıda Enis Batur, baştan beri Râbia Hâtun’u tanımıyor oluşuna Mehmet Fuat’ın çok şaşırdığını yazar. Onun gibi dergi koleksiyonlarını taramaya yıllarını ayırmış birisinin bir döneme damgasını vurmuş bu olayı bilmemesi çok şaşırtıcıdır. Eski kuşaktan Râbia Hâtun hadisesini bilmeye yoktur. Nazım Hikmet’ten Cevat Çapan’a birçok şair onun şiirlerini ezbere bilir. Karıştırdıkça bu “vakayı” bilmeyen meğer ender kişilerdenmiş kendisi. Bu yüzden bu olayla ilgili o dönemde gazete ve dergilerde çıkan yazıları ve Rabia Hatun’un şiirlerini bir araya getirip “yeni kuşaklara Râbia Hâtun’u tanıtmak” için aradığım o kitabı çıkarmış.
*
Sene 1948… Kazım Taşkent, “gagasının ucunda bir ikramiye evi taşıyan leylek” amblemli Yapı Kredi Bankası’nı yeni kurmuş. Dönemin en etkili iki münevveri olan Vedat Nedim Tör ile Şevket Rado, bankanın bir “kültür hizmeti” olarak “ev dergisi” “Aile”yi çıkarıyor. Dergi mevsimliktir, yılda dört sayı çıkıyor. Dergiye göre biz “yaşama sanatının acemisi” bir toplumuz. Derginin amacı, “okurların zevkini yükselterek sinirlerini rahatlatmak, yaşama şevkini canlandırmak, faydalı olmak, hayat kavgasında başarılı olmaları için hizmet etmek”tir. Dergi sayfalarını sadece sağlık, çocuk bakımı, psikoloji, yemek gibi konulara ayırmıyor, hemen hemen her sayısında, dönemin meşhur edebiyatçılarının ürünlerinde de yer veriyor. Yahya Kemal’den Sabahattin Kudret’e, Halide Edib’den Orhan Veli’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya, Falih Rıfkı Atay’dan Ziya Osman Saba’ya, Cahit Sıtkı Tarancı’dan Sâlah Birsel’e, Sabahattin Kudret Aksal’dan Cahit Külebi’ye kadar… Hem de o zamana kadar görülmemiş yüksek telif ücretiyle...
*
İşte bu dergi Yaz 1948 tarihli 6. sayısında birkaç kıtası bir süreden beri elden ele dolaşan bir “şaire”yi “Türk kamuoyunun dikkatine” sundu. “Şaire” dediği kişi “Râbia Hâtun”du. Derginin ikinci sayfasında yayınlanan şiirleri editör şöyle sunuyordu:
“Şiir dünyamızda bir yıldız gibi yükselen Râbia Hâtun’un şimdiye kadar hiçbir yerde çıkmamış 16 şiirini bu sayıdan itibaren yayınlamaya başlıyoruz. Aile dergisi, yüz yıllardır bir sır gibi saklı duran bu harikulâde şiirleri Türk okuyucusuna sunmakla iftihar eder.”
Sunuş metninin yanında ressam Agop Arad’a yaptırılmış, omuzlarına inen desenli başörtüsünün altından bol siyah saçları görünen, kalem kaşlı, uzunca burunlu, gülümseyen bir temsili Râbia Hâtun resmi de vardı.
Şiirler iddialı şiirlerdi, özenti ve Azeri diline yakın tumturaklı bir dille yazılmışlar, vezinleri aruz ve lirikti. Şöyle dörtlüklerdi mesela:
Sen gülce bilirsin, ne diyor dinle şu güller
Kulkul dediler hep şu kadehlerdeki müller
Gül, mül sana soy sop gibi dert anlatır ammâ
Bir bilmediğin dil konuşur gamlı gönüller!
Bir kâsedür alav dolu gönlüm yana yana
Men tâ senün yanunda dahi hasretem sana!
Yaşlar dökende söndüremez âteşimi sû:
Sunsan elünle kaanumu içsem kanâ kanâ
Pâyin sadâsı gelse sen hiç gelmesen,
Men dinlesem kıyâmete dek, vuslat istemem!
Bulsam izinle semtini, ol semte ermesem,
Aşsam zamanı hasretin encâmı gelmeden
Cânân içimdedir, nitekim cân içimdedir
Vuslatla hasretin yeri hep bir biçimdedir
Neş’eyle hüznü fasl edebilmek ne haddime
Hicran içimde vasl ile bir hoş geçimdedir
Sana bilmem niçün, nasıl her an
Bütün insanlar olmuyor kurban?
