Teşvikiye'den Dolmabahçe'ye Aziz'le bir yolculuk!
Günlerdir Aziz’le dolaşıyorum İstanbul’u. Daha sonra gelecek İstanbul’a o, şimdilik İstanbul’u benim kadar bilmiyor. Erzurumludur Aziz. Daha çocuk sayılır, 15 yaşında… Onunla yaşıyorum, onunla yemek yiyor, onunla bir kahvede oturup çay içiyor, onunla bir kitapçıya giriyor, onunla durup bir eski yapının ihtişamını seyre dalıyorum hayran hayran. Kafamın içini işgal etmiş, hiç ummadığım bir anda aniden bir şeylere dalmışken yakalıyor beni, uzak durayım istemiyor. Gölgem gibi; oysa “gölgeler çabuk ölür” diyen bendim, bu gölgenin ölmeye hiç niyeti yok gibi.
Aziz evden kaçmış bir çocuk değil. Sadece eve gitmiyor. Kürtçenin Hakkari ağzında“zîz” diye bir kelime var. Koca evinden baba evine kaçan kadınlar için kullanılır daha çok. Aziz’in evden gidişini ben sadece “zîz” kelimesiyle izah edebilirim ancak, Aziz’le kafiyeli olması tamamen tesadüf...
*
Aziz, bu aralar okumakta olduğum Şule Gürbüz’ün hacimli romanı “Kıyamet Emeklisi”nin kahramanı.
Biraz önce Valikonağı Caddesi’nden Teşvikiye Caddesi’ne saptık birlikte. Yanımda yürüyordu. İlk keşfettiğimde; Şule Gürbüz’ü keşfettiğim an kadar bana heyecan veren, bu mekanları sadece kara kitabının sayfaları arasında bırakarak bu caddeden çoktan göç etmiş yazarın bir zamanlar yaşadığı apartmanın önden geçtik. Teşvikiye Camii’nin yanından geçerken, yahu bilinç ne tuhaf şey aktı aktı, bir yerlerde kımıldanan bir şeyleri araya araya Fevzi Çakmak’ın cenazesinde durdu. Oysa Yaşar Kemal’in cenazesi de çoğuna katıldığım başka yazarların, sanatçıların, yakın dostlarımın cenazeleri de buradan kalkmıştı. Neden ille de Fevzi Paşa düştü aklıma, valla bir mana veremedim. Aziz’e anlattım. Burada cenaze namazı kılınmıştı paşanın. Kendilerine dindar diyen birileri cenazeyi kaçırmıştı. Bayrakların yarıya inmesini istiyorlardı İsmet Paşa’dan, radyonun yas yayını yapmasını… Harbiye kışlasının önünden geçerken kalabalık, balkona çıkmış birkaç generale bir sopanın ortasına bağladıkları bayrağı fırlatmış, radyo evini basmak istemişlerdi, yorulmadan cenazeyi Eyüp Sultan’a kadar omuzlarında taşımışlardı. O gün “irtica” bir “hortlamış” bir “hortlamıştı”; ona göz açtırmayan laikler zar zor, bin bir güçlükle onu tekrar mezarına geri sokmuşlardı!
Aziz’le henüz bu mevzuları konuşamam. Daha Melami Tekkesinde Hilmi Baba’nın rahlesinin önüne yeni yeni diz kırmış çocukcağız. Babası ara ara susma oruçları tutuyor, hiç konuşmuyor günlerce, anası da babası ne yaparsa onu yapıyor. Annesi babasının adeta kölesi, her şart altında ona bağlı. (Onu çok özlediği için, babası ve ağabeyinin evde olmadığına emin olduğu bir anda eve gelen Aziz annesini de “oruçlu” buluyor. Tek kelime etmiyor annesi, sobanın üstünde kaynayan suyu kafasına dökmeyi geçiriyor aklından annesi onunla konuşsun diye, sonra bir “faciaya” mahal vermemek için çekip gidiyor. İçim kıyıldı okurken, kitabı kapatıp bir süre tavana baktım gözyaşlarıma engel olmak için.) Abisi Adem annesinin babasının gözdesi, kıymetlileri onların, Aziz evde olmasa da olur.
Babası suskun ya Aziz’in, susanlardan nefret ediyor bu yüzden Aziz. Bunu bildiğimden bulduğum her fırsatta ona yaratıcısını anlatıyorum.
