Mesafeler kısaldı ayrılıklar çoğaldı
Pendik İstasyonunda Halkalı’ya gidecek treni bekliyorum. Ben Sirkeci’de ineceğim trenden. Google hazretlerine sordum; bana “varacağın yere 53 dakikada varacaksın” dedi.
Ahmet Hamdi’nin “Sonbahar İstanbul’un asıl mevsimidir” demiş olması içime su serpiyor, az kaldı. Zira şu anlar ne yaz ne sonbahar, sonbaharın kısalan günler ve hafif bir yelle gelişini haber veren ama boğucu bir nemle hemhal olmuş yapış yapış sıcak bir havanın baskın gelmesiyle hâlâ yazdayız dedirten kararsız zamanları en bunaltıcı zamanlardır İstanbul’un, havası hiç latif bir hava değildir bu günlerde!
Demek Pendik’ten Sirkeci’ye 53 dakikada varacağım ha!
Aklıma hemen Osman Cemal Kaygılı düştü. Onun “Yenigün” dergisinde 1930’ların başında yayınlanan ve yayıncının “Köşe Bucak İstanbul” adıyla yayınladığı kitabında anlattığı Pendik bahsine gitti hafızam. İstanbul’dan Pendik’e gidiyor yazar.
(Eskiler sur içine İstanbul derdi. İstanbul’a ilk geldiğimde, Bostancı’daki evinden Cağaloğlu’na giderken Vedat Günyol’un ağzından, “İstanbul’a gidiyorum” lafını ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Yoksa ben İstanbul’da değil miydim?)
Osman Cemal, 1930’ların başında İstanbul’dan Pendik’e yolculuğunu anlatır ki sanki masallardaki Mağrip yolculuğu mübarek. Önce karşıya geçecek, Kadıköyü’nde bir vasıta bulacak. Birkaç semtte vasıta değiştirecek, ormanların içinden geçecek, dereleri ardına bırakacak, sonra bostanlara dalacak, kırlık yerlerden geçecek ve en sonunda Pendik’e varacak. Onun Pendik’e gelmesi, uzun bir süreden beri kimsenin uğramadığı bu köyde bir şenlik havası yaratacak. Ahalinin dertlerini yukarılara bildirecek bir gazeteci gelmiş ne de olsa, zira kuş uçmaz kervan geçmez, kadim bir Rum köyü olan Pendik’te belediye doktoru yok. Kartal belediye doktoru da şimendifer karnesi olmadığı için Pendik’e gidemiyor. Köylerine bir doktor muhakkak lazım. Kartal’da 60 lira maaşlı bir belediye memuru ile üç katip, Pendik’te ise 120 lira maaşlı bir belediye reisi ile yedi sekiz katip olduğu halde niçin diyorlar, orada doktor var, bizde yok? Hiç olmasa Kartal’daki doktora bir tren karnesi verilse de her gün bir defa Pendik’e kadar gelip ahaliyi yoklasa!
*
Osman Cemal Kaygılı, Refik Halit Karay’ın sürgün arkadaşıdır. 1913’te İttihatçılara “iktidara çökme” yolunu açan Mahmut Şevket Paşa suikastında onun da dahlini buldular, Refi Cevat ve Refik Halit’le birlikte Sinop’a, sürgüne gönderdiler. Sinop'ta perişan bir halde çektirdiği fotoğrafın arkasına, “Siyaset mezarlığına destursuz abdest bozduğum için, per-i hürrriyet tarafından çarpıldığımın resmidir,” diye yazdığı bilgisine rastladım bir yerlerde.
