"Çoğunluk gericidir!"
Son dönem Osmanlı aydınlarının en büyük derdi, fakru zaruret içine düşmüş olan halkı, içinde debelendiği derin yoksulluk ve cehalet çukurundan çekip kurtarmak değil, “bağrına düşman süngüsü” dayanmış olan devleti batmaktan, yok olmaktan kurtarmaktı. Şairler bunun şiirini yazıyor, muharrirler bunun için kalem oynatıyor, teşkilatçılar bunun için gizli örgütler kuruyordu. Eli kalem tutan devlet memuru her münevver, devletin ayakta durması için bir çare arayıp duruyordu. Bir yığın fikir çıktı ortaya. Biri birini tutmuyordu. Fikirler birbirini tutmayınca, yani tezat olanlar çarpıştıkça, kendi fikrinin doğruluğuna iman etmiş olanlar, karşıt fikirde olanlara “vatan haini” demeye başladılar. Bugün bile sürüp gitmekte olan “vatan haini edebiyatı” o günlerden miras kalmıştır bize.
Son Osmanlı aydınları, uzun süren bir hikayenin ardından Cumhuriyeti kurarak, devleti batmaktan kurtardılar. Devlet kurtulduğuna göre, erken dönem Cumhuriyet aydınlarına da “halkı kurtarmak” kaldı.
*
O günden bugüne kurulan Halka Doğru, Cumhuriyet Halk Partisi, Halk Kurtuluş Ordusu, Halkın Kurtuluşu, Halkın Dostları, Halkın Demokrasi Partisi ve içinde “halk” kelimesi geçen yüzlerce örgüte, partiye, harekete, dergiye, fraksiyona rağmen halk tam yüz yıldan beri bir türlü kurtarılamadı. Belki de sorunun sorulma biçimi yanlıştı.
Tamam anladık, devlet düşman pençesinden kurtarılmıştı da halk kimden kurtarılacaktı? İşte bu sorunun cevabı, ilk sorunun cevabı kadar net değildi. Kimisi halkı cehaletten, kimisi dinden-imandan, kimisi ağa-bey tasallutundan, kimisi devletin zulmünden, kimisi sistemin baskısından, kimisi boş inanışlardan, kimisi de fakirlikten kurtaracaktı!
Halkı kurtarmaya soyunmuş herkes, her örgüt, her yapılanma kendini halktan akıllı, halktan üstün; halkı ise aşağıda bir yerde debelenip duran, güdülmesi gereken “koyun” olarak görüyordu.
Belki de ikinci ve en önemli sorun da buydu.
*
Anadolu’da yaşayan halkın derin cehalet kuyusunda boğulmakta olduğunu İstanbul aydınına ilk bildiren metni, daha sonra “vatan haini” ilan edilerek 150’likler listesine alınan, ömrünün en güzel yıllarını sürgünde geçirmiş olan Refik Halit Karay yazdı. İttihatçılar zamanındaki ilk sürgünlüğünde Anadolu’da ömür tüketirken yazdı “Memleket Hikayeleri”ni Karay. Hikayelerindeki zaman Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçiş yıllarıdır. O dönemim Anadolu insanına odaklanır. Şaşırtıcı, acıklı, içe dokunan hikayelerdir o hikayeler ki daha sonra hemen hemen tümü sinemaya uyarlandı. Refik Halit kahramanlarına eşit mesafeyle yaklaşır, ideolojiden arınmış bir yazar gibi dalar içine, içlerini dışlarıyla çarpar köylülerin ve İstanbul aydınının o zamana kadar görmediği muazzam bir Anadolu manzarasını serer önlerine.