Senden evvel niçin, nasıl yaşamış,
Sonra yahut nasıl yaşar bu cihan?
Bazı dörtlükleri anlamak için ise derin bir Osmanlıca bilgisi gerekiyordu:
Bûy-i gül bir peyâmdır andan,
Dem-i bülbül selamdır andan
Yüreğin sine içre dem çekişi!
Bir nihâni kelâmdır andan!
Cânâ olaydı canım, hicran muhâl olurdu
Lafz-i firâka hattâ makber meâl olurdû
Sahbâ olaydı hûnum, bulmazdı dilde yer gam:
Endişe, gussa kalmaz, mihnet hayal olurdu.
Şiirler şu açıklamayla okurlara sunulmuştu:
“Şimdiye kadar Râbia Hâtun’un yalnız üç kıt’ası (dörtlüğü) elden ele dolaşarak bütün memlekete yayılmış, gazetelerle, mecmualarda bu üç kıt’a için makaleler yazılmış, (...) ikisi muhtelif bestekârlar tarafından muhtelif makamlarda bestelenmiştir. Abdülkadir Karahan’ın bir makalesiyle İsmail Habib’in bir konferansında bunların asılları(nın) İsmâil Hâmi Dânişmend’de olduğundan bahsedildiği için, mecmuamız nâmına kendisine müracaat edip Râbia Hâtun’un ne kadar şiiri varsa hepsinin neşrine müsaade istedik: Üçü ‘Beyit’ ve on altısı ‘Kıt’a’ olmak üzere on dokuz parça tutan ve eski bir mecmua içinde bulunan bu lirik şiirlerin neşir hakkını İsmâil Hâmi Dânişmend mecmuamıza vermiş olduğu için bu sayımızdan itibaren sırayla neşre başlıyoruz. (...) Râbia Hâtun’un hayatıyla hüviyeti, hattâ hangi devirde yaşadığı dahi malûm değildir: Şimdiye kadar yürütülen tahminler birer yakıştırmadan ibarettir. Lisan itibariyle onaltıncı asırdan daha eski olmaması ve şive itibariyle de Şarkî Anadolu’ya mensup olması lâzımgelir. (...)”
*
Enis Batur’un yayına hazırladığı kitapta yer alan “Edebiyatımızda ‘Râbia Hâtun Muamması’” başlıklı makalesinde Mehmet Kasım’ın yazdığına göre Râbia Hâtun imzalı şiirler, 1930’lu yıllardan beri elden ele dolaşıyordu; kimi okul kitaplarıyla, antolojilere bile girmiş, Peyami Safa, Mustafa Şekip Tunç ile Abdülkadir Karahan gibi yazarlar ondan bol bol söz etmişlerdi.
1947 yılında H. Basri Erk “Erzurumlu Bilginler” diye bir ansiklopedi yayınlamış, bu kitapta şair Râbia Hâtun’dan uzun uzun bahsedilmiş, temsili bir resmine yer verilmiş, eski bir türbenin fotoğrafı onun mezarı olarak gösterilmiş, Râbia Hâtun’un meşhur mutasavvıf Hasan Basri ile müşaareleri bile olduğu yazılmıştı bu ansiklopedide.
Yetmemiş, 1946 kışında Erzurum Halkevi’nin düzenlediği bir “folklor gecesi”nde “Râbia Hâtun’un şiirleri” okunmuş, onu canlandıran bir tablo yapılmış, ertesi yıl Eminönü Halkevi’nin düzenlediği “folklor gecesi”nde ise edebiyat tarihçisi ve öğretmen İsmail Habib Sevük, yine bu şiirleri okumuştu.
Hatta o tarihlerde, Bursa Cezaevi’nde yatan Nazım Hikmet, Piraye’ye yolladığı tarihsiz bir mektubunda, 13. asırda yaşamış bir kadın şairden bahsetmiş ve “sana karşı duyduğum aşkın çeşidini bundan yedi yüz yıl önce bir kadın yazmış diye hem o kadını kıskandım hem de hayran oldum. Bak sana yazayım” diyerek aşağıdaki dörtlükleri göndermişti:
Olsandı sen sema, olsandı sen hava,
Alsamdı men seni dem dem, nefes nefes.
