Diyarbekir Hapishanesini ne yapmalı?
Diyarbekir Cezaevi’ni bir kez ziyaret ettim. 1979 sonbaharında, yeğenimi basit bir polise mukavemet suçundan Hakkari’den alıp buraya getirmişlerdi. Ağabeyim oğlunun mahkemesine gidiyordu, “beni de götür, Diyarbekir’i görmek istiyorum” dedim, takıldım peşine.
Cezaevinin görüş yeri hayal meyal kalmış aklımda. Daha çok şehirle ilgiliydim ben, o zamana kadar hayalin kurduğum şehirdeydim işte, cezaevinden bana ne... O zamanlar Belediye Başkanı Mehdi Zana’ydı ve fraksiyon kavgasından olsa gerek, karşıt görüşteki sendika yöneticileri, belediyenin temizlik işçilerini greve götürmüşlerdi. Şehir büyük bir çöplüktü, pis kokuyordu, her duvar dibinde çöp dağları vardı.
(Yazının burasında aklıma geldi. “Cezaevi” deyip duruyorum deminden beri. Türkçede “hapishane” gibi bir kelime dururken neden “cezaevi” gibi bir kelime uydurmuşlar bilmiyorum. Ev; insanın sahip olmak için bazen bir ömür tükettiği, zahmete katlandığı, borca girdiği, eşiğinden adımını atar atmaz kendini ait hissettiği, huzurla nefes alıp verdiği, yaşadığını hissettiği, sahibi olmasından haz aldığı, hayatına tat kattığı bir mekandır; Diyarbekir Hapishanesi’nin “evle” ne alakası var?)
Uzun bir minibüs yolculuğuyla varmıştık şehir dışındaki hapishaneye. Sıradan bir hapishaneydi işte. Daha çok o zamana kadar Kürtçe stranlarda, kilamlarda, şarkılarda, anlatılarda karşıma çıkmış hapishane…
Bağrımıza kör bir bıçak gibi saplanması bir sene sonraya rastlar.
Darbe yapmak için sağcı-solcu gençleri birbirine düşürüp, darbeden sonra birbirine düşürdükleri gençleri toplayıp sağcı-solcu demeden hepsine eziyet eden, işkenceden geçiren, çoğunu sakat bırakan, bir o kadarını döve döve öldüren, yetmedi kimisinin yaşını büyüterek darağacına gönderen Kenan Evran ve arkadaşlarının 12 Eylül’ünden sonraya yani...
*
Ben çocuktum, kurtuldum. Yaşı benden büyük bütün arkadaşlarımı alıp götürdüler Diyarbekir’e. 1981’e girdiğimizde şehirde çok az genç kalmıştı. Cellatların elinden kurtulanlar yedi sekiz sene sonra dönebildiler evlerine. Çoğu yaralı, çoğu eksikti. Kimi aklını bırakmıştı orada, kimisi iğdiş edilmiş, kimisi bir uzvunu kaybetmiş, kimisi sakat, kimisi yaralı, kimisi hastaydı.
Hınç ve öfke doluydular. Hepsi intikama yeminliydi... Kısa bir süre sonra birçoğu; orada altı buçuk senesini geçirmiş olan yazar Orhan Miroğlu’nun tespit ettiği gibi “bu utançla yaşayamam” deyip dağın yolunu tuttu. Kalanlar ise bir daha eski hayatına dönemedi.