Sahi Refik Halit de eski İstanbul’u anlatırken ağzından bal damlar. Onun da bu “mesafeleri kısaltan” araçlardan birisi olan trene ilk binişine dair bir anlatısı var ki muhteşem. Nevaleyi almışlar, çoluk çocuk, ana baba, herkes yerini biliyor, kim neyi taşıyacak önceden belli, yaş sırasına göre diziliyorlar tespih taneleri gibi art arda, her tarafı dökülen, harap halde, böyle cuf cuf diye ses çıkaran, duman püskürten bir trene biniyorlar. Hayatlarında ilk defa biniyor, alayı heyecandan ölmek üzere. Onların yolu benimkinin tersi, ben Sirkeci’ye gideceğim onlarsa Sirkeci’den Küçükçekmece’ye gidecekler. Tren saatte 25 kilometre yol alıyor. Hareket eder etmez hepsinin başı dönüyor. Bu nasıl bir hız böyle Allah’ım! “Nereden bindik bu ateş arabasına” diyorlar. Küçükçekmece’ye üç buçuk dört saatte varıyorlar ki hepsinin ağzı hayretten bir karış açılmış, “Bir haftalık yolu bu kadar kısa sürede nasıl geldik?” diyorlar.
*
Hepimizin bir “soyadı” hikayesi vardır; Refik Halit’in olduğu gibi, Osman Cemal’in de var. 4 Eylül 1890 günü, İstanbul’da Eğrikapı dışında Yenimahalle’de dünyaya gelmiş. Babası mahalle bakkalıydı. Daha çok küçükken babası ölmüş, hemen onun arkasından da annesi… Yetim kalmış, akrabalarının yardımıyla mektep okumuş. Askeri Katip Yetiştirme Mektebi’ne girmiş, bitirdikten sonra imtihana girmiş, imtihanı kazanmış, 1909 yılında Kıtaat-ı Fenniye Müfettişliği katipliğine tayin edilmiş. Mahmut Şevket Paşa suikastına adının karıştırılması dört yıl sonrasına rastlar. Muhalif aydınlarla birlikte bir yıl süren bir sürgün hayatından sonra İstanbul’a dönmüş, memuriyetine kaldığı yerden devam etmiş. Harple birlikte seferberlik ilan edilince seyyar tümenlerde katiplik yapmış, hastalanmış, güçten düşünce 1917’de, daha yirmi yedi yaşındayken askeri katiplikten tekaüt olmuş. Gitmiş, sur dışındaki Ortakçılar Mahallesi’nde bulunan babadan kalma eve yerleşmiş. Birkaç inek almış, sütlerini sağıp satmış, geçim yolunu bulmuş. Daha sonra muallim olmuş. İstanbul İmam Hatip Mektebi, Çemberlitaş Erkek Okulu ve Fener Rum Kız Lisesi’nde öğretmenlik yapmış.
*
Burada bir parantez. İlk İmam Hatip Okulları Atatürk döneminde, çok kişinin bildiğinin tersine 1925 yılında açılmış. İmparatorluk döneminde imam ve hatiplerin eğitimi medrese eğitiminden ayrı değildi. İmam ve hatip yetiştiren medreseler ilk defa 1913 yılında “Medresetü’l-eimme ve’l-hutabâ” adıyla açılmış. 3 Mart 1924’te bütün medreseler kapatılınca, aynı tarihte kabul edilen Tevhîd-i Tedrîsat kanunu gereğince yirmi dokuz merkezde ilkokula dayalı olarak dört yıllık İmam-Hatip mektepleri açılmış, bir tâlimatnâme ile bu okulların yönetimi ve öğretim şekli düzenlenmiş, okutulacak dersler Kur’ân-ı Kerîm, gınâ (mûsiki), tefsir, hadis, ilm-i tevhîd, din dersleri, Arabî, hitabet ve irşad, ahlâk ve mâlûmât-ı vataniyye, Türkçe, Türk edebiyatı, tarih, coğrafya, hesap, hendese, hayvanat, nebâtat, rûhiyat, fizik ve kimya mâlûmatı, tabakat, hıfzıssıhha, yazı, terbiye-i bedeniyye olarak belirlenmiş. Kapatılan medrese öğrencilerinin bir bölümü yeni açılan İmam-Hatip mekteplerinin farklı sınıflarına yerleştirilmiş, bu sebeple, 1923-1924 öğretim yılında yirmi dokuz yerde 2258 öğrenciyle açılan bu mekteplerin bazısı öğretime başladığı yıl mezun vermiş. Artık nasıl olduysa, İmam-Hatip okullarına öğrenci ilgisi giderek azalmış, bu yüzden okul sayısı 1924-1925 öğretim yılında yirmi dokuzdan yirmi altıya, 1925-1926’da yirmiye düşmüş, bir yıl sonra sadece İstanbul ve Kütahya’da birer imam hatip okulu kalmış, 1929-1930 öğretim yılında ise tamamen kapanmış. Osman Nuri Ergin, İmam-Hatip mekteplerinin öğrenci bulunamadığı için kapandığını belirtir.
