Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bilgisayarın başına geçip öfkeli bir yazı yazan, yazdığı yazının ertesi gün memleketin siyasetine yön vereceğine, kaderini değiştireceğine inanan, bir sonraki gün yazısının hiçbir şeyi değiştirmediğini görüp biraz daha öfkelenen, tekrar bilgisayarın başına geçip bir önceki yazısının aynısı ama bu kez biraz daha öfkelisini yazıp bir sonraki gün, bir önceki gün kopması gereken ama bir türlü kopmayan kıyamete benzer bir kıyametin kopmasını bekleyen, kıyamet kopmayınca da yazdığı yazılara artık yabancılaştığı için benzer yazılar yazmaktan vazgeçmeyen, yine ısrarla her gün kıyamet bekleyen, bu şekilde bir ömür tüketen ama bu arada bir sürü dost ve bir o kadar düşman kazanan, değişen iktidarlara göre yelkenleri şişiren, çıkan her yazısından sonra girdiği her ortamda, katıldığı her sohbette o sırada mevzu ne ise ileri atılıp “ben bunu yazmıştım” deyip etrafa caka satan, pek kimse tarafından okunmadığını hissedip bunu kendine bile itiraf etmeyen, iktidarların yazılarına göre değiştiğini, hükümetin yazılarına göre politika belirlediğini, muhalefetin yazılarına göre pozisyon aldığını, o olmasa memleketin çoktan batmış olabileceğine inanan, burnu havada aklı öfkesine karışmış köşe yazarlarından değildi Hıncal Uluç.

        Yazmaya başladığı ilk günden, yazı yazmaktan kesildiği son güne kadar hep “yeni” bir yazar olarak kaldı.

        Bu “yenilik” yazı için seçtiği alanlardan geliyordu. Bir gazetenin köşe yazarı her gün siyasete veya ona benzer aynı konuya dair yazarsa eğer, -ki Türk basınında siyasete dair olmayan yazılar “hafif yazı” diye tabir edilir, bu yüzden herkes siyaset yazar. Hem siyaset futbola benzer, herkesin her gün ona dair söyleyebileceği beş cümlesi mutlaka vardır- bir süre sonra sesini kaybeder, yazdıklarına yabancılaşır, uzun yıllar boyunca dönüp yazdıklarına bakarsa eğer, aslında yıllar boyunca tek bir yazı yazdığını, yani yıllar yılı “geviş getirdiğini” anlar. Bu yüzden günlük köşe yazıları “zamana karşı dirençsiz” yazılardır. O anda okunur ve biter; tıpkı sıcak yenmesi lazım olan yemek gibi, biraz gecikirse hiçbir lezzeti kalmaz.

        Bence, Ahmet Rasim’den Çetin Altan’a kadar kalemi kuvvetli, edebiyatla hemhal geçmiş zaman muharrirlerinin yazdıklarını dışında tutarsak, köşe yazarlığının pek de öyle “ciddi”, “matah” bir şey olmadığını anlayan ender yazarlardan birisiydi Hıncal Uluç. İktidarın politikalarına yön vermek, memleketin kaderini değiştirmek, ihale kovalamak, bir ideolojinin bayraktarlığını yapmak, memleketi yazıyla kurtarmaya kalkışmak gibi bir kaygısı veya derdi yoktu. Ama yine de bir derdi vardı. Onun kendine dert ettiği şeyler, çok uzun yıllardan beri “geviş getiren” yazarların derdinden farklıydı. Tek bir konuda yazmıyordu çünkü. Yazıyı “hafif-ağır” diye ayırmıyordu. Şehir içinde yapılmamış bir kavşak, yanlış yerde duran sokak lambası, olmayan bir yaya geçidi, saçma sapan bir üst geçit, bir defile, bir film, bir tiyatro oyunu, bir dans gösterisi, opera, konser, iyi bir lokanta, bir seçim gecesi, bir güzellik yarışması, bir haber sunucusunun tavrı, bir televizyon programı, bir gazetenin manşeti, bir turistik gezi, bir tarihi eser, bir müze, bir şehir meydanı, bir futbol karşılaşması, bir hakemin çaldığı yanlış düdük, bir sokak kedisi, sahipsiz bir hayvan, aklınıza ne geliyorsa her şey onun “futbol sahası kadar büyük” köşesinin konularıydı. Memleketi yönetenlere bir yönetim sanatı dersi vermek yerine, herkesi asıl işini yapmaya davet ediyordu yazılarında. Bu yüzden belki de bazı geçmiş zaman muharrirleri hariç; memleketin son kırk yıllık tarihinde yazdıkları sonuç veren, yazısının bir derde deva olduğu, yazıyla birtakım yanlışları düzelttiren belki de tek yazardı. Bir kitaptan bahsetse satış yükselir, bir filmden bahsetse seyircisi çoğalır, bir mekandan bahsetse müşterisi hemen artardı.