*
Zamanla alttan alta kanasa da yaralar kabuk bağladı. Acılar dem tuttu. Her şeye iyi gelen zaman, o insanların bazılarına da iyi gelmeye başladı. Oturup anılarını yazanlar oldu. Ama heyhat, bu büyük faciadan, bu korkunç felaketten ne yazık ki doğru düzgün, zamana direnebilecek bir edebiyat çıkmadı. Onların yazdığı, bizim okuduğumuz her şey bizi hayattan tiksindirdi, öfkelendirdi o kadar…
Edebiyatın içinde en güç olan tanıklık edebiyatıdır. Haddinden fazla acı çeken, kişisel ön yargılarına teslim olur çünkü. Kanırtmaya çalışır, çalıştıkça kelimeler gücünü kaybeder, bir süre sonra kifayetsiz kalır, yaşadıklarıyla yazdıklarının birbiriyle uyuşmadığını hisseder, anlatmak istediğim şey şu anda yazdığım şeyler değil, felaket olan yazamadıklarım, dilimin yetmediğidir der. O zaman da kelimeler derdine derman olmaz, dağarcığı zayıflar. Hafızasını zorlar, o anları yaşadığı zamana döner, olup bitenlerin tümü iç içe geçer, yaşadıklarından neyi bize göstermek istiyorsa onu seçer, gerisi dağılır. O bir tanıktır. Hem yaşadıklarının hem başkalarının yaşadıklarının hem de “tanıklığın kendisine” tanıktır.
Bu durumda edebiyat, olup bitene ne kadar tanıklık edebilir?
Bu soru, öteden beri, özellikle Nazilerin yaptıklarından bugüne birçok yazarın kafasını meşgul etmiş bir sorudur.
2009 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Romen yazar Herta Müller’in bu soruya cevabı şu:
“Neyi deneyimlediğimiz ile deneyimlerimizi anlatmamızı sağlayan sözcükler arasında çoğu zaman birebir ilişki yoktur. Başka yazarların kitaplarını okuduğumda, yazının konuşmayı andırdığını görüyorum. Kendim yazdığımdaysa, ağzımın içinden konuşuyorum ve yazı sessizliği andırıyor. Yazarların çoğu sesten bahsediyor ve sesi hikâye anlatımının en önemli unsuru olarak görüyorlar. Belki öyledir ama ben yazarken hikâyenin sessizliğini arıyorum.”
Vahşet zamanlarında hayatta kalmanın tek aracıdır edebiyat. Kitaplar şahittir çünkü olup biten her şeye. Yaşanan değil, hatırlanandır esas olan ve bu “hatırlamayı” da kitaplar sağlar bize. Totaliter toplumlarda iktidar elinden geldiği kadar hafızayı yok etmeye çalışır. Çünkü hafıza en büyük düşmandır. İnsan hatırladıkça yaşar. Bu yüzden tanıklık edebiyatı, hafıza silme eylemine karşı bir direniştir. Tanıklık edebiyatı sessizlerin dilidir.
Mesela Almanya’daki Yahudi soykırımının ilk tanıkları, kendileri de o vahşeti yaşamış, kamplarda kalmış Primo Levi, Elie Wiesel, Ruth Klüger gibi yazarların günceleridir. Bu yazarların tanıklığı, kollektif hafızayı harekete geçirdi. Tanıklık edebiyatının “bir direniş” biçimi hüviyetine bürünmesi böyle oldu.
Diyarbekir Hapishanesi’nde, özellikle 1986’ya kadar yaşananlar, Nazi kamplarında olup bitenleri aratmıyorsa da ne yazık ki güçlü bir “tanıklık edebiyatını” doğuramadı. Sebeplerine dair herkesin farklı bir fikri olabilir ama ben bugün bu yazıda, daha önce de başka bir yazıda anlattığım bir hikayeyi tekrar anlatmak istiyorum. Tekrar bazen iyidir.
*
1990 Mart’ında Sivas’ta acemilik dönemini tamamlayıp geride kalan altı aylık askerliğimi bitirmek için beni İstanbul’a gönderdiklerinde; Alemdağ’a gidip birliğime teslim olmadan önce Can Yayınlarında rahmetli Erdal Öz’e uğradım. Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ı yeni çıkmıştı, onu ve başka kitapları alıp birliğime gidecektim.