Olsamdı ben mekân, olsandı sen zaman
Eflâki dolduran bir aşk olurdu bes.
Bir kâsedir alev dolu, gönlüm yana yana,
Ben ta senin yanında dahi hasretim sana.
Yaşlar dökende söndüremez ateşimi su,
Sunsan elinle kanımı, içsem kana kana.
“Râbia Hâtun’un Şiirleri”ni edebiyat dünyasına tanıtan, daha çok tarih konularındaki yazılarıyla tanınan İsmâil Hâmi Dânişmend’di. Danişmend, 15 Şubat 1947 tarihli “Altın Işık” dergisinde de bu gerçeği doğrulamıştı zaten. “Aile” dergisi de şiirleri ondan aldığını açıkça belirtiyordu.
*
Edebi mevzulara o zamanlar insanlar daha mı büyük ilgi gösteriyordu, o tarihlerde toplum henüz şiirini kaybetmemiş miydi, daha mı duygusal, daha mı naiftik bilmem; bu şiirler “Aile” dergisinde çıkar çıkmaz memleket bir yere geç kalmış gibi ayağa kalktı. Tartışma önce Babıali’de gazete muharrirleri arasında başladı. Ardından mesele Anadolu’ya sirayet etti. O zamana kadar sadece birkaç dörtlüğü bilinen “şairenin” ana yurdu Erzurum ilk ses veren şehir oldu. Hemen Râbia Hâtun’u bağrına bastı. Ne de olsa Râbia Hâtun veya Râbia Sultan en eski Türk-Selçuklu kadın şairiydi. Çok iyi bir eğitim görmüştü. Artukoğullarındandı. Hatta Selçuklu Sultanı Alparslan’ın kızı olduğu söyleniyordu. Şirvan-Azerbaycan Türklerindendi. Türbesi Konya’daydı, kısmen yıkılmış olsa da hâlâ ayaktaydı.
Erzurum sahip çıkar da Diyarbekir durur mu? Ne de olsa dergi onun için “Şarkî Anadolu’ya mensup” demişti. Servet-i Fünun şairlerinden ve Diyarbekirli edip Süleyman Nazif’in kardeşi Faik Ali ”Akşam” gazetesine verdiği bir mülakatta, Râbia Hâtun’un Erzurumlu değil Diyarbekirli olduğunu söyledi. Hem de kendisinin ”öz ninesi”ydi. Zaten o da şiir yeteneğini, bu şaire ninesinden almıştı.
Edebiyat öğretmeni ve şair Haşim Nezihi Okay’ın, Bursa’da yayımlanan “Işık” dergisinde çıkan yazısına göre ise Râbia Hâtun 18. yüzyıl sonlarına doğru Anadolu’ya göçen ve o dönemde (1948) Amasya’nın yarı nüfusunu oluşturan Şirvan-Azerbaycan Türklerindendi. Amasya’ya kadar gelmeyerek Erzurum’da kalıp yerleşmiş çok iyi bir ailenin kızı olduğu kesindi.
Konya’da yayımlanan “Babalık” gazetesindeki bir yazıya göre ise, Râbia Hâtun’un, yaşayan ve Fransızca öğretmenliği yapan İhsan Bengi adlı bir torunu bile vardı.
Koca koca şairler, büyük büyük alimler, İsmail Habip Sevük gibi meşhur edebiyat öğretmenleri, Rıza Tevfik gibi feylesoflar, Vedat Nedim Tör, Şevket Rado gibi işin ehli muharrirler, 700 sene önce bu muhteşem “incileri” döktürmüş olan “şairenin” önünde saygıyla eğilirken, sıradan şiir meraklıları ne yapsındı? O sırada doğan hemen hemen tüm kız çocuklarına “Râbia” adı verildi. Râbia kartpostal oldu etrafa dağıldı. Râbia Hâtun tasvirleri evlerin misafir odalarını, sokakları, salonları süslemeye başladı. Özellikle Doğu illerinde, Râbia Hâtun’u bölüşmek istemeyen şehirlerin caddelerine, okullarına “Râbia Hâtun” adı verildi. Onun adını taşıyan dernekler kuruldu. Paneller düzenlendi, açık oturumlar tertiplendi, bu müstesna hatunun benzersiz şair kişiliği üzerine ilmi konferanslar verildi işin erbabları tarafından. Memleket durup dururken bir Karun hazinesine kavuşmuştu. Herkes akşam “Râbia Hâtun” diye yatıyor, sabahları da gözlerini “Râbia Hâtun” diye açıyordu. Keşfedilen yeni bir kadın şair değil de tükenmez bir petrol rezerviydi mübarek.