        Herkes onu ciddiye alıyor ama herkese onu ciddiye aldığını göstermek istemiyordu. Hastalığı üzerine şahane, öldükten sonra da aynı şahanelikte birer yazı yazmış olan şakirdi Oray Eğin’in dediği gibi Türk basınında pek çok kişi farkında olmadan kendilerini Hıncal Uluç’a kanıtlamak, beğendirmek için çırpındı durdu. Hıncal Uluç’un övgüsü de eleştirisi de fenaydı. “Övdüğü” kendini “olmuş” hissediyordu, “yerdiği” ona düşman kesiliyordu.

        *

        Ben; önce övdükleri, sonra da yerin dibine batırdıkları arasındaydım mesela. Yakın dostluğum yoktu Oray Eğin gibi onunla. 2000’li yılların başında çıkan bir kitabımı “okuduğum en iyi roman” diye övmüştü, bir biyografi denemesiydi yazdığım. Sonra birkaç film, oyun galasında karşılaştım, her defasında gidip kendimi tanıttım. Sonra o beni unuttu. Habertürk’te yazmaya başladıktan sonra çok güzel notlarla belirli aralıklarla birkaç yazımı köşesinde yayınladı. Kağıt kokusuna alışmış bir yazardı. Dijitalde okumak ona sahici gelmiyordu sanki; bu yüzden dijital ortamda yazdığım için üzülüyordu bana.

        Bir iki yazımı yayınlayınca telefon edip teşekkür etmek istedim. Telefonunu bulup aradım, 19 Ağustos 2018 günü cevap yerine bana şu mesajı aldım ondan:

        “Bu tel benim özelimdir. Arama hakkınız yok. Mesai saatlerinde gazeteden arayın lütfen.”

        Onu şu cevabı yazdım:

        “Hıncal Abi ben Muhsin Kızılkaya. Kaç defa yazılarında, yazılarımdan bahsettin. Nicedir telefon edip bir teşekkür etmek istiyordum, numaranızı Mustafa Erdoğan’dan aldım. Verdiğin kıymet için çok teşekkürler.”

        Şu cevabı yazdı:

        “O güzel yazılar için ben teşekkür ederim Muhsin dost.”

        Sonra 5 Mayıs 2019 günü içinden “erguvan geçen” bir yazımı daha koydu köşesine. Bu kez “Senden izin alamadım Muhsin. Ama o nefis yazının Türk Edebiyatı'nda erguvanı anlatan bölümünü aynen köşeme aldığım için beni affet. Baharı özleyen, erguvanı özleyen, sevgiyi, aşkı özleyen insanım hatırına, bağışla,” diye bir not düşmüştü.

        Tekrar bir mesaj yazdım:

        “Hıncal Abi günaydın. Yine bana irtifa vermişsiniz, teşekkür ederim. Ne demek benden izin almak? Yazılarımdan bahsetmeniz beni o kadar sevindiriyor ki. Hep erguvan içinde yaşayın.”

