İngilizlerle kan davam var!
Geçen hafta perşembe günü uzun bir yolculuktan döndükten sonra elimi yüzümü yıkamış, rahat bir şeyler giymiş, hangi amaçla olduğu belli olmayan bir saikle televizyon kanalları arasında avare avare dolaşırken bir anda; -kanalın adı mühim değil, hangisi olsa aynı manzarayla karşılaşacaktım nasılsa- birbirine benzer, her gece karşımıza çıktıkları için bize hepsi aynı ailedenmiş gibi gelen beş kişi, “altılı masayı” masaya yatırmış tam “altılı masaya” masaj yapacaklardı ki, İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in ölüm haberi düştü masalarına.
Televizyon yorumcuları doğuştan her şeyi bildiklerinden, saniyesinde “altılı masayı” bir kenara bırakıp Kraliçe Elizabeth’i önlerindeki masaya yatırdılar. Önce bir tarihçiye bağlandılar, bir süre işin ehlini dinledim, sonra o gitti; oraya “altılı masayı konuşmak üzere” toplanmış olan yorumcular, “altılı masa” uzmanı olduklarını unutarak bir anda tümü Britanya kraliyet gelenekleri, İngiliz hayat tarzı ve Kraliçe’nin meziyetlerini bilen birer uzmana dönüştüler ve anında bize bu konuda bildiklerini sayıp dökmeye başladılar; şaştım kaldın, valla şapkam olsaydı çıkarırdım hepsine.
*
Onları dinlerken bir anda beynimin bir yerinde uzak anılarıma dair bir şeyler kıpırdanıp durdu; gittim çocukluğuma. Cesur insanların hikayesini anlatıyor babam. Erken bir yaz günüdür. Evin arkasından geçen su arkının çevresini bürümüş yarpuzun keskin kokusu geliyor bulunduğumuz yere. İnceden inceye su sesi duyuluyor. Dut ağacının kalın gövdesine yaslanmış babam, arkasında bir minder var. Yanında üç beş kişi daha, dut yiyorlar. Hasır küçük bir sepetin altına dut yaprakları döşenmiş, sepet ağzına kadar dut dolu, böyle iri, parmak kalınlığında… Babam anlatırken arada bir ağzına bir dut atıyor, sanki anlattığı acılı hikayenin damağında bıraktığı tadı, bal gibi dutun tadıyla bastırmak istiyor gibi. Anlattıklarına bir de şarkı karıştırıyor zaman zaman. Şarkı Hakim Necman’a dairdir.
İngilizce adı nasıl yazılıyor, böyle bir adam var mı bilmiyorum ama şarkıya adı böyle geçmiş; Hakim Necman… Irak’ı işgal etmiş olan Britanya ordusunun Musul’a atadığı müfettiş, bir tür sömürge valisi… Sene 1919, bahar erken inmiş o dağlara, eriyen karların arasından alâl, sosin, beybûn çiçekleri fırlamış ama bütün o çiçekler İngiliz askerlerinin nalçalı çizmeleri altında eziliyor şimdi.
Tam karşıdan görüyorum babamı. Tünemişim bir meşe kütüğüne. Tepeleme kuzu tandır dolu bir tepside umursamaz bir tavırla hapur hupur yemek yiyenlere melül melül bakan bir kedi iştahıyla dinliyorum anlattıklarını. Hikaye dünyasına yeni ayak basmışım, anlatılan her hikaye başka bir dünyaya götürüyor çünkü beni.
*
Yıllar sonra, kanayan zamanlara ayak bastıktan sonra netleşti kafamda o gün anlattıkları babamın…
Araplar yönlerini çoktan tayin etmiş. Mareşal Allenby -ki İttihatçı Cemal Paşa’nın kılıcına boynunu son anda uzatmaktan kurtulan Araplar, bir kurtarıcı olarak gördükleri için adını “Allah’ın insanı” anlamında “Allahbeni” diye değiştirmişler- 8. Ordu’yu Filistin cephesinde yenilgiye uğratalı çok olmuş, Mustafa Kemal’in başında bulunduğu 7. Ordu “ricat” etmiş, Osmanlı ordusunun morali bozulmuş, 300 bin asker kaçağı eşkıya olup dağa çıkmış; Arap çöllerinde, sarı sıcakta kış urbaları var leşkerin sırtında, tayına ise her zamanki gibi kıran girmiş, “İslam birliği efsanesi” tarumar olmuş; Arapların yönü bellidir artık; Britanya’nın kazanacağı aşikar; tekmil Araplar, Osmanlı’ya yüz çevirip sadakatlerini Britanya’ya yöneltmişler. Bir kısmı Irak bağımsız olsun diyor, bir kısmı Britanya himayesine girsin diyor; Irak’ta yaşayan Kürtler ise “Hayır, bizi Halife’nin şahsında Allah’ın yeryüzündeki gölgesinden mahrum bırakamazsınız, bizi Osmanlı’dan ayıramazsınız,” deyip silaha sarılmışlar.
Britanyalıların maksadı belli. Ne Araplar umurlarında ne de sinek vızıltısı gibi gelen Kürt aşiretlerinin direniş kararı… Onlar geleceğin hayat kaynağı Ortadoğu petrolleri ve Hindistan’ı muhafazaya almak istiyorlar o kadar. Bu yüzden buraya gelmeden önce Hicaz ve Mısır’da manda yönetimlerini kurmuş, şimdi sırada Irak var. Irak’ta petrol var çünkü. Petrol endüstrinin enerjisi… Burayı ele geçirecek, petrolü o üretecek, sağa sola o satacak!
*
Babam o zamanlar bunların hiç birisini bilmiyor. 22 yaşındadır. Annemden önceki ilk eşiyle yeni evlenmiş. Hem dut yiyor hem anlatıyor. Arada bir de göz ucuyla bana bakıyor. En küçük oğlu ne güzel dinliyor babasını! Etrafındaki üç kişi meraklı, o da daha önce defalarca anlattığı hikayeyi tekrar anlatıyor onlara…
Bahar coşkuyla gelmiş Musul ovasına. Ama bahar beraberinde kafirin işgalini de getirmiş, abdestsiz ayak basmış ata yadigarı vatanlarına gavur, bu topraklar kirlidir artık. O halde temizlemek lazım! Amediyeli Hacı Şaban Ağa’nın üç adamı Tahirê Hemzan, Sadiqê Biroy ile Hesamê Goyî Musul çarşısında Hakim Necman’ı çapraz ateşe aldılar. Gavurun kanı Musul çarşısında toprağa karışırken; bu eylem Sultan’a bağlı Kürt aşiretlerinin gavura karşı isyan bayrağını alıp dağlara taşıdı. Dolayısıyla Osmanlı mülkünde işgal kuvvetlerine sıkılan ilk kurşundur İngiliz Necman’ın bedenine sıkılan kurşun.
Babamın söylediği şarkıda bu eylem şöyle geçer:
Kani Guzê bi guz e
Kîskê Hesam bergûz e
Kuşt Hakimê İngîlîz e
(Cevizli Pınar ceviz dolu
Kesesi el örgüsü kumaştan
İngiliz Hakimi serdi yere)
Yunan henüz İzmir’e çıkmamış, Hasan Tahsin henüz o “ilk kurşun” olarak tarihe geçen kurşunu Basile Delaris ile Jorj Papakostos’un bedenine sıkmamış, o hadise bir süre sonra vuku bulacak.
Babamın sesi su sesine karışıyor. Arka arkaya ağzına attığı dutlar sanki ağzından çıkan kelimelerin yerine yerleşiyor hızla.
*
Şimdi anlıyorum. Demek bu hadise olduğunda Mustafa Kemal böbrek sancıları çekmektedir henüz Şişli’deki evinde. Samsun’a gitmek için sefer görev emri çoktan hazırdır, ha gitti ha gidecek.
Babamın arada bir hikayesini desteklemek için söylediği şarkıda Necman’ın aynı zamanda pilot olduğu da anlatılıyor.
Suwara Tukan bi dirî
Hay ya Allah maşellah
Teyare hat girgirî
Dora Sipnê zivirî
Necman e têda xurî
(Tukan Geçtidinde diken var
Hay Allah maşallah
Teyyare geldi titreterek
Sipne Dağından döndü
Necman narası duyuldu)
“Ben Berwari aşiretinin lideri Hacı Reşit Bey’in milisiydim,” dedi babam dut yerken; dün gibi hatırlıyorum.
Berwari aşiretinin lideri Hacı Reşit Bey’in başkanlığında, Amediyeli Hacı Şaban Ağa, Dostki aşireti reisi Tahirê Hemzan ile Guli aşireti lideri Sadiqê Biroy bir araya geldiler Necman’ın ölümünden sonra, Kuran üzerine kasem ettiler. Dört büyük aşiretin, namı bütün bu coğrafyaya yayılmış dört büyük ağası, bütün adamlarıyla gâvura göğüslerini siper edecekler.
Britanya’nın işgal ordusu, Geliyê Muzîrkan’dan (Mizurî Vadisi) geçecek, istihbarat bu yöndedir. Dört ağanın yaklaşık 500 kişiden oluşan milis ordusu, kırık tüfekleriyle İngilizlerin daha çok Hindistan’dan getirdiği askerlerini vadide sıkıştıracak, tekmil gâvuru cehenneme yollayacak; niyet bu yöndedir!
*
9 Ağustos 1919 sabaha karşı, vadinin girişinde pusu kurdular Kürt aşiret fedaileri... Hacı Reşit Bey’in emri katidir. Bütün ordu vadiye girmeden kimse ateş etmeyecek! Vadiye bakan yüksek bir yerde sipere yatmış bir gözcü tek el ateşle haber verecek, sonra ateş başlayacak. Oysa erken ateşler gözcü tüfeğini. Bando mızıka eşliğinde yürüyen ordunun bir kolu girmiştir henüz vadiye. İngilizler uyanır, direnişçilerin etrafını sarar, mitralyöz karşısında, namludan doldurmalı “darcu”, “keçiça” tüfekleri çaresizdir. Aşiret direnişçilerinden kimse kurtulmadı, hepsi şahadet şerbetini içtiler o vadide.
*
Yeni evlenmiş olan babamın payına üç İngiliz mermisi düştü. Yığıldı yere, saatler sonra vardılar “cesedinin” başına, can çekiştiğini hissettirmedi gâvura, ölü taklidi yaptı. Önce koynunu yokladılar, gümüş tütün tabakasını, kehribar tespihini aldılar. Sonra belini saran beş kulaçlık kumaş kuşağının ucundan tutup cesedini yuvarladılar, yüzlerce cesedin içinde sabaha kadar inledi. Ertesi gün ölüleri almaya gelenler, onu orada yaralı halde buldular.
*
Bir dut daha attı ağzına babam. Sonra gömleğini sıyırdı. Hikayeyi anlattığı üç adama; kim bilir belki de günün birinde size de anlatayım diye daha çok da bana, üç İngiliz kurşununun üç izni gösterdi.
Kurşunlardan biri kulağının arkasını, biri boynunu sıyırmış, biri de omzundan girip çıkmıştı. O yaraların izini ölünceye kadar taşıdı bedeninde.
Bu yüzden kan davam var benim İngilizlerle; babamı vurdular!
*
Sanki o stüdyoda yaşıyorlar, evleri orası, arda bir başka stüdyolara gidip tekrar aynı yere geliyormuş gibi duran, her şeye aşina, her şeyi bilen “altılı masayı anlatmak için” orda toplanmış olan o beş kişiye Kraliçe’nin öldüğü o gece rastlamasaydım eğer televizyonda; babamın yaralarını, Irak’ın Britanya tarafından işgalini, her şeyin başlangıcı olan İngiltere’nin Ortadoğu’ya gelmesini, akademisyen Nurcan Özkaplan Yurdakul’un şahane kavramsallaştırmasıyla, İngiltere’nin Ortadoğu’ya girmesinden sonra Kürt ve diğer meselelerde olup biten her şeyin aslında bir “olay yeri incelemesi” olduğu gerçeğini, Kürtlerin Irak Kürdistanı’nda sıktıkları “ilk kurşunu” falan muhtemelen hatırlamayacak; bu vesileyle ben de bir kez daha George Orwell’ın “Nasıl Yazıyorum” kitabını tekrar karıştırmayacak, kitaptaki “Aslan ile Tekboynuz: Sosyalizm ve İngiliz Dehası” denemesini tekrar okumayacak, böylece İngiltere’de atla gezen polislerin silah taşımadığını, yargıçların belirlenmiş bir maaşının olmadığını, kendi askerleri dahil askerlerden hiç hazzetmediklerini, eğer görevli değilse hiçbir askerin üniformayla dolaşmadığını, kanunlara çok bağlı olduklarını, çok berbat bir edebiyatları olduğunu, dillerini hiç sevmediklerini, çok az şair yetiştirdiklerini, kaz adımlarıyla yürüyen askerlere çok güldüklerini, buna rağmen vakti zamanında dünyanın neredeyse yarısını işgal edip sonra kaybettiklerini, kaybettikleri topraklara hiç ağıt yakmadıklarını, gittikleri her yere dinlerini ve dillerini, sömürgelerine hastalıklarını götürdüklerini, emperyalizmi yaratan ulus olduklarını, sanatsal açıdan çok yeteneksiz olduklarını, Avrupalıların aksine hiç entelektüel olmadıklarını, felsefeden çok korktuklarını, soyut düşünmeden çekindiklerini, ama büyük kriz anlarında bütün Britanya’nın anında bir araya geldiğini, hiç büyüklük taslamadıklarını, çiçeksever bir millet olduklarını, ama aynı zamanda bir pul koleksiyoncuları, güvercin meraklıları, amatör marangozlar, kupon biriktirenler, dart oyuncuları, çapraz bulmaca sevenler ulusu olduklarını öğrenmeyecektim.
Televizyon yorumcuları insana hiçbir şey öğretmeseler de bazen bir şeyleri hatırlamana vesile olurlar. Yoksa her gece orda oturup konuşma sırası kendilerine gelinceye kadar telefonlarına bakarlar mıydı?