*
Ahali bunlarla meşgulken Babıali de teyakkuzdaydı. İlk sözü Akşam Gazetesinden Vâlâ Nureddin (Va-Nu) aldı. Ona göre bu şiirler 700 sene önce yaşamış biri tarafından yazılmamış, ”çağdaş bir şairin” kaleminden çıkmıştı.
O günlerde yeni yayın hayatına başlamış olan Hürriyet gazetesinde Nihad Sami Banarlı da köşe yazarıydı. Orhan Karaveli’nin Galatasaray’dan hocası olan Banarlı’ya öğrencileri bir gün bu hadiseyi sorarlar. Karaveli o günü şöyle aktarır kitabında:
“1948’in Mayıs ayı başlarıydı. Nihad Sami Banarlı Hocamızın edebiyat dersinde söz alarak ‘Hocam kimdir bu Râbia Hâtun?’ dedim. ‘Böyle bir şairimiz vardı da neden bunca zaman adı duyulmadı? Neden hiç ondan söz etmediniz?’
Nihad Sami Banarlı, her zaman yaptığı gibi bir kaşını şöyle hafifçe yukarı kaldırdı, dudaklarında ünlü tebessümüyle, ‘Biraz daha bekleyin çocuklar’ dedi. ‘Yakında balon patlıyor!’
‘O da ne demek hocam?’ diye üsteledim. ‘Böyle birisi yok mu?’
‘Yok!’
‘Hiç yaşamadı mı yani?’
‘Hiç yaşamadı! Daha fazla sorma! Hürriyet’te çıkacak yazımı bekle.”
Ve o gün geldi. Banarlı arka arkaya iki yazı yazdı. Yazılarında dil, vezin, kafiye ve diğer bakımlardan “böyle bir şairin 13. yüzyılda değil ancak 18. yüzyıl sonuyla 19. yüzyılda yaşamış ve mutlaka tekke çevresinde yetişmiş, romantik ruhlu ve yarı ümmi biri olabileceğini” ve “onun aslında bozuk bir söyleyişle terennüm ettiği kıtaların, daha sonra, ‘bir başka cahilin elinde’ -belki de düzeltiyorum zanniyle- bu hale konulduğunu” iddia etti ve ekledi:
“Râbia Hâtun’un tarihi şahsiyetini ve şiirlerinin eskilik derecesini ilmi delillerle göstermeğe mecburdurlar...” “Aksi takdirde... bunu uydurulmuş bir hadise gibi karşılamakta kendimizi haklı bulacağız...”
Banarlı dinamitin fitilini ateşledi ve Enis Batur’un kitabına isim yaptığı deyimle “tuhaf bir kıyamet” koptu. Eline kalemi alan er meydanına çıktı.
Nurullah Ataç mı, Rıza Tevfik mi, İsmail Habib Sevük mü, Midhat Cemal Kuntay mı, Sadun Galip mi, Vâlâ Nureddin mi istersiniz, ünlü kalemlerin şakırtıları er meydanında kıvılcımlar saçmaya başladı. Hatta Yahya Kemal Beyatlı, 9 Ağustos 1948 tarihinde Karaçi’den dostu Fuat Bayramoğlu’na gönderdiği bir mektupla topa girdi ve kimi şiirlerin “bu aralık imal edilmişe benzediğini...” belirttikten sonra “Men tâ senin yanında dahi hasretem sana mısraını içeren kıtanın 1490’lara doğru katledilmiş şehit bir şairimizin, yani Sultan Cem’in arkadaşı Sâdi Cem’in divanından çıktığını” öne sürerek olayı sahtekârlık olarak nitelendirdi ve yine de “Hâsılı bir sahtekârlık ise de bu şiir yoksulluğunda iyi bir şeydir,” dedi.
Profesör Fuat Köprülü ise, Vatan gazetesindeki yazısında elde hiçbir tarihi belge yokken 700 yıl önce böyle birinin yaşadığını öne sürmenin “cüret” olduğunu belirtti.
