Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İzmir’de hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan YKY’nın mağazasına girdim. Orhan Pamuk’un “Uzak Dağlar ve Hatıralar” kitabını aldım; yanına Nurullah Ataç’ın yeni çıkan “Ne Yalan Söyleyeyim” adını verdikleri denemelerini ekledim, kasada ödeme yaparken, tezgahın arkasında, kasiyerin solunda bir rafa dizilmiş kitaplardan birisinin sırtındaki adı çarptı gözüme; Gerald Maclean, “Doğu’ya Yolculuğun Yükselişi”…Kitabı işaret ederek; “Şu kitaba bakabilir miyim?” dedim, kadın alıp uzattı, adının altında “Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiliz Konukları (1580-1720)” yazıyordu, gerisine bakmadım, “bunu da alıyorum” dedim.

        Bir kahveye oturdum. Kitabı açtım. “Dallam’ın Orgu: Deniz Yoluyla İstanbul, 1599” başlıklı Birinci Bölümü’nü okumaya başladım.

        “İyi olacak hastanın hekim ayağına gelir” diye bir söz var ya; benimki de o hesap… Britanya Kraliçesi öleli beri İngilizlerin Ortadoğu’ya gelmelerine dair bir şeyler yazıp duruyorum. İşte bir hikaye daha gelip beni bulmuştu.

        *

        Demek ki Bizim İngilizlerle olan maceramız yüz yıllık bir macera falan değilmiş. Adamlar tam 400 yıldan beri bizimle yakinen ilgileniyorlar. Ama nasıl olduysa, yüz yıl önce adamlar Anadolu’yu “kendilerine bir genesis bulsunlar diye” Almanlara terk etmiş, Anadolu’nun dışında kalan topraklarımıza göz dikmişler. Bunun macerasını geçen haftaki yazımda Gertrude Bell portresinden yola çıkarak yazdım, bugün ise Kraliçeleri Birinci Elizabeth’in Sultan Üçüncü Mehmed’e gönderdiği, “şeytan işi, akıl almaz marifetleri olan mekanik orgun” hikayesini anlatacağım.

        Efendim yakın zamanda, oğlunu incir gibi yaşlandırdıktan sonra ölen Britanya Kraliçesi İkinci Elizabeth, Birinci Elizabeth’tan tam dört yüz sene sonra yaşamış. “Bakire kraliçe” derler namına, el değmeden gitmiş öbür dünyaya, bu yüzden İkincisinin “ağa anasıdır” diyemeyiz kendisine. Ama “Elizabeth dönemi” diye bir dönem yaratmış, William Shakespeare’le aynı döneme denk gelir, hatta üstadın İngiltere ile Avrupa arasındaki ticareti anlatan “Venedik Taciri” oyununun yazılmasında bile onun yeni pazarlar bulma zekasının etkisi olduğu söylenir.

        *

        Osmanlı İmparatorluğu o yıllarda (16.yy) Avrupa’yla ticari ilişkilere yeni başlamış. Venedikliler, Cenevizler, Hollandalılar, Fransızlar kıyasıya bir rekabet içindeler. İngilizlerin eli armut toplamıyor tabi, onlar da er meydanına atılırlar. İngiliz’in ticari dehası kısa sürede öbürlerini galebe çalar; Britanya ile Osmanlı ülkesi arasında ticareti yürütecek Levant Kumpanyası bu amaçla kurulur.

        Levant Kumpanyasını kuranların alayı malın gözüydü. Sinekten yağ çıkarmayı çok iyi biliyorlardı. Bu kıyasıya rekabet içinde Osmanlıyla kurdukları ilişkinin akamete uğramadan, sağlıklı yürümesinin yolu Sultan’a yaraşır büyük bir armağanı bir an önce ona ulaştırmaktı. Ancak bu işi Kraliçe Elizabeth yapmalıydı. Tüccarlar her gün kraliçenin başının etini yemeye başladılar. Daha önce İstanbul’a atanmış olan ilk Büyükelçi Edward Barton’ın yerine gönderilecek yeni büyükelçi Lello’yu hünkar ancak önemli bir hediye karşılığı resmen tanıyabilirdi; keferenin aklı böyle çalışıyordu.