        Aynı gün bana şu cevabı yazdı:

        “Keyifle okuduğum tek yazarsın Muhsin. Hele gazeteyi internetten okumaktan nefret eden beni düşünürsen. Aynen devam, bu ülkenin senin gibi yazarlara ihtiyacı var, sayende bugün aldığım teşekkürlerin haddi hesabı yok.”

        Sonra bir gün telefon etti.

        “Hadi gazeteye gel, beraber öğlen yemeği yiyelim,” dedi. Söylediği gün ve saatte gittim. Yemek yedik, uzun uzun sohbet ettik. Bu ilk ve son buluşmamız oldu.

        Eylül 2021’e kadar… Ankara’daydım. Bir arkadaşımla Hoşdere’den çıkmış, Çankaya Caddesine girmiş, oradan da Atatürk Bulvarı’ndan Kızılay’a yürümüştük. O yürüyüşü yazdım. Yol üstünde Fevzi Çakmak Köşkü, Pembe Köşk, Celal Bayar Evi falan derken bir hikaye anlatmıştım. İnönü ile Çakmak arasındaki çekişmeyi, Çakmak’ın küskünlüğünü, olaylı cenaze merasimini falan…

        Bu yazı ve daha önce yazdığım “tek parti” dönemine eleştirel bir gözle bakan başka yazılarımdan belli ki rahatsız olmuştu. Erguvan, şiir, edebiyat, gündelik hayat güzel de iş Cumhuriyet’i kuran kadronun bazı yanlışlarını anlatmaya gelince orada “rezervleri” vardı, bir barikat kurmuştu, ben de barikatı geçmiş, kırmızı çizgiye basmıştım galiba. Yazdı bana, ben yazdım ona, sohbet gittikçe sertleşti. Tamam bazı yanlış uygulamalar olmuştu, o da bunları kabul ediyordu ama tıpkı bir filmde Şener Şen’in İlyas Salman’a söylediği gibi “Tamam bazı yanlışlar yaptılar, yaptılar da önce sor bakalım neden yaptılar” diyordu. Ben uzatmak istemedim. Ama o yazılar onun nezdinde benim de “sonumu” getirdi.

        Bana gönderdiği son mesaj şöyledir, duruyor telefonumda:

        “Son yazılarına inanamıyorum. Bu Cumhuriyeti kuranlara bu kadar hakaret. Bu kadar inkarcılık. Artık okurun değilim. Selamını bile almam. Nasıl bu kadar yanılmışım ben. Sana değil bana yazıklar olsun. Merak etme bu yazıların ödülünü alırsın. Amacın belli çünkü.”

        Ona yazdığım cevapta saygıyı hiç elden bırakmadım. Onun kelimeleriyle de cevap vermedim, kendimi savunmadım da. Sadece hiçbir gizli ajandamın olmadığını, elimden gelenin yazı yazmak olduğunu, bu ülkenin Nazım Hikmet’e, Sabahattin Ali’ye, Bediüzzaman’a, Musa Anter’e, Ahmet Kaya’ya ve onlara benzer yüzlerce aydına, yazara hayatı dar etmelerine üzüldüğümü, yazabildiğimce onların dramını da yazmaya çalıştığımı, bunun için hiçbir ödül peşinden koşmadığımı, tek ödülün Allah tarafından bana bahşedilen yazı yazma kabiliyeti olduğunu, sadece yazı yazarak ölmek istediğimi yazdım ona.

        Bu yazışma 11 Eylül 2021 günü geçti aramızda ve bir daha ne o yazılarımdan bahsetti köşesinde ne de ben bir yerlerde rastladım ona. Gazetede yazmadığını görünce onu tanıyan birkaç kişiye sordum, “hasta” dediler.

        *

        Uzun, çok uzun öldü Hıncal Uluç. Birçok yazı bir daha o hastaneden çıkmaz diyerek, daha nefes alırken yazıldı hakkında, belki de bu yüzden gerçek ölümü o kadar gürültü koparmadı.

        Nur yağsın kabrine!

        Diğer Yazılar