Şiir nedir, var mı bilen?
Burada şiire, romana, hikayeye dair kıyıda köşede kalmış anekdotları, bu sanatların hayatımıza etkilerini, bu sanatlar üzerinden giderek günümüzü anlamaya çabalayan yazılar yazıyorum diye bazı dostlarım, yazılardan tanıyan bazı yeni okurlar beni allame sanıp yazdıkları şiirleri, okuyup onlara yol göstereyim diye gönderiyorlar bana. Hikaye, roman taslakları gönderenler de var ama özellikle şiir… Beni şiir uzmanı sanıyorlar veya şiirden çok iyi anladığımı…
Peşinen söyleyeyim bu büyük bir yanılgıdır. Ben de şiire dair birkaç şey bilen, şiir okumuş, iyi şairi ayak sesinden tanımış herkes kadar şiirden anlıyorum. Daha doğrusu hiçbir şey anlamıyorum. Anlamam ama ondan tat alıyorum. Zaten şiir anlamıyla değil, tadıyla kendini ele veriyor.
Nazım Hikmet’in lafıdır: “Matematik, sibernetik, fizik, müzik, tüm bunlar, eninde sonunda, sadece, insanlar şiir okumayı öğrensinler ve anlasınlar diye gereklidir.”
O derece çetrefil bir iştir yani şu şiir ve anlamı meselesi…
*
Ben, gözleri görmeyen en büyük ağabeyimizin her şeyini şiirle ifade ettiği kalabalık bir ailede büyüdüm. Şiir çok erken yaşlarda girdi hayatıma. Sadece benim mi? Aşağı yukarı hepimizin öyle. Bütün insanlığın macerası şiirle başladı derler.
*
En eski çağlardan beri, Masal Çağı denilen Antik dönemden önce de şiir vardı.
Bir gün insan derin uykusundan uyandı. Zaman geçti, üşüdü. Ateşi buldu. Soğuk gecelerde yaktığı ateşin etrafında kümelendi. Gece karanlıktı. Yakınında uzağında, kendi yaktığı ateşe benzer başka ateş öbekleri gördü. Demek bana benzer başka yaratıklar da var yakınımda uzağımda diye düşündü. Sonra kafasını gökyüzüne kaldırdı. Orada da tıpkı etrafta gördükleri kendi ateşlerine benzer yanıp sönen başka ateşler gördü! O ateşler, kendi ateşlerine ne kadar benziyordu! Birbirlerine daha çok sokuldular. Gördüklerine bir anlam vermeye çalıştılar. Merakları her geçen an daha da arttı. Etraflarında gördükleri ateşleri anlamlandırmak kolaydı, onları kendilerine benzer birileri yakmıştı. Peki ya havada asılı duran o ışıkları kim yakmıştı?
O ışıklar zamanla gözlerini kamaştırdı. Ağızlarından ilk defa ilahi çıktı. Gökyüzünde o ışıkları yakmış olan Yaradan’a şarkı söylemeye başladılar.
İlk şiir o ilahilerdir işte!
İlk duayı ve ilk türküyü onunla söyledik.
Asri bir şair, Gülten Akın der ki:
“Şiir bizim eski suç ortağımız
Biz ne işledikse onunla işledik”
*
Victor Hugo’nun, “Cromwell” adlı koşuklu piyesine yazdığı önsöz, şiir tarihine “Romantizmin Bildirisi” olarak geçti. Büyük usta sonrasını şöyle özetledi:
“(İnsanlık) soluk alır gibi şarkı söylüyor, içini döküyordu. Lirin yalnızca üç teli vardı: Tanrı, ruh ve yaratılış. Her şeyi bu üçlü gizem kapsıyor, her şeyi bu üçlü düşün içeriyordu. Yeryüzü hemen hemen ıssızdı. Halklar değil, aileler, krallar değil, babalar vardı. Her soy rahatça varlığını sürdürüyordu; özel mülkiyet yoktu, yasa yoktu, kırgınlıklar yoktu, savaşlar yoktu. Her şey hem tek kişinin hem herkesindi. Toplum şekli cemaatti. İnsan huzursuz değildi. İnsan bütün uygarlıklara beşiklik eden ve yalnız adamın gözlemlerine, tutkulu düş hallerine pek uygun düşen bir çoban ve göçebe yaşamı sürdürüyordu. Dilediğini yapıyor, dilediği yere gidiyordu. Yaşamı gibi düşüncesi de rüzgara göre şekil ve yön değiştiren buluta benziyordu. İşte ilk insan buydu, işte ilk şair buydu. Gençti ve lirikti. Bütün dini dua, bütün şiiri türküydü.”