Erdal Abi istediğim kitapları vermeden önce, “Muhsin, bana bir dosya geldi. Diyarbakır Cezaevi’nde uzun süre kalmış bir Kürt oğlan yazmış yaşadıklarını, hikayeler şeklinde. Okumaz olaydım, elime aldım dosyayı okumaya başladım. Birkaç günden beri uykularım kaçtı, kustum, insanlığımdan utandım. Bu nasıl bir şey ya… Neler yaşanmış öyle orada, duymuştum ama bu kadar da değil,” dedi.
Benzer hikayeler çok duymuştum arkadaşlarımdan, nasıl bir şeyler okuduğunu tahmin edebiliyordum, gülümsemekle yetindim, o konuşmaya devam etti:
“Onları bu halde basamam, kimse okuyamaz onları, midesi kaldırmaz insanın. Mutlaka bir yazarın elinden geçmesi lazım, biraz edebi bir biçime sokmak gerekir.”
Aynı ilgiyle dinliyordum, yekten sordu:
“Bu işi sen yapabilir misin?”
Hiç düşünmeden:
“Yapamam abi,” dedim, “O başka bir iş. Birisinin yaşadıklarına ne yapabilirim ki…”
O da fazla ısrar etmedi. İstediğim kitapları verdi bana, beni Alemdağ’a yolcu etti.
*
Alemdağ’daki birliğime gittim. Gider gitmez; yaklaşık iki sene önce bir halk otobüsünde çocukları ve karısının gözleri önünde öldürülen, Diyarbekir Hapishanesi’nin meşhur komutanı Esat Oktay Yıldıran’ın, öldürülmeden önce bu birlikte bölük komutanlığı yaptığı haberini aldım solculuğunu gizleyen bölük komutanım yüzbaşından. Yaşasaydı eğer, muhtemelen onunla burada karşılaşacaktım.
Birlikte, gazeteci olduğumu kısa sürede herkes öğrendi, biraz iltimas geçiyorlardı bana. Erlerin yaptığı eğitimi yaptırmıyor, fazla görev vermiyorlardı; ben de orman içinde bir ağacın duldasına sığınarak durmadan kitap okuyordum. “Kara Kitap” bitince Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”nı, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sını, “Karamazof Kardeşler”ini, hep burada okudum.
Bana benzeyen birisi daha var ortalıkta gezinen. Böyle “barut esmeri” bir oğlandı… Hep başı önünde eğik… Çok az etrafına bakıyor. Yemekhanede bir yeri var, hep aynı yerde oturuyor, bazen boş duvara, bazen de açıksa eğer televizyona bakıyor. Ama sadece bakıyor, sanki hiçbir şey görmüyordu. Sordum, kimse hakkında fazla şey bilmiyordu. Kitap okumuyor, pek kimseyle sohbet etmiyor, yaşı da bir hayli geçkin, sabit bir noktaya gözlerini dikiyor, hep aynı biçimde derin bir kederle sarmaş dolaş gezinip duruyordu. Her geçen gün daha çok ilgimi çekmeye başladı. Bir gün yaklaştım yanına, oturdum. Sayılı günleri kalmış, birkaç gün içinde teskere alacaktı. Ama bunun için hiç heyecanlı görünmüyor, sanki biraz sonra koğuşa gideceğim der gibi, “Bitiyor askerlik, eve gideceğim,” dedi bana.
Suriye sınırındaki kasabalarından birisinden bahsetti, oralıymış. Oraya gidince ne yapacağını da söylemedi. Sanki kelimeleri unutmuş, kelimeler kerpetenle ağzından sökülüyordu. Bende merak daha da büyüdü. Başka bir sefer daha çok ben konuştum, aynı kederli coğrafyanın çocuklarıydık, güvendi bana, anlatmaya başladı.
İki sene önce, 1988 yılında Diyarbakır Cezaevi’nden çıkmıştı. Bilfiil tam sekiz sene o cehennemde yaşamıştı. Esat Oktay Yıldıran’ın köpeği Co’ya tekmil vermiş, dışkı yedirilmiş, kanlı karavanadan beslenmiş, onlarca marş ezberletilmiş, yüz Türk büyüğünün resimlerini duvara çizmiş, İstiklal Marşı’nın on kıtasını su gibi ezberlemişti.