        Elizabeth ve seçilmiş büyükelçi Lello, Sultan Mehmed’in Osmanlı limanlarına giren Hollanda gemilerinin denetimini İngiliz konsolosluğuna bırakmasını istiyorlardı. Fransızlar da aynı şeyi istiyordu. Anlayacağınız savaş acımasızdı. Herkes Sultan’a kıymetli bir hediye göndermek için birbiriyle yarışıyordu. İngilizlerin aklına gelen hediye, kimsenin aklına gelmedi, 1599 yılında İstanbul’a götürülmek üzere yola çıkartılan hediye, bilhassa Almanları kıskaçlıktan çatır çatır çatlatacaktı!

        *

        Thomas Dallam diye bir mekanik saat ustasının kapısı günün birinde çalınır. Korkusuz, gözü pek, serüven düşkünü, yabancılara ve onların tuhaf kültürlerine büyük ilgi duyan Dallam akıllıydı, sezgileri güçlüydü, zor anlarda pratik çözümler bulmada onun üstüne yoktu, işlek bir zekaya sahipti.

        Kapısını çalanlar ondan mekanik teknolojisi sayesinde bir tür piyano gibi kendi kendine çalabilen, aynı zamanda üzerinde bir de saat bulunan bir org yapmasını istediler. Hediyeyi sipariş eden Britanya kraliçesi; hediyenin götürüleceği kişi ise Allah’ın yeryüzündeki gölgesi azametli Osmanlı padişahıydı. Yapacağı alet kusursuz ve şaşırtıcı olmalıydı.

        Maceraperest, coşkulu, şimdiye kadar hep beladan uzak durmuş, hep sanatıyla meşgul olmuş, büyük bir musikişinas olan Dallam Usta, 1597’nin Ağustos ayında siparişi alır almaz sevincinden havalara zıpladı. Hemen kolları sıvadı, Kasım 1598'de eserini tamamladı. Kısa süre zarfında Kraliçe Elizabeth teftiş etsin diye zengin yemek davetlerinin verildiği Banqueting House'a kuruldu ve denendi. Kraliçe onu çok beğendi.

        Ortaya çıkan eser şöyle bir şeydi:

        Saatli org yaklaşık 3 metre yüksekliğinde ve 1,80 metre eninde olup, altın varakla süslü, değerli taşlarla bezeliydi. Aletin dokuz hareket şekli vardır. Bunlar saati, ayın ve güneşin günlük konumunu gösteriyordu. Her çeyrekte ziller çalıyor ve her saat başı en tepede bulunan horoz ötüyordu. Ayrıca çanlar sayesinde melodiler işitilebiliyordu. Üzerindeki sekiz heykelcik kraliçenin figürüne doğru dönerek selam veriyor, o da asasıyla cevap veriyordu. Orgun üzerinde değerli taşlarla süslenmiş Kraliçe Birinci Elizabeth'i tasvir eden bir heykelcik ve ayrıca gezegenlerin konumunu gösteren bir de güneş sistemi modeli bulunmaktaydı.

        Çağın teknolojisinin el verdiği hangi yenilik varsa aletin üzerinde bir bir yer almıştı. Bu hususiyetleriyle alet hangi hünkara, krala, kayzere, çara giderse hepsinin dibini düşürecek kadar çekiciydi.

        Dönemin en gelişmiş müzik aleti olan bu alet 550 Pound'a mal oldu. Masrafları, hediyenin yapımı için acele eden Levant Kumpanyası üstlendi.

        *

        Dallam Usta’nın işi aleti yapınca bitmedi kuşkusuz. Asıl önemli görevi bundan sonra başlıyordu. Yanına, aleti birlikte yaptığı beş kalfasını alacak, hep birlikte Hector adlı bir gemiye binecekler ve altı ay süren bir deniz yolculuğu sonucu hediyeyi bizzat kendisi Sultan’a takdim edecek ve olur da bozulursa tamir etsin diye de Sultan’ın istediği kadar İstanbul’da kalacaktı.