Doğaçlama söylüyordu türkülerini, şiirlerini…
Victor Hugo’ya göre şiir her çağda farklı bir biçim aldı. İlkel çağlarda lirik, eski çağlarda destan, modern çağlarda dramatik... Lirik şiir sonsuzluğun türküsünü söyler, destan tarihi kutsar, dram hayatı resmeder. Birincisi doğal, ikincisi sade, üçüncüsü gerçektir. İlki aşıkları, ikincisi tarih yazıcılarını, üçüncüsü eleştirmenleri doğurdu. Lirik şiirin kahramanları Adem, Kabil ve Nuh peygamber gibi çok büyük, çok güçlü kişilerdir. Destanın kahramanları Achille, Atrce, Oreste gibi devler; dramın kahramanları ise Hamlet, Otello gibi kahramanlardır. Lirik şiir ülküseli, destan görkemliliği, dram gerçeği görür. Bu üç şiir üç büyük kaynaktan beslenir: Tevrat, Homeros, Shakespeare…
*
Victor Hugo Klasik ekolün tumturaklı şiir diline karşı yazmıştı bildirisini; şiir bu kadar zor bir şey değildi ona göre, sokaktaki insanın konuştuğu dil yeterliydi şairlerin derdini anlatmalarına. Ama şiirin de bir teması olmalıydı, bu tema da insanın derdi, tasası, yoksulluğu, acıları, mutluluklarını olmalı; şiir “yüreğin sesini” haykırmalı.
Bu fikre başka bir büyük Fransız şairi Baudelaire karşı çıktı.
Ona göre şiirin şiirden başka amacı olmamalı. Şair kendine eğilsin, ruhunu sorgulasın, coşkulu anlarını aklına getirsin, üzüntülerini hatırlasın bak bakalım şiir nasıl coşkun bir ırmak gibi akıyor. Sadece şiir yazmak için yazılan şiir en büyük, en soylu, en güzel şiirdir.
Şu sözler onundur:
“Güzelin başka nitelikleri de var; gizem ve özlem gibi (…) Kıvanç en bayağı süslerinden biri, melankoli ise görkemli sevgilisidir şiirin. (…) En canlı güzel tip Şeytandır.”
Madem söz Şeytan’a geldi, araya bizden birisinin, Sadi Şirazi’nin “Bostan ve Gülistan”da anlattı bir hikayeyi koyup yazıyı biraz daha havalandıralım. Alim şöyle anlatır hikayeyi:
“Birisi şeytanı rüyasında görmüş. Bakmış ki, selvi gibi boyu, huri gibi çehresi var. Yüzü güneş gibi ziya saçıyor. Yanına varmış, demiş:
‘Bu ne hal, melek bile bu kadar güzel olamaz? Mehtap kadar güzel bir yüzün varken niçin dünyada çirkinlikle dillere düşmüşsün? Herkes seni korkunç sanır. Hamam kapılarında seni çirkin bir surette resmederler. Hatta sarayın nakkaşı sarayın kırk divanhanesine seni asık, ekşi, iğrenç bir surette nakşetmiştir.’
Bu sözleri işitince bedbaht Şeytan inlemiş, feryat etmiş, şöyle demiş:
‘Hey Adem oğlu, beni göstermek için yapılan resimler, benim hakikî resmim değildir. Ben hakikatte gördüğün gibi güzelim. Fakat ne çare ki, kalem düşman elindedir. İnsanların beni çirkin resmetmelerine gelince, ben onların büyük ataları olan Adem’i cennetten attırdım. Onların bana hınçları var. Onun için beni böyle resmederler.”
*
Kalem şairin elindedir. Şaire şiirinde ne anlattığı sorulmaz. Sorsan bile şair cevabını bilemez. Cevabını verse bile sizi tatmin edemez. Şiir yazıldığı andan itibaren şairden kopar, onu okuyanın malı olur çıkar.
“İl Postino” filminde şair Pablu Neruda, mektuplarını açıp, içindeki şiirleri götürüp sevgilisine kendi şiiriymiş gibi okuyan postacıya “Neden şiirlerimi çalıp sevgiline kendi şiirlerinmiş gibi okudun?” diye çıkışır.
Postacı şu cevabı verir:
“Şiir yazanın değil, ihtiyacı olanındır.”
*
Şiirin ne olduğu sorusu hem şairlerin hem de onu okuyanların kafasında bu sanat var olduğundan beri vardır. Milyonlarca tanımı yapılmış, bir o kadar izahata girişilmiş ama herkesin üzerinde anlaştığı tek tanıma varılmamış.
Ben, “Şiir; olmayan kelimelerden şiir için kelime yaratma sanatıdır, bir kelime olmayan kelimedir,” diyeyim hadi; biliyorum Can Yücel kafasını oradan uzatacak, “seninki de laf mı?” diyecek ve devam edecek:
“Şiir bir umutsuzluktur. Elbette umutsuzluktur. Niçin mi? Umutsuz olmayan adamlar şiir yazamaz. Umutsuz olmayan adamlar resim yapamaz, mimar olamaz. Yaratıcı olamaz. Bu elbet yaşadığımız dünya için bir söz. Çünkü kağıt bir umutsuzluktur. Boş bir kağıt... Tuğlalar, briketler, çimentolar, hepsi umutsuzluktur. Onların içinden bir umudu bulmaktır şiir. Onu bulmak için yazıyorum ben de... Birdenbire, bütün bu dünyada, deli olan bu dünyada tek akıllılığı, uslanmadan akıllılığı anlatmaktır şiir. Ben haberciyim, deprem habercisiyim.”
Pes etmeyeceğim ben de hemen atılıp, “Bir şiirin içinde …. yoksa o düz yazıdır. Boşluğu doldurmak şiirin ne olduğunu bilenlere kalmış artık,” deyip işin kolayına kaçacağım ama hemen Şule Gürbüz lafı benden alıp şöyle bir açıklamaya girişecek:
“Bir şairin anlattığı ve yansıttığı dünya benim sürekli bakışımdı. Üstelik onların çoğu bu bakışı zorla satın alırken ya da bir kere şiir yazmayı öğrendikten sonra aynı zehri farklı şekil ve hallerde sadece uyguluyorlardı. Onlar, içmeyen uyuşturucu satıcıları gibiydiler. Ben ve bazı benzerlerim şiirin zehriyle ayakta duracak gücü bulamıyor, sallanıp duruyor, her an hasta, her an ölecek gibi, yüzülmüş derimizle ortada duruyorduk. Çok şaşarım şiir sevenlere, okuyup geçenlere, kitabı kapatıp yemek yiyenlere, o bakışla yaşayıp da ölmeyenlere. Şiir sevilmez ki, öyle duyulur, öyle bakılır, hastalanılır, zehirlenilir, ölünür. Şiir sonunda öldürür.”
“Bir yıldıza merdiven dayamaya kalkışmaktır o halde şiir” dersem Melih Cevdet Anday kulağımdan tutup bana şu hikayeyi anlatacak:
“İki deli yolda karşılaşmış. Biri diğerine ‘gece ben seni rüyamda gördüm’ demiş. Diğeri ‘ama ben seni görmedim’ demiş. Çünkü deliler rüya ile gerçeği ayırt edemezler. Bu gülünecek bir fıkra değildir. Şiir uyanıkken rüya görme sanatıdır.”
Hemen pes etmek yok, aklıma yeni bir tanım geldi:
“Aşk hastalığından mustaripsiniz diyelim. Sıtmaya tutulmuş gibi titriyorsunuz, hava soğuk. Birisi kelimelerden bir yorgan yapıp üzerinize örter de ısıtırsa sizi, işte o yorgan şiirdir.”
Abdülhak Hamit Tarhan duymasın, onun tanımı benimkini ezer geçer:
“İnsan bazı kere, hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryat koparır yahut pek karanlık bir şey söyler, yahut hiçbir şey söylemez de, kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir.”
Hadi pes etmeyelim, büyük yazarlarla aşık atmaya devam edelim:
“Gönlünü fezaya açacak, derdini umana dökecek, kalbinde geçenleri kuşların diliyle anlatacak birkaç kelimeye ihtiyacın var; eğer o kelimeleri bulursan, bulduğun şey şiirdir.”
Ama Asaf Halet Çelebi elimden tutup beni mezbahaya götürecek ve diyecek ki:
“Şiir salhaneye merbut bir müessesedir ve içinde sakatattan yalnız kalp parçaları satılmaktadır.”
Burada pes edeceğim ben.
*
Yazının sonuna doğru geliyoruz ama hâlâ “şiir nedir?” sorusuna doğru düzgün bir cevap bulamadık. Son bir gayretle bir hikaye daha anlatayım, belki biraza daha yaklaşmış oluruz sorunun cevabına:
Adamın biri bir köprü üzerinde kör bir dilenciye rastlamış. Dilenci bir kartona “Körüm, Allah rızası için bir sadaka,” diye yazmış boynuna asmış. Adam dilenciye yaklaşmış, “Günde kaç para topluyorsun?” diye sormuş. Dilenci bir rakam söylemiş. Adam kartonu ters çevirmiş, üzerine bir şeyler yazmış ve gitmiş. Birkaç gün sonra yine aynı yere gelmiş, aynı yerde aynı dilenci… Tekrar dilenciye yaklaşmış, “Günde kaç para kazanıyorsun?” diye sormuş. Dilenci, “Bir süre öncesine kadar çok az para topluyordum. Sonra bir adam geldi, aha şu kartonumu ters çevirdi, üzerine bir şeyler yazdı, o andan itibaren buradan geçen herkes o yazıyı okur okumaz bana para vermeye başladı. Günde tahmin edemeyeceğin kadar çok para topluyorum,” demiş. Adam ters çevirdiği kartona şunları yazmıştı:
“Yakında bahar gelecek ama ben göremeyeceğim.”
Galiba şiir bu olsa gerek.