Tahliye ettikten sonra da askerliğini yapmak üzere alıp buraya getirmişlerdi. Buraya gelirken, o cehennemden ve o cehennemin nöbetçisi Esat Oktay Yıldıran’ın zulmünü hatırlatan her şeyden kurtulduğu için sevinmişti. Ama hayat o kadar zalim ki! Bazen o kadar büyük bir oyun oynar ki insana yaşadığına pişman eder! Bir şeytandan kurtuldum derken, aynı şeytan aynı kılıkla bu kez gittiği yerde karşısına çıkar. Zulüm bazen terk ettiğin şehir gibi arkandan gelir, gittiğin yerde de kader gibi yapışır yakana.
Buraya geldiği ilk gün uzaktan gelen bölük komutanı ona tanıdık gelmiş. Önce bilincin bir oyunu sanmış, gözlerini ovuşturmuş, sonra binbaşıyı tanımış. Evet, gelen odur! Bölük komutanı; Diyarbakır Cezaevi’nde insanlara o korkunç işkenceleri yaptıran Esat Oktay Yıldıran’dan başkası değilmiş. Talihe bakın ki geldiği askeri birlikte Esat Oktay Yıldıran’ın komutanı olduğu bölüğe düşmüş. Binbaşı Yıldıran da onu hemen tanımış.
Kısa bir süre sonra 22 Ekim 1988’de Binbaşı Esat Oktay Yıldıran Ümraniye’de bir halk otobüsünün içinde silahlı saldırıya uğrayıp ölünce de şartları değişmiş, yazmaya karar vermiş. Diyarbekir Cezaevi’nde yaşadığı her şeyi yazmış.
Yaşadıklarını yazmış olması çok ilgimi çekti. Yazının tedavi edici bir tarafı olduğunu biliyordum. O yüzden yazı mutlaka ona da iyi gelmiştir diye düşündüm.
“Yazdıklarını okumak isterim,” dedim.
Böyle “keşke sana verebilseydim” der gibi baktı yüzüme, “Yazdıklarım bende yok, onları tek nüsha yazmıştım, iki hafta önce çarşı iznine çıktığımda Cağaloğlu’na gittim, Can Yayınları’na uğradım, Erdal Öz’e teslim etmek üzere oraya bıraktım. Erdal Öz beğenirse belki basar,” dedi.
Kurşun yemiş gibi oldum.
“Buraya gelmeden önce Erdal Öz’le yazdıklarını konuştuk” demedim, gülümsedim sadece, “Tesadüf, Tanrının isimlerinden birisidir derler” dedim içimden, öyleyse eğer yaşadığımız her an bir tesadüften başka bir şey değildir zaten.
*
Cumhurbaşkanı Erdoğan son Diyarbekir ziyaretinde, eski hapishanenin müzeye dönüştürüleceğini söyledi. Belki de ona yakışacak en uygun isim, “Utanç ve Yüzleşme Müzesi” olur bundan sonra. Alnımızda kara bir leke gibi duran utancı bize hatırlatan bir müze… Ama hiçbir şeyine dokunmadan, hiçbir şeyi yeniden canlandırmaya kalkışmadan. (Dört kişinin bir battaniye sarılarak kendilerini saatlerce yakmalarını canlandıramazsınız zaten!) O gri, soğuk, ürkütücü, gencecik çocukların kanıyla kirlenmiş duvarları, beton zemini, demir parmaklıkları, daracık hücreleri, karanlık koridorları olduğu gibi bırakarak… Orası hâlâ bir “olay yeridir” çünkü, henüz hiçbir “incelemenin” yapılmadığı bir “olay yeri” hem de…
Bir yerlerden kalmış aklımda, bir Alman atasözü, “Celladın evinde ipten bahsetmeyin, hınç duyduğunuzu sanabilir” der.
Hınç duymayacağız kimseye ama “eseri” vicdan azabı gibi durmalı gözlerinin önünde celladın da.