        Peki bütün bunları biz nereden biliyoruz? Şuradan:Efendim, 1848 yılında British Museum yetkilileri, özel bir koleksiyondan 16. yüzyıla ait orijinal el yazması bir anı defterini satın alırlar. Bu deftere göre, Thomas Dallam adında bir İngiliz org ustası 1599 Şubat'ından 1600 Mayıs'ına kadar İstanbul’da kalmış, İstanbul’da geçirdiği sürenin an be an günlüğünü tutmuştu. Bu günlüğe göre Dallam, Kraliçe Birinci Elizabeth'in Sultan Üçüncü Mehmed için özel olarak kendisine yaptırdığı orgunu bizzat İstanbul’a götürmüş, yolda bozulduğu için burada yeniden tamir ederek monte etmiş ve Avrupalıların “Grand Signior (Büyük Türk) olarak hitap ettikleri Osmanlı sultanının huzurunda 25 Eylül 1599 günü özel bir temsilde çalmıştı. Dallam Usta’nın günlüğü, ilk defa 1893 senesinde İngiltere’de yayınlanmıştı.

        *

        Altı ay süren zorlu bir yolculuktan sonra Hector gemisi ve yolcuları 15 Temmuz Çarşamba günü İstanbul’a vardılar. Gemi Yedikule açıklarında demir attı, padişah gemiyi görmeden önce baştan başa boyandı.

        İngiliz elçisi Henry Lello ise orgun bir an evvel Sultan’a sunulması için sabırsızlanıyordu. Çünkü gelirken kendisi Sultan’a özel bir hediye getirmemişti. Bu hediye aynı zamanda onun elçiliğe kabul hediyesi görevini görecekti. Orgun konulduğu sandıklar Pera’daki İngiliz elçiliğine taşındı, sandıkları orada açıldı, zorlu yolculukta org ciddi hasar görmüştü. Dallam ve çırakları hemen kolları sıvadılar, aleti kısa sürede eski haline getirdiler ve İngiliz elçiliğindeki odadan sökerek Topkapı Sarayı'na taşıdılar. Kendisine sarayda bir oda tahsis edildi, çıraklarıyla birlikte orgu burada dört günde çalışarak kurdu. On sekiz gün sonra Sultan’ın “katibi” dediği “Kapıağası” orgu dinlemek istediğini bildirdi. Bu isteği yerine getirildi. Anlaşılan Kapıağası orgu Padişah'ın huzurunda çalınmadan önce kendisi kontrol etmek istemişti. 24 Eylül gecesi İngiliz elçisi Lello, Dallam'ı çağırdı ve ertesi gün hediyeyi Sultan’a sunacaklarını söyledi. Ama sıkı sıkıya da tembihledi. “Padişah Hıristiyanların kendisinden korktukları için ona hediyeler getirdiklerine inanıyor. Sultan'ın huzuruna çıktığında zinhar ona sırtını dönmeyeceksin. Yüzü dönük olarak selam verecek, yine yüzü dönük olarak geri geri huzurdan çıkacaksın,” dedi.

        Aletin kurulduğu salon hınca hınç doluydu. Paşalar, ulema, kalabalık saray erkanı Britanya Kraliçesi’nin gönderdiği hediyeyi her şeyden daha çok merak ediyorlardı. Sultan Üçüncü Mehmet bütün azametiyle tahtında oturuyordu. Dallam Usta, tahtta oturan padişahın, tahta çıktıktan hemen sonra 19 kardeşini boğazladığını biliyordu. Şişman ve zevk düşkünü birisiydi. Dallam orgunu çalıştırdı. O anı günlüğüne şöyle kaydetti:

        “Herkes susup da sükunet hakim olunca huzurdakiler Büyük Senyörü selamlamaya başladı. Evvela saat 22 kere vurdu; sonra 16 çan figan eyledi ve 4 kısım bir şarkı çalındı. Bundan sonra ikinci katın köşesinde amade duran iki şahıs ellerindeki iki borazanı kafalarına kaldırdı ve tan-tarra-tan diye öttürdüler. Sonra musiki nihayet buldu ve org 5 kısımlık şarkıyı iki kere daha çaldı. 16 ayak yüksekte duran üstünde siyah tavuk ile ardıçkuşu dolu kutsi çalı duruyor idi, musikinin nihayetinde ötmeye ve kanatlarını sallamaya koyuldular. Çeşit çeşit hareket sırasında Büyük Senyör en çok buna hayran kaldı.”