*
Babıali muharrirleri böyle kalem-kılıç birbirine girmişken alttan alta bir dedikodu yayıldı:
“Bu manzumeler kimindir, biliyor musunuz? Şayet yaşasaydı, şimdi 38 yaşına girecek olan rahmetli Nâzan Hanım’a aittirler. Nâzan Hanım, İsmâil Hâmi Dânişmend’in eşiydi. Yakınları bu sırrı bilirler. Fakat İsmâil Hâmi itiraf etmiyor.”
Ardından ikinci dedikodu aldı başını yürü:
“İsmâil Hâmi, bir özel toplantıda şiirlerin rahmetli eşine ait olduğunu itiraf etmiş. Bunu kimseye söylememelerini rica etmişse de bir genç subay, edebiyat tarihine hizmet kaygısıyla, duyduklarını matbaalarda tekrarlamış.”
Ve 27 Ağustos 1948 günlü Tasvir gazetesinde “Râbia Hâtun’u Bulduk” başlığını taşıyan bir röportaj yayımlandı:
İsmâil Hâmi Dânişmend, tartışmalara konu olan şiirleri birkaç ay önce ölen eşi Nâzan Dânışmend’in yazdığını “itiraf” etti.
Eşinin gösterişten hoşlanmayan, alçakgönüllü bir kimse olduğunu belirterek, onun Râbia Hâtun takma adıyla yazdığı bu şiirlerin kime ait olduğunu söylememesi için kendisine yemin ettirdiğini de ifade etti. Aynı “itiraf”ını Tasvir gazetesinde 1 Eylül günü yayımlanan konuşmada da yineledi.
Bu durum, ortalığı büsbütün karıştırdı. İsmâil Hâmi Dânişmend doğru söylüyorsa yaptığı suçtu, ortalığı böyle karıştırmaya hakkı yoktu. Mevzu tam anlamıyla bir edebi skandala dönüşmüştü. Derken, birbirini alaya alan yazarlar mahkemelik oldular. Kimse Dânişmend’e inanmak istemedi.
Dönemin meşhur yazarlarından Ercüment Ekrem Talû, yazar Bedii Faik’e “Dânişmend’le kafiyeli olan adımı biraz kırpıp ‘Ercü’ kaldım! Haberin olsun. Bu kadarcık bir benzerliğe bile tahammül edemiyorum bu adamla...” diyerek İsmâil Hâmi Danişmend’le ilgili hislerini açıkladı. Karaveli’nin dediği gibi, İsmâil Hâmi Dânişmend, başta çıkıp “Bunları ben yazdım, Râbia Hâtun’ tıpkı ‘Muhti’ gibi benim mahlasımdır. Takma adla şiir yazmak ne zaman yasaklandı?” diyebilseydi sorun kalmayacaktı, ama bunu yapacağına foyasını meydana çıkaran Nihad Sami Banarlı’yla polemiğe girdi
Nihad Sami Banarlı bu edebiyat güreşini tuşla kazandı ve edebi skandalı ortaya çıkardı, ama 1948 sonbaharına gelindiğinde Aile dergisi 7. sayısının sayfalarında Vedat Nedim Tör ile Şevket Rado düpedüz aldatıldıklarını kabul edip herkesten özür dileyeceklerine bu şiirlerin kimin tarafından yazıldığının değil, “erişilmez” edebi değerinin önemli olduğunu ileri sürdüler. Vâlâ Nureddin’e göre “Rıza Tevfik gibi bir mütehassıs Râbia Hâtun’u eski asırlara atfetmekte musir (ısrarlı)...” idi. Kendisi de “Men tâ senin yanında dahi hasretem sana” mısraına dayanarak, olayı hâlâ “Belki hiç çözülemeyecek ve hepimizin içinde ukdesi kalacak bir muamma...” olarak yorumluyordu. Ona göre şiir ve edebiyat dünyamızın böylesine sorumsuzca aldatılması önemli değildi.
*
Bir süre sonra “Râbia Hâtun vak’ası” sönümlendi, tartışmalar azaldı, birbirini mahkemeye veren muharrirler adliye gidip geldi; bu arada, “Râbia Hâtun dernekleri” kapandı, cadde ve meydanlardaki “Râbia Hâtun” tabelaları söküldü, ama doğduklarında kendilerine bu isim verilen binlerce “Râbia” yaşamaya devam etti. Allah uzun ömürler versin, hayatta kalanları ise bugünlerde 70’lı yaşlarını sürüyorlar.
*
Kayıp bir eşyayı bulmak mutluluk verir insana ama dağınık bir şehirde aradığın kitabı bulmak mutluluğun en büyüğü olsa gerek.