*
Parantezi kapatalım ve dönelim biz Osman Cemal’e.
Osman Cemal, çocukluğunda ve gençliğinde çok acı çektiği ancak hayat karşısında direncini hiç yitirmediği, bir gün bile olsun umutsuzluğa kapılmadığı için soyadı kanunu çıktığında nüfus müdürlüğüne gidip “Kaygısız” soyadını almak istemiş, ancak bu soyadının daha önce başkasına verildiğini öğrenince “o halde ‘Kaygılı’ olsun, hiç önemi yok” demiş; tıpkı kendisiyle dalga geçer gibi “sakın tersten okumayın” diyerek “Karay” soyadını alan “sürgün arkadaşı” muzip Refik Halit gibi…
Yazardır, folklor derlemecisidir, mizahçıdır, gazetecidir, tiyatro oyuncusudur, hikayeler, romanlar yazmış, Kavuklu ve Pişekar rollerine çıkmış ve en önemlisi bir İstanbul yazarıdır.
1943 yılında mide kanserinden ölmüş, kabri Ortakçılar’da Tokmaktepe mezarlığındadır.
Behçet Necatigil, “Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü”nde onun için der ki:
“Çingeneler adlı romanı dışında Kaygılı’nın yeni baskısı yapılan hiçbir çalışması yok. Nedense yayınevleri ‘eski İstanbul kenar mahalle hayatını canlandıran’ bu yazara pek ilgi göstermemişler...”
Necatigil, bunları yazdıktan çok sonra kitapları basılmaya başlandı, hem de iki yayınevi tarafından… Şimdi her kitapçıda kitaplarını bulmak mümkün.
Derler ki “dandik” kelimesine Türkçeye o sokmuştur. Bir “argo sözlüğü” bile var. Bir romancı olarak Sait Faik’in bayıldığı bir adamdır. “Çingeneler” romanını yazmak için onların kılığına bürünerek uzun süre çingenelerle birlikte yaşadığı anlatılır, Sait Faik 23 Haziran 1939’da “Vakit”te yazdığı yazıda onun için şunları söyler:
“Osman Cemal’in Çingeneler’i muhakkak bir şaheserdir. Osman Cemal şimdiden sonra bir tek yazı yazmasa Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle gene mahzun ve gene yarı meçhul aramızda dolaşsa, bu, hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserinin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir. Okudukça şaşırıyorum. Sayfaları çevirdikçe içim hüzün, sevinç ile dolu karmakarışık bir âleme giriyor. Gâvur Etem kitaptan fırlıyor, karşımda Apukur Çorbacı’nın kim olduğunu izah ediyor. Akman Ağa’yı arabasını sürerken, yaz yağmurlarını, çadırı, böğürtlen dolu sepeti, ayaklarını köpekler dalamış tirşe gözlü Gülizar’ı, Büyükdere köylerine giden musiki ve avantür delisi delikanlıyı, yılanları, Nazlı’yı görüyorum, duyuyorum…”
*
Tam bu sırada perona bir tren yanaştı. Daldığım düşüncelerden uyandım.
Osman Cemal Kaygılı’nın neredeyse bir gün süren meşakkatli bir yolculukla vardığı Pendik’te; Refik Halit Karay’ın ilk defa bindiği Sirkeci’ye giden trene bindim. O “ateş arabası” 53 dakika sonra vardı gideceğim yere.
Eskiden mesafeler daha uzak, gönüller daha mı yakındı; şimdi gönüller daha uzak, mesafeler daha mı kısa?
Bilemedim.