        Sultan Mehmet aletin karşısında adeta kendinden geçti. Çocuk gibi sevinçliydi. Sanki çocukluğuna dönmüş, babası da ona bir oyuncak almıştı. Bir daha çalıp çalamayacaklarını Kapığasına sordu. Padişaha bu aleti çalıştıran kişinin Dallam olduğu söylendi. Dallam’ı hemen huzura çağırdı. Günlüğünde o anı şöyle anlattı Dallam:

        “Kapıya gelmekliğim sırasında fevkalede harika bir şey gördüm. Büyük Senyörün sağ eli doğrudan tarafıma uzanmıştı, 16 adım mesafede idi, fakat kafasını döndürüp bana bakmıyor idi. Heybetle otururken şemali arkasında duran uşakla kıyas kabil değil idi, manzarası bana kendimi ahir alemde zannettirdi.”

        Dallam bambaşka bir dünyaya girdi.

        “Sonra Kapıcı üzerime geldi, pelerinimi çıkardı, yerdeki halının üstüne bıraktı ve gitmemi, orgu çalmamı işaret etti; ama ben itiraz ettim, çünkü Büyük Senyör çalmam lazım gelen yerin civarında oturuyor idi, oraya yanaşamaz idim, hem de sırtımı ona dönmekliğim ve pantolonumla dizine değmem lazım gelecekti. Kapıcı hariç hiçbir zatın kelle korkusuyla bu tavra cüret edemezdi. O da tebessüm etti, az biraz ayakta durmama müsaade etti. Sonra tekrar Büyük senyör konuştu. Kapıcı dahi keyifli bir ifadeyle ilerlemekliğim için bana cesaret verdi, ardımdan dürttü.”

        Klavyeye yaklaşmak için Dallam tahta sokulmalıydı, böylece Sultan Mehmed’in başparmağındaki “içinde lokma kadar bir elmas olan yüzüğünü” inceleme fırsatı yakaladı, derken kendini Sultan’ın dizinin dibinde buldu. Tedirgin oldu, devamı şöyle:

        “Tam arkamda oturduğu için ne yaptığımı görmüyordu; bu sebeple ayağa kalktı, Kapıcı tahtını bir tarafa çekti, ellerimi görebilecek idi; lakin kol-tuğundan kalkar iken benden tarafa bir hamle eyledi, iyice yanımda oturmak için başka türlüsü olmaz idi; halbuki ben kellemi koparmak maksadıyla kılıcını çektiğini zanetmiştim.”

        Bitmedi:

        “Saat vuruncaya kadar öylece çalabildiğim kadar çaldım. Sonra başımı mümkün olduğunca yere eğerek sırtım ona dönük olduğu halde önünden ayrıldım. Tam cüppemi alırken kapıcı yanıma geldi ve durmamı söyledi. Biraz bekledim, sonra kapıcı gidip orgun klavyesinin üzerini örtmemi söyledi. Tekrar Padişah'ın yanına geldim, selam verdim ve cüppemi almak için bu sefer geri geri yürümeye başladım. Bunu görenler hoşlarına gittiği için gülmeye başladılar. Padişah'ın arkasındaki altın dolu bölmeye doğru elini uzattığını gördüm. Kapıcı elinden alarak bana kırk beş altın sikke verdi. Girdiğim yerden başarımdan dolayı son derece mutlu olarak dışarı çıkartıldım.”

        Bu para çok büyük bir meblağdı. Bütün yolculuk boyunca yaptığı harcamalardan daha fazla bir meblağ hem de…

        *

        Bu başarısından sonra Dallam daha sonra defalarca saraya çağrıldı. Sultan’ın isteği artık temelli burada kalmasıydı. O da bir yalana başvurdu, İngiltere’de çoluk çocuğu onu bekliyordu, oysa bekardı. Bunun üzerine Dallam’ın kadınlara meraklı olduğu sonucu çıkartıldı, günlüğüne şunları yazdı:

        “Şayet bu şehirde yahut memlekette kalırsam Büyük Senyörün ya kendi cariyelerinden bana iki karı vereceğini yahut kendim bizzat seçeceğim en has iki bakire alacağımı vaadettiler.”

        Sefir Lello da kalmasını, İngiliz devletinin ajanı olmasını istiyordu.

        Ne cariyeler ne de sefirin teklifi onun için cazipti, onun için en cazip olan “müzik ve mekanik gösterilerine hayran kitlesi, harika bir hava, her yemekten sonra üzüm, prestij, servet ve dilediği kadını seçme şansı”ydı. Bütün bunlara rağmen o memleketine dönmek istedi.

        Dallam’a Topkapı Sarayı'nın daha önce hiçbir yabancının girmediği en saklı köşe olan Harem'i gezdirdiler, orada top oynayan kızları dahi gördü. Ancak ağzını sıkı tutması konusunda uyarıldı. Ve artık İstanbul'dan ayrılma zamanı geldi. Sultan Üçüncü Mehmed orgunun sahildeki köşklerden birisine taşınma emrini verdi. Ancak bu emir Hector'un yelken açmasından bir gün önceye denk geldi. Dallam ise kararsızdır; fakat sonunda gemiyi kaçırmak pahasına da olsa İstanbul'da bir süre daha kalarak orgu Padişah'ın emri doğrultusunda sahil köşklerinden birisine taşıyarak kurmaya karar verdi. Hector ve yolcuları onu bırakarak İstanbul'dan ayrıldılar. Dallam ise orgu istenen yere taşıdı, orgun orada kurulması 21 Ekim'de tamamlandı. Görevini başarıyla yerine getiren Dallam bir daha dönmemek üzere 28 Kasım Çarşamba günü saat 4'te “Karamürsel” isimli bir Türk gemisiyle İstanbul'dan ayrıldı.

        *

        Orhan Pamuk, “Benim Adım Kırmızı” romanının son sayfalarında Dallam’ın orgundan da bahseder. O bölüm şöyledir:

        “Tahta çıkışının üçüncü yılında, İngiliz Kralı Padişahımıza içinde körüklü bir musiki aleti olan bir mucizevi saat yolladı. Bu koskocaman saat ve beraberindeki heyet için İngiltere'den gelen gemiden çıkartılan parçalar, çarklar, tasvirler, heykeller, Has Bahçe'nin Haliç'e bakan bir yamacına haftalarca uğraşılarak takıldı. Seyir için Haliç'in yamaçlarında toplanan ve sandallarla gelen kalabalık, devasa saatin gürültülü korkunç bir musikiyle çalışmasıyla, adam büyüklüğündeki heykellerin, tasvirlerin, birbirlerinin çevresinde manidar hareketlerle döndüklerini, sanki kul yapısı değil, Allah yapısıymışlar gibi makama uygun olarak kendi kendilerine zarafet ve mana ile hareket ettiklerini ve saatin de çan misali vuruşlarıyla bütün İstanbul'a vakti duyurduğunu hayret ve hayranlıkla gördüler.

        İstanbul halkının ayak takımı ve alıklar kalabalığıyla birlikte kayıtsız bir hayranlık duyduğu saatin Padişahımız ve dinine düşkün yobaz takımı için keferenin gücünü gösterir haklı bir huzursuzluk kaynağı olduğunu Kara ve Ester bana ayrı ayrı yetiştirdiler. Bu çeşit dedikoduların arttığı bir devirde, ondan sonraki Padişah Sultan Ahmet'in bir gece yarısı Allah'ın bir ilhamıyla uykusundan uyanıp, gürzünü kapıp Harem'den Has Bahçe'ye inip saati ve heykellerini tuzla buz ettiğini işittik. Haberi ve söylentileri yetiştirenler, Padişahımızın uykusunda Peygamberimiz Hazretleri'nin mübarek yüzünü nur içinde gördükleri, Resulullah'ın ona resimlere, hele insan misali olup Allah'ın yarattığıyla yansımasına kavminin hayran olmasına izin verirse, Allah'ın buyruğundan ayrılacağını söyleyip uyardığını, Padişahımızın da gürzünü daha rüyayı görmekteyken kaptıklarını ekliyorlardı. Padişahımız da olayı sadık tarihçisine aşağı yukarı böyle yazdırdı. Bu kitabı, Zübdet-üt Tevârih'i, hattatlara keselerle altın verip hazırlattı, ama nakkaşlarına resimlettirmedi.”

        *

        Orhan Pamuk’un sözünü ettiği kitap Mustafa bin İbrahim Safi tarafından yazılmıştır. Bugün Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde bulunan kitapta bu orgdan bahsedilen bölüm Dr. İdris Bostan tarafından yapılan sadeleştirmeyle şöyledir:

        “Bugünkü günde ve bu Devlet-i aliyye ve Saltanat-ı seniyye devrinde tercüme-i hali ilgili yerde anlatılan, padişahın yakını ve mutemedi olan Darüssaade ağası Hacı Mustafa Ağa bendelerinden dinledim. Padişah hazretlerinin büyük ataları merhum Sultan Murat Han’ın -Allah ona mağfiret etsin- saltanatı zamanında Frenk diyarından Luteran (İngiltere) hükümdarı ve eskiden beri Osmanlı padişahlarına kulluk etmek yolunda olan kişi, rivayete göre bir avret ve büyük bir ülkenin kraliçesi idi. Bahtının yuva kurduğu bu eşiğe yaklaşmak onun gölgesinde olmak istediği için pişkeş (hediye) olmak üzere musanna (sanatkarca) bir saat yaptırdı. Uzunluğu ve eni üçer zira, boyu bir adam boyundan fazlaydı. Bu saatte türlü türlü resim ve şekiller vardı ki bunların bazısı erganun (org), bazısı ney ve şettar idi; ayrıca davul ve davulcu bulunuyordu. Bunlardan başka türlü türlü sazlar vardı. Her saat başında o suret ve şekillerin her birinden türlü hareket ve bir çeşit ibret alınacak durum görülmekte idi. Bunların ellerinde ve ağızlarında olan sazlar şaşılacak sesler ve garip avazlar çıkarırlardı ki akıllar bunları anlamakta şaşkına dönerler ve akıllılar bunları nasıl anlatacaklarını bilemezler idi. Sözün kısası, yukarıda adı geçen kraliçe bu söylediğimiz saatin üstatlarına pek çok paralar ve sonsuz hazineler vermiş ve onların da nice yıllar çalışıp tamamlanması yolunda söz götürmez uğraşları olmuştu. Sonra kimi kıymetli taşlarla süsleyerek sanatlı bir nesne ortaya koymuşlardı. Saatin İstanbul’a gönderilmesi ve salimen ulaşması için eksiksiz ihtimam gösterilmişti. Lakin Allah’ın hikmeti, bu saat payıtaht olan İstanbul’a geldiği zaman Sultan Murat ölmüş, saltanat mevkiinde hayr’ül halefi Sultan Mehmet Han bulunuyordu. Bu eşsiz armağan ona pişkeş olarak verildi. Hasbahçe’deki köşklerde Kasr-ı Ali denilen köşte kuruldu. Merhum Sultan Mehmed o köşke geldikçe ibretler gösteren o acaip nesneyi seyir ve temaşa eder, saatteki kişilerin ve şekillerin seslerini şaşarak dinlerdi. Her birinden bir ibret alır ve insanoğlunun neler yapabileceğine hayret ederdi. Nihayet saltanat ve hilafet Sultan Ahmet Han’a erişti. Ve dünyada onun saltanat ve gücü işitildi. İnsanoğlunun en seçkini olan bu cihan padişahı Hasbahçe’de bağ ve güller arasında dolaşırken ve altın nakışlı köşkleri temaşa ederken saatin konduğu köşke uğradı. Gözü o saate ilişti. Saatte görünen suretlere ve temsillere ve onlardan çıkan seslere kulak verdi. Sonra gözünü saatten ayırıp ‘Süphanellah, bu ne hal ve manasız bidattır’ diyerek temiz gönlünü ve doğru yolda olan yaratılışını bir ürkeklik kapladı. Ve bu boş şeylerden büsbütün nefret duydu. Saltanat durağı mutluluk ve ikbal tahtının yeri özellikle yüce Allah’a ibadet ve taât makamı olan böyle bir yerde bu gibi suretlerin ve şekillerin ve birtakım timsallerin bulunmasını şeriata ve akla aykırı gördü. Bunlar Allah katında ve halk nazarında makbul değildir dedi. Yukarıda anlatıldığı üzere hayli kıymetli ve paha biçilmez değerde bir saat olduğu halde iltifat buyurmadı. Eline bir balta alıp Hazreti İbrahim’in putları kırdığı gibi o da putları andıran bu timsalleri yerle bir etti. Böylece hiç tereddütsüz onları parça parça ettikten sonra Bostancılara bir emir vererek, ‘Biz onu elbette yakacağız ve külünü denize savuracağız’ ayetini doğrularcasına bunları yaktırdı.”

        *

        Orgun hikayesini bitirdiğimde güneş uzak dağların ardında kaybolmuş, serin bir rüzgar çıkmıştı İzmir’de. Şehir deniz kokuyordu.

        Diğer Yazılar