Teşvikiye Camisine karşıdan baktık. Bitişiğinde bir zamanlar muvakkithane varmış. O muvakkithaneyi şimdi cafe yapmışlar. Adı da “ev” anlamına gelen İngilizce bir kelime kafenin... Aziz’i yaratan yazar da kafayı zamana takmış bir yazar, zamana ve saatlere… Cambridge’te felsefe tahsili görmüş ama gelmiş uzun yıllar sarayda saat tamirciliği yapmış. Bu muvakkithanelerin ne işe yaradığını en iyi o biliyor. Onun anlattığına göre Cumhuriyete kadar İstanbul’da 72 muvakkithane varmış. Bunların birisi bile, içindeki ölçüm aletleriyle bir müzeye dönüştürülmemiş. Numunelik bir tane bile kalmamış şimdi. Muvakkithaneler namaz vakitlerini elifi elifine ölçebilmek için içinde bir muvakkitin çalıştığı yerlermiş. O zaman kullanılan ezani saatte, güneş ışığına göre hesap yapılıyormuş. Yıldızlar arasındaki mesafeyi, izdüşümsel tablalarda, güneş saatlerinde, rubu tahtalarında, usturlaplarda hesaplayabilmek az buz iş değilmiş. Şu an sebil gibi, kafe gibi gördüğümüz pek çok yer vakti zamanında muvakkithaneymiş. Sultanahmet Camii’nin muvakkithanesi dahi muhafaza edilmemiş; böyle ufak, küçük, kafes gibi yerlermiş. İçeride iki tane ayaklı saat durur, ayar için usturlaplar, rubu tahtaları, çeşitli ölçüm aletleri olurmuş. Birkaç kişi içeride çalışırmış. Mikrometrik ölçümlerle saati belirlerler ve hemen yandaki caminin müezzini de ezanı ona göre okurmuş. Çok incelikli bir işmiş muvakkitlik anlayacağınız.
Eskiden muvakkithane olan şimdinin “Thebilmemnecafe”sinde oturmuş zamana kıyanlara baktık Aziz’le bir süre, sonra yolumuza devam ettik.
*
“Senin yaratan, seni yaratmadan otuz sene evvel ilk kitabı ‘Kambur’u bir deftere el yazısıyla yazarak götürmüş yayınevine biliyor musun? Şansı var, orda Murat Belge’yle karşılaşmış. Bir zulmat anında gelse edebiyatın hası, gelen yazarı tedirginliğinden tanıyan bir adamdır Murat Belge. Almış defteri, okumuş, “sen bunu daktilo et, öyle getir, basarız” demiş. Daktilosu yok seninkinin, Sultanahmet Adliyesi’nin önündeki arzuhalcilerden birisine gitmiş, arzuhalci arzuhal yazdıracak sanmış, o roman yazdırmış arzuhalciye, arzuhalcinin halini düşünsene…” dedim Aziz’e, ikimiz katıla katıla güldük.
Maçka Palas’ın önüne gelmiştik. Hani Abdülhak Hamit’in Lüsyen’le beraber oturduğu apartman… Adının son iki harfi “ET” olan Ağrılı kasap satın almış bu apartmanı. Girişinde lokantası var. Gazetelerin yazdığına göre Abdülhak Hamit ile Lüsyen’in yaşadığı kata da kendisi yerleşmiş bir süre önce. (Abdülhak Hamit’in kişisel birkaç parça eşyasını sergilemek için de Aşiyan Müzesi’nde bir oda bulmuşlar sonra, ilk ziyaret ettiğimde o eşyaları o odada görünce Abdülhak Hamit ile Tevfik Fikret’i “ev arkadaşı” sanmıştım.)
Bu kapıdan Nazım Hikmet girmişti Aziz. “Putları yıkacaktı” genç şair. Putlardan birisi de şair-i azam Abdülhak Hamit Bey’di. Sonra şair-i azam genç şairi evine davet etmiş, Nazım Hikmet de gelip bu kapıdan girmişti içeri. Varıp şair-i azamın elinden öpmüştü. Gençlik işte! Yaş kemale erince ne çok pişman olmuştu yaptığına, o pişmanlığını şöyle anlatmıştı Sabiha Sertel’e şair:
“Gençliğimizde sekterdik. Biz mesela ‘putları kırıyoruz’ kampanyasını neden açtık? Abdülhak Hamit milli şair değilmiş. Memleket konularıyla ilgilenmezmiş. Proleter şair değilmiş. Saltanat devrinde, proletaryanın daha doğum halinde olduğu bir devirde onun proleter şairi olmasını nasıl bekleyebilirdik? Adam büyük şair. Kendi ufuklarından çıkmış, dünya konularıyla ilgilenmiş. Abdülhak Hamit yaşadığı devrin, şartların mahsulüydü. (...) Bütün o büyük şairlere çattık. Burjuva şairi, edebi diye kenara attık. Neydi benim o ‘Berkeley’ şiiri? Diyalektik materyalizm şiirle mi öğretilir? Proleter şairi aşk şiiri yazamaz dedik. Tabiatı ve insanı unuttuk.”
“Büyük şairler, büyük şairlik yapıp gittiler, yenileri de bir daha gelmedi,” demişti seninki Aziz.
*
Aziz’in aklı yaratıcısındaydı. Anlatmaya devam ettim. Şule Gürbüz, “Kambur”dan sonra İngiltere’ye gitti, felsefe okudu, memlekete döndü, on sene sonra ikinci kitabı “Zamanın Farkında”yı da götürdü aynı yayınevine. Bu kez Murat Belge çıkmadı karşısına. Aldılar dosyayı, bakarız sana haber veririz dediler. Gençlerin eline düşmüş, onların “terazisine muhtaç kalmış”tı.
“Aziz, sen daha çocuk sayılırsın ama seni yaratan yazar gençlerden çok korkuyor.”
“Neden?”
Senin bu soruna kendisi şu cevabı veriyor:
“Çünkü genç, o cevval haliyle, her şeyi kendi bildiğine göre kesip biçip şekillendirmede, kendi dünyasının o anki haliyle hüküm vermede ve bu hükmün keskin olmasında çok arzulu ve iştahlıdır.”
Üçüncü kitabı “Coşkulu Ölmek”te de bu mevzuya dair şöyle bir paragraf var:
“Genç, sadece canlıdır. Canlılık nasıl bir şey acaba? Canlı ama ruhtan uzak, canlı ama akıl ve anlayıştan uzak. Heyecan, ürperti, korku, tedirginlik, vesvese, telaş ve tuhaf bir coşkunlukla tıka basa dolu. Gencin coşkusu derken bu coşkunun çocuğu hayal kırıklığının taşması neticesinde oluşan keder coşkunluğu ve hayatiyet gibi de görülebilecek ölüm coşkusudur. İhtiyar coşkusuz ölür, genç eğer ölürse coşkuyla ölür. (…) Genç, hayattan utanandır, burada bu halde olmaktan utanan. İhtiyarsa yaşamış olduğu için artık ölümden utanan.”
*
“Derdi edebiyatla yaralarını sağaltmak, kendini ifade etmek, bir önerme ispatlamak, bir tez ileri sürmek, halkı bilinçlendirmek, sınıf mücadelesine katkıda bulunmak, devrim yapmak, şeriatı getirmek, kızıl elmayı bulmak, para kazanmak, ünlenmek falan değildir” Şule Gürbüz’ün. “Keşke derdim edebiyat olsaydı, ben de kendimi dertli sanarak ama hemen her şey ile de çarçabuk şifa bularak yaşasaydım,” diyor.
Felsefe okumuştu. Oturup Danimarkalı filozof, teolog Kierkegaard’nun yazdıklarına benzer serbest felsefi metinler yazabilirdi ama kimsenin “felsefeye harcayacak” zamanı yoktu! Tek heceli, her kelimesi bir buyruk olan bir bozkır dilinden felsefi metinler üreten bir gelenek de oluşmamıştı zaman içinde. Zor işti. O halde edebiyat ne güne duruyordu! O edebiyat ki nice yeteneksizin elinde her davanın, her ideolojinin, her saçma önermenin, her kıyıcı savaşın aracı olarak kullanılıyordu uzun bir süreden beri… Onunla her şey yapılabilir; felsefe de… Üstelik edebiyat meseleyi istediğin kadar derinleştirme imkanı veriyordu sana, hem de alegoriye muhtaç duymadan.
Muhiddin Arabi’yi bilmeden Batı filozoflarına dair söz alsan ne yazar? Ama İbn-i Arabi de çetin ceviz hani. “Füsus”ta yazdıklarını kendisinin de yazdığına inanmayan bir alim o, “Bunları ben yazmadım, bunlar bana yüklendi” diyen bir feylesof… “Füsus”u Ahmet Avni Konuk’un tercümesinden okuyup künhüne varmak için, iş yerinden bir ay izin alarak içeri kapanmış Şule Gürbüz. Dört cildi okuyup bitirdikten sonra da “ayakları yerden kesilmiş,” o kitaptan öğrendiği bazı şeyler, “kulaklarına ağırlıklar, boynuna bukağılar” asmış.
“Sahi, Hilmi Baba tekkede senin de kulaklarına taşlar bağlamıştı değil mi Aziz?” dedim deminden beri beni dinleyen Aziz’e.
“Evet, bir yığın şeyi ondan sonra duymaya başladım,” dedi.
“Polis zoruyla” Aziz’i “itikatına güvenmedikleri” Hilmi Baba’dan alır, -ki karakolda artık 18 yaşına gelmiş olan Aziz’i gerçek babası, “bunu çok bozmuşlar, ben düzeltemem” deyip evine almamaya karar verince,- “itikatına güvenleri tam” Uşakki Tekkesi’nden Kemaleddin Efendi’nin yanına verirler. Aziz su gibi, her kapta, o kaba göre şekil alabiliyor. Kemaleddin Efendi bozulmuş olan Aziz’i “tamir” edecek!
*
İsmet Paşa’nın Maçka’da, önünde o devasa heykeli bulunan evinin oralara geldiğimizde -ki sol yanımızda otel vardı- Aziz’in daha sonraki macerasına dair bir şey bilmiyordum. Çünkü kitabın sonrasını okumamıştım. Bir yığın şeyden konuşmuştuk. İnsandan, macerasından, “Her insan Adem’in akranıdır” sözünü yaratıcısından okuduğumu söylemiştim ona. Demişti ki “insan milyarlarca yaşındadır ama bunu bilmez, bazen sezer, bazen de duyar.”
İnsan olan biten her şeyin tanığıdır. Sokrates zehirlenirken de insanlar oradaydı ama olup bitenleri geç idrak ettikleri için daha sonra ona üzülmeye başladılar. İsa çarmıha götürülürken de öyle, seslerini çıkarmadılar, hatta onu çarmıha götürenlerin arkasından sessizce yürüdüler, ne zaman ki bunun çok feci bir şey olduğunu anladılar, o vakit başladılar göz yaşlarını dökmeye.
“Bu duruma senin yaratıcın ‘zamanı anlama mesafesi’ diyor Aziz. Menderes’i idama götürürlerken de kimsenin sesi çıkmadı. 12 Eylül de askerler darbe yaptığında, kendi çocuklarını götürüp işkence yapsın da akılları başlarına gelsin diye işkencecilere teslim eden ne çok baba vardı bu memlekette bir bilsen.”
*
Dolmabahçe Saat Kulesi’nin dibine varmıştık. Gemiler geçiyordu Boğaz’dan.
Aziz’i yaratan yazarın bu sarayda yakın zamana kadar mekanik saat tamirciliği yaptığını biliyordum. Belki de “zamanımızın en bilge saat tamircisiydi” o...
Sorduklarında kendi işiyle ilgili şunları söylemişti:
“İnsan girdiği halin şeklini alıyorsa, o halin hakkını ve sırrını kendine hasredebilir. Bu yüzden mesleğimi yazarlıktan aşağı görmedim, bana yazarlığı sağladığını, başka sesleri duymamı kolaylaştırdığını hatta bunun bizzat kapısı olduğunu hep bildim. Ama dışarıdan değişik görünen bu iş beni ‘muvakkit’ yapmaz, Hayri İrdal yapmaz. Yani demem o ki saat tamirciliği, zamanı anlamada ve yazmada sadece sunduğu yalnızlık ve sessizlik sebebiyle bir paydır. Eğer insan, kafasını yormaya, ama gerçekten eritircesine yormaya talip olmuşsa aslında önünde zaman, sonsuzluk, geçicilik, insan kederi, yerin ve göğün arasındaki bu sıkışmışlık gibi dünyanın kurulduğundan beri ağrımaya gelmiş her başı ağrıtmış dertlerden başını alamaz.”
Yola çıktığı ilk günden itibaren “soyunu arayan her insan” gibi “soyunu arayan bir yazar” olmuş Şule Gürbüz. “Soyunu” da kendinden önceki büyük yazarların cevherinden bulup ruhuna giydirmiş. Belki de bu soyun geldiği yeri anlamak için; Batı dünyasındakileri bir yana bırakacak olursak modern dönemde Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Yusuf Atılgan’a, ondan Oğuz Atay’a, ondan Orhan Pamuk’a; Hasan Ali Toptaş’ı da halkaya dahil ederek varmak lazım Şule Gürbüz’ü bulunduğu yere. Gürbüz zincire çok güçlü bir halka olarak ekledi şimdi. Saydıklarımın içinde en az iki üç kişiden daha güçlü bir halka olarak hem de… O bu soy yolculuğunda saydığım yoldaşlarını beğenir mi bilmem ama eğer yazı onun dediği gibi “ayağını yerden kesmek, sözü, manayı kanatlandırmak ve konacağı yeri ona bırakmaksa,” bu yazarlar onun için iyi birer yol arkadaşlarıdır bana göre.
*
Kafamı kaldırdım, kulenin saatine baktım, kulenin tepesinde saatin yerini bir yokuş aldı. Aziz, beni o saat kulesinin dibinde bırakıp Erzurum’un İspir ilçesinin bir dağ köyü olan Ayçukuru’na varmak için o yokuşu tırmanıyordu zayıf, çelimsiz bedeniyle. Geç bir sonbahardı. Erzurum soğuğu, affa uğrayarak dağdan inen bir eşkıya coşkusuyla o dağlara inmek üzereydi. Efendisi yollamıştı onu oraya, “burhan iznine” çıkmıştı.
Elimdeki kitabın birinci cildinin yazar tarafından çekilen kapak fotoğrafına baktım; Aziz şimdi o fotoğraftaki o eşikte duruyordu.