Belki de Cumhuriyet’ten sonra “halkı kurtarması gereken bir çaresizler ordusu” fikrine kapılanlar, en çok bu kitaptan etkilenmişlerdir, kim bilir…
*
Refik Halit’in “Memleket Hikayeleri” kadar “halkın kurtuluşu” üzerine etki yapan ikinci kitap Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban” romanıdır. Cumhuriyet kurulduktan yaklaşık on yıl sonra yayınlandı bu roman. Yakup Kadri, bu kez “Anadolu’ya yabancı” bir aydının gözüyle bakar memlekete. Kurtarılması gereken halkın içine o zamanlar Merih gibi bir yer olan İstanbul’dan düşmüş “yaban”, gördükleri karşısında allak bullak olur. Kitabın zamanı Birinci Cihan Harbi’nden Sakarya Meydan Muharebesi’ne kadar geçen süredir. İstanbul’un işgali üzerine romanın kahramanı Ahmet Celal, “…adeta barbarlar tarafından hırpalanmış körpe bir genç kız gibi, gözü, kolu, bacağı veya herhangi uzuvlarından biri eksik insanların, hastaların ve yaşlıların yaşadığı bir mezarlığı andıran bir yere” İç Anadolu’da Porsuk Çayı civarında bir köye yerleşir. Daha kitabın girişinde durumunu şöyle anlatır anlatıcı Ahmet Celal:
“...görüyorum ki, fikir ve hayal aleminden henüz yere inmiş değilim. Oysa, ben İstanbul'dan çıkarken bütün ıstıraplarımın kaynağının kafamda olduğuna karar vermiştim. Ve onu orada bırakmak istemiştim. Burada, hiçbir şeyi düşünmeyecek, metafiziğe tamamıyla veda edecek ve bir köylü nasıl yaşarsa öyle yaşayacaktım. Tamamıyla onlara karışacaktım. Lakin işte görüyorum ki, bir çanak suda bir damla zeytinyağı gibiyim. Ne karışıyorum ne de dibe çökebiliyorum. Bize, bunun için toplumun kaymağı diyorlar galiba.”
Yeni hayatına, yeni mekana uyum sağlamaya, köylülere benzemeye çalışır ama nafile.“Onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onların diliyle konuşmak... Haydi bunların hepsini yapayım. Fakat onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim?”
Odasını dolduran bütün kitaplarını yakmak ister. Duvardaki resimleri, levhaları ayaklarının altına alıp ezmek… Ama bunlar bir işe yaramaz. Çünkü hepsi içinin çeperlerine, duvarlarına yapışmıştır. Dış cepheyi değiştirse neye yarar? Der ki, “Ben, asıl ben, bu toprağın malı olmayan ve hepsi dışarıdan gelen maddeler ve unsurlarla yoğrula yoğrula adeta sınaî, adeta kimyevî bir şey halini almışım.”
Kırlarda dolaşırken ayağına muhtemelen Amerika’dan gelmiş, üzerinde İngilizce yazılar bulunan bir kutu çarpar. Bu kutuyu buraya kim getirmiş olabilir sorusunu sorar kendine. Kutuyu eline alır, bakar, inceler, onda sanki kendini görür, der ki, “Ben, bu topraklarda, işte bu teneke kutunun eşiyim.”
Yakup Kadri’ye göre suçlu Anadolu köylüsü değil, onların bu durumda yaşamalarına ses çıkarmamış, o zamana kadar onlar için hiçbir şey yapmamış olan okumuş yazmışlarda, yani aydınlardı.
*
“Yaban”ın yayınlandığı tarihten 1970’li yıllara kadar Türk aydını “halkın kurtuluşu” meselesini başat sorun yaptı kendine. Edebiyata, resme, şiire, zaman zaman müziğe, sinemaya hep bu kurtuluşun bir aracı muamelesi yapıldı. Üretilen her sanat yapıtı “halka bir şeyler” vermeliydi, onu yattığı uykudan uyandırmalı, bilinçlendirmeli, gidişatı değiştirmeye sevk etmeliydi. 1950’lerin ortalarından itibaren “köy romanları” furyası bu amaçla başladı. Orda bir köy vardı uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdü. Mahmut Makal “Bizim Köy”le fitili ateşledi.
Sol cenahta, sanatta iki belirgin eğilim ortaya çıktı. Nurullah Ataç, tığ teber şahı merdan; başını Sabahattin Eyüboğlu’nun çektiği “şairim, ne zaman bir köy türküsünü dinlesem şairliğimden utanırım” diyen köylüyü yücelten, sanatın, edebiyatın kaynağını onun yaratılarında bulan “Anadolucular”ın karşılarına dikildi.
*
O günün iki büyük mütefekkiri ve edebiyat adamı, Nurullah Ataç ile Sebahattin Eyüboğlu yalın kalem çıktılar er meydanına. Melih Cevdet Anday hatıralarında Ataç ile Eyüboğlu’nun arasındaki fikir ayrılığını, “halkı kurtarma” bahsinde Türk düşünce hayatının belirgin ayrılıklarından birisi olarak görür. Ataç şehirli, Hammer tarihini Türkçeye tercüme etmiş, Mektebi Sultanide edebiyat öğretmenliği ve maliye nazırlığı yapmış entelektüel bir babanın oğludur. Yurt dışında okumuş, çok iyi dil bilen, her şeyiyle bir edebiyat adamıdır. Ataç ne kadar şehir çocuğuysa Sabahattin Eyüboğlu ise o kadar Anadoluluydu. O da çok iyi eğitim görmüş, dil bilen bir mütefekkirdi ama Anadolu’daki köklerine sıkı sıkıya bağlıydı. Melih Cevdet, “Bu yüzden biri alaya, öteki hayran olmaya teşnedir”, bundandır Ataç, Eyüboğlu’na “hayran çelebi” adını takmış.
Sabahattin Eyüboğlu, sanatın ürettiği bütün ürünlerin şiir olsun, resim olsun, müzik olsun, roman olsun köye dair olmasını savunurdu. Yanık bir Anadolu türküsü onu hemen ağlatırdı. Ataç ise müzik sevmezdi, hele türküden neredeyse nefret ederdi. Melih Cevdet bu meseleye dair şu hoş anekdotu nakleder.
Bir gün Ataç’la birlikte Ankara Yenişehir’de yürüyorlarmış. Ataç aniden, “Yavuz geliyor Yavuz da suları yara yara” türküsünü söylemeye başlamış. Melih Cevdet çok şaşırmış Ataç’ın türkü söylemesine, ama az sonra anlamış durumu meğer karşıdan Yavuz Abadan geliyormuş. Ataç’ın köye, köy türküsüne, ürünlerine bu kadar mesafeli olmasını Eyüboğlu bir türlü bir anlam verememiş.
Ataç’a göre bunu anlamak zor değildi. Bir kere aydın yalnızdır, bir cemaatin, topluluğun adamı değildir, tek bir görevi vardır, etrafına “ışık saçmak”… Eyüboğlu çoğunluğun sesi olalım derken Ataç, önce dâhiler yetiştirelim diyordu. Eğer bir toplum ışık dağıtacak dehalardan yoksunsa istediğiniz kadar köylülere türkü söyleyin, şiir yazın, resim yapın, bir kulaklarından girer ötekinden çıkar! Köy Enstitüleri açılınca dünyalar Eyüboğlu’nun oldu, “yaşasın köylüye kurtuluş yolu gözüktü” dedi ama Ataç zil takıp oynamadı. Meşhur “Prospero ile Caliban” başlıklı yazı dizisini o sırada yayınladı.
*
Bu çok bilinen yazı kaynağını Shakespeare’in “Fırtına” piyesinden alır. Piyeste, Prospero ıssız bir adaya sürüklenmiş, burada kızı Miranda’yı büyüten, kendini kitaplara vermiş ve doğaya söz geçirmeyi öğrenmiş bir bilgindir. Ariel adlı bir peri var çevresinde, bir de yarı insan yarı hayvan bir yaratık olan Caliban. Prospero, Caliban’a konuşmayı öğretir ve ağır işlerinde kullanır. Oyun ilerledikçe, yarısı insan olduğu için doğaüstü bir varlık olan Ariel yerine Caliban’a yakınlık duymaya başlarız.
Nurullah Ataç yazısında Prospero’yu aydın, Caliban’ı da halk yerine koyar. Prospero “mutlu azınlığı”, yani aydını temsil eder, Caliban ise zevkleri incelmemiş, eğitimsiz halktı… Şu sözler Ataç’ındır:
“Çoğunluk hep gericidir. Yalnız bizde değil her yerde. Dedelerden kalma kanılarla, inançlarla yetinir, onların değişmesi gerektiğini anlayamaz, eskinin sürüp gitmesini diler. Çoğunluk Caliban’dır. Shakespeare’in anlattığı şu biçimsiz, düşüncesiz Caliban. Yeniyi bulmak, yeniyi yaratmak Prospero’ya vergidir, ancak o bilir Ariel’i çağırmayı, doğanın gizlerini (tabiatın sırlarını) çözümlemeyi, doğaüstü varlıklar, değerler yaratmayı, güzeli güzel olmayandan, iyiyi iyi olmayandan ayırdetmeyi öğreten Ariel’in dilinden ancak Prospero anlar. Çoğunluk bir güler, bir kızar Prospero’ya, Caliban gibi o da Prospero’yu öldürmenin yollarını arar. Çoğunluğa bağlanmak. Çoğunluğa uymak… Bir düşünce adamının, bir dörüterinin çoğunluğa bağlanması, çoğunluğa uyması Prospero’dan yüz çevirmesi demektir. Hayır, düşünce adamı, dörüteri Caliban’la birlik olmaz, ilgilenmez Caliban’la, ilgilense de ancak kendini saydırmak için ilgilenir. Gerekirse Prospero gibi paylayarak, Prospero gibi kırbacını şaklatarak…”
Ataç’a göre bir ülkeye gerçek özgürlük aydınların sözünü dinletmesiyle gelir.
Şöyle devam eder:
“Günümüz düşünürleri, yazarları Caliban’ı pek seviyorlar, ona ışık tutacaklarına ışığı onda arıyorlar. Güzelliğin kaynağı da ondaymış. Bunun için bir köy sevgisidir aldı yürüdü aydınlarımızda, dilleri köylünün diline benzeyecek, dillere işlenmiş tilciklerin kökü aranmayacak, hepsi benimsenecek. Kentlerde ayak takımının beğenisine uyulacak.”
(Ataç, “kelime” yerine “tilcik”, “dâhi” yerine “öke”, “sanat” yerine “dörüt”, “sanatçı”yerine “dörüteri” derdi. Başka saçmalıkları da vardı. Dille epey uğraşıp durmuştu. “Dörüt”, “tilcik”, “çizek” gibi önerdiği birçok kelime tutmadı ama bugün hepimizin kullandığı “anlatı”, “ayrıcalık”, “örneğin”, “yapıt” gibi kelimelerin babası odur.)
Ataç’a göre bu memleketin asıl meselesi donanımlı aydını olmamasıdır. Halkı uyandırmaya kalkmış olanların, onu ellerini toprağa dayayarak ayağa kaldırmaya çalışanların her şeyden önce kendileri cahildir. Kendileri aydınlanmamıştı ki başkalarını aydınlatsın. O aydınların tümü halk türkülerine sarılmış, evlerinin duvarlarına saz asmış, ibrik olsun, testi olsun, kaval olsun evlerine taşıyıp süs eşyası yapmış, Aşık Veysel’i köyünden alıp şehre getirmiş, mekan mekan dolaştırmış, akşama kadar yanık Anadolu ezgileri eşliğinde dertlenip duruyorlar. Işığı alıp köye götüreceklerine, ışığı köyde arıyorlar. Köylü sömürüden kurtulursa, yoksulluğu alt ederse her şey bitecek sanıyorlar. Köylüyü sömüren ağa da en az o köylü kadar sefil bir haldedir aslında, bunu bilmiyorlar; ağa da köylü de acınacak durumdadır, bir kere kafa yapıları, düşünüş biçimleri aynıdır, ha ağa ha maraba, aynı şakaya güler, aynı yemeğe bayılırlar, sonra da gidip evlerinin arkasına defi hacet eylerler. “Halkı kurtarmayı” görev bilmişler, köye yol, su, elektrik götürünce, okullar açılınca, toprak dağıtılınca, ağa baskısı bitince bütün sorun hal olacak sanıyorlar. Kursak açlığıyla ilgileniyor bunlar, kafa açlığıyla değil…
*
Ahmet Hamdi Tanıpınar, “Bizim büyük yükümüz köylülüktür,” demişti bir yazısında da Sabahattin Eyüboğlu ona çok kızmış ama Melih Cevdet’in aktardığına göre kızgınlığını belli etmemişti.
Bütün bu tartışmaların yapıldığı dönemde köye bir camiye girer gibi saygılı giren, bir etnografya müzesine girer gibi hayretleri içinde kalmış bir yüzle giden Türk aydını, kısa bir süre sonra köylüler sırtlarında denkleri, ellerinde bağlamaları Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinden belirip, “Bekle beni İstanbul, seni fethetmeye geldim” diyerek vapura binip, Boğaz’ın en güzel yerlerini işgal ederek bir gecede yaptıkları gecekondularına yerleşip şehirlilerin apartmanlarında kapıcılık işine başladıklarında aynı aydınlar onlara “pis bir şeye bakar gibi” bakıp, “Şu basamağı iyi temizle Hüseyin efendi” diye buyruk vererek işlerine gittiklerine şahit olduk o günden bu güne.
*
Yakup Kadri’nin deyimiyle “Amerika’dan gelmiş boş konserve kutusu” kadar halka uzak “kimyevi bir şey haline gelmiş”, ama yine de “toplumun kaymağı” olan işte bu aydın “halkı kurtarmaya” kalkıştı. Hemen hemen hepsi yedek subay Ahmet Celal kadar yalnız, onun kadar halka yabancıydılar. Onlara göre cehalet ve vurdumduymazlığın tohumları binlerce yıl önce çok güçlü bir şekilde ekilmişti. Bir türlü köylünün düşünüş biçimini değiştiremiyorlardı. Oysa Cumhuriyet köylülere her türlü imkanı vermişti. Onlara okullar açmış, tarımını desteklemiş, sırtındaki ağır vergileri kaldırmış, onlara insan muamelesi yapmıştı. Ama onlar ille de karanlıkta yaşamak istiyorlardı. Bir türlü aydının istediği kıvama gelmiyorlardı. Kendini, mantalitesini değiştirmemeye kararlıydı. Her defasında aydının en gıcık olduğu, en nefret ettiği parti hangisiyse gidip işte ona oy veriyordu.
İlerde bu fikre gelecek olan aydının içini en erken okuyan münevver Yakup Kadri’dir bana göre. Bu yüzden romanında gerçek bir kurtuluş yolu göstermez. Ahmet Celal ne yapsa, “ihanetin, yozlaşmanın ve cehaletin” önüne geçemeyeceğimize kanaat getirir. Dayanamaz, çaresizce, yaralı haliyle bir meçhule doğru bir yolculuğa çıkar.
*
Türk aydını, o günden beri, kör topal, yarası kanaya kanaya yolculuğunu sürdürüyor. Aklı fikri kurtarılması gereken halkta; bedeni ise, o halktan çok uzak bir yerde, belki Paris, belki de başka bir ecnebi memleketin huzurlu bir